Ali Şirugani Dede

FATİHLİ BESTEKÂRLAR – I

DİNÎ TÜRK MUSİKİSİNİN KURUCU BABALARINDAN ALİ ŞÎRÜGANÎ DEDE (?-1714)

Harun Korkmaz

Fatih ilçesi, İstanbul’un tarihî sur içinden oluşması sebebiyle, tarihte “nefs-i İstanbul” yani İstanbul’un kendisi, merkezi olarak tanınan bölgesidir. İstanbul denince akla ilk gelen yer, eskiden sadece sur içi idi. Öyle ki bugün dahi belli bir yaşın üzerinde olan yerli halk, Fatih’te bir işi olduğu zaman, “İstanbul’a gidiyorum” diyebilmektedir. Nitekim klasik Osmanlı asırları boyunca İstanbul bugün ki Fatih’ten ibaretti. Eyüp, Galata ve Üsküdar ise “bilâd-ı selâse” yani “üç belde” sıfatıyla merkezî İstanbul’a bağlı idârî alt birimlerdi. Bu sebeple “İstanbul”da yani bugünki Fatih ilçesi sınırlarında doğan ya da yaşayanlara “şehrî (şehirli)”, diğer bölgelerden olanlara ise “Galatalı”, “Eyyûbî” ya da “Üsküdarlı” denirdi. İşte bu yazı dizisinin konusu olan “Fatihli bestekârlar” başlığı, belli bir semti değil, sur içinde doğan, yaşayan ya da ömrünün büyük kısmını “nefs-i İstanbul”da geçirmiş olan kişileri ifade etmektedir.

Osmanlı tarihinin musikişinas biyografilerine hasredilmiş yegâne tezkiresi olan Atrabü’l-Âsâr fî-Tezkiret-i Urefâi’l-Edvâr isimli eserde Şeyhülislâm Esad Efendi, Dervîş Ali Şîrüganî’nin doğduğu ve yaşadığı şehrin “Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Konstantiniyyetü’l-mahmiyye” yani sur içi İstanbul’u olduğu bilgisini vermektedir. Ailesi ve hangi semtte doğduğu ile ilgili net bir bilgi bulamadığımız bestekârımız, herhâlde genç bir yaşında, Gülşenî tarikatine intisab etmiştir. Gülşenîlik, Halvetî tarikatinin bir kolu olan ve önde gelen mutasavvıflardan Dede Ömer Rûşenî’nin halifesi olan İbrâhîm-i Gülşenî (ö. 1534)’nin, Kahire’de kurduğu dergâhta teşekkül eden ve yayılan bir tasavvuf ekolüdür. Kahire dışında Bulak, İskenderiye, Mekke, Halep, Urfa, Antalya, Şam, Bursa, Diyarbekir ve Edirne gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun pek çok farklı bölge ve merkezlerinde tekke ve zaviyeleri bulunan Gülşenîler’in, İstanbul’da da 10’un üstünde dergâhları bulunmaktaydı. Ali Şîrüganî’nin bağlı olduğu Hulvî Efendi Tekkesi, İstanbul’daki en eski iki Gülşenî tekkesinden biri olarak Şehremîni civarında, bu semtte doğan ve önce Sünbülî sonra da Gülşenî tarikatine girerek bu yolda dergâh açmakla yetkilendirilen Cemâleddin Mahmud Hulvî Efendi (ö. 1654) tarafından kurulmuştu. Hulvî Dergâhı’nın postnişini Sinan Efendi’nin 1695’deki irtihâli üzerine, halifesi Ali Şîrüganî onun yerine şeyhliğe geçti ve vefatına kadar postta kaldı. Meşhur ve etkili bir isim olmasından kaynaklansa gerek, Hulvî Tekkesi onun vefatından sonra “Şîrüganî Tekkesi” olarak anılmaya başlandı.

  1. asrın ikinci ve 18. yüzyılın ilk yarılarında büyük bir şöhret temin eden ve dinî Türk musikisinin yalnız bu asırlarda değil, bütün asırlarda en verimli şahsiyeti olan sanatkâr, hiç şüphe yok ki Dede Ali Şîrüganî’dir. Genç yaşında musikiye heves ederek şehrin önde gelen musiki üstatlarının dizinin dibinde yetişti, ciddî ve gayretli biçimde eser meşk etti, makam ve usûl öğrendi ve nihayet onların seviyesinde olgun bir üstad oldu. Güzel sesi ve hoş edasıyla musiki eserlerini seslendirdi, bir taraftan da bestekârlığa başladı. Genç yaşındaki çalışmalarının semeresini ismini duyurmaya başladığı yıllarda alacak, onlarca büyük bestekârın arasından sıyrılarak en mümtaz bir mevkiye erişecekti.

Dinî Türk musikisinin, yaşadığı devirdeki en büyük ismi oldu. Esad Efendi 600’ü aşkın savt, tesbih ve ilâhîleri olduğunu kaydediyor. Ne o devirde ne de sonraki yıllarda bu sayıya ulaşabilen bir dinî musiki bestekârı olmamıştır. Kaynak yetersizliğinden dolayı tekke musikisine ait beste türlerinde nasıl bir yenilik yarattığı, hangi biçimleri bulduğunu ya da geliştirdiğini açık bir şekilde bilemiyorsak da, elimize ulaşan eserlerinden istisnaî bir beste kabiliyeti olduğunu sezebiliyor, Hammâmîzâde İsmail Dede Efendi’ye (1778-1846) kadar musiki dünyasında sadece “Dede” namiyle anılan yegâne zat olmasından, dinî musikideki kurucu vasfını tahmin edebiliyor ve musikişinaslarca hangi mertebede görüldüğünü anlayabiliyoruz. Vefatının üzerinden henüz uzun yıllar geçmemişken Klasik Türk Musikisi’nin bir diğer çınarı olan Kutbünnâyî Osman Dede (ö. 1729), Rabt-ı Tâbirât-ı Mûsikî adlı manzum eserinde, musikide bazı yeni tabirler bulduğunu söylüyor ve ondan “bir velî kişi” olarak söz ediyor. Yine yakın tarihlerde kaleme alınmış Güldeste isimli eserde Bursalı Beliğ (ö. 1729) ondan “İstanbul’da ilm-i mûsikînin peder ü mâderi üstâd-ı nâdirü’l-misl Gülşenî Dervîş Ali” yani “İstanbul’da müzikbilimin hem annesi hem de babası, eşi bulunmaz bir büyük üstad” diye bahsediyor. Sultan II. Mustafa devrinde (1695-1703) tertib edilmiş bir ilâhî güfteleri mecmuasında bir ilâhîsinin üstündeki künyede “Hâce-i zamân olan Dervîş Ali el-meşhûr Dede (Zamanın hocası, Dede olarak meşhur olan Dervîş Ali)” olarak anılıyor. Görüldüğü gibi pek çok farklı kaynak, Dervîş Ali Şîrüganî’nin devrinin en önde gelen musiki üstatlarından olduğu hususunda ittifak halinde ve bilhassa dinî musikideki yeri herkesçe teslim ediliyor.

Biyografik kaynakların yetersizliğinden dolayı hocaları ve talebeleri hakkında bilgi aktaramıyoruz. Ama Bursalı Beliğ’in verdiği bilgiye istinaden, Bursalı Salih Çelebi’nin Ali Şîrüganî’nin musikideki talebelerinden olduğunu ve ondan zikirler ve savtlar yani tekke müziğine ait eserler meşk ettiğini söyleyebiliyoruz. Talebelerinin isimlerini tesbit edemesek de, 18. yüzyılda önceki devirlere nazaran çok daha canlı bir dinî musiki hayatı yaşandığını ve bunda diğer akranları ile beraber Ali Şîrüganî’nin etkisinin büyük olduğunu görebiliyoruz.

Ali Şîrügani’nin bestelerine ilâhî güftelerini içeren mecmualarda ekseriyetle ‘Dede’ başlığıyla, bir kısım eser künyelerinde de ‘Dervîş Ali’, ‘Dervîş Ali Şîruganî’, “Dervîş Ali Sinânî, Dede Sinânî” sanlarıyla kaydedildiği görülmektedir. Gülşenî tarikatine mensup olduğu hâlde “Sinânî” olarak anılması, şeyhine nispet sebebiyledir.

Şeyhülislâm Esad Efendi onun 100 kadar “murabbât”ı yani klasik fasıl eseri olduğundan ve yukarıda kaydettiğimiz gibi, 600’ü aşkın dinî eserinden bahsediyor ve bu eserlerin her birinin musiki ilminin kurallarına kusursuz bir bağlılık içinde ve oldukça sanatlı olduklarını vurguluyor. Ayrıca musikişinasların, onun eserlerinin tamamını beğendiklerini ve bu güzel eserleri süreklice icra etmekte olduklarını kaydediyor. Hiçbir bestekârın eserleri için böyle bir yorumda bulunmayan Şeyhülislâm Esad Efendi’nin kendisinin de kalburüstü bir bestekâr ve musiki bilgisinin derinliğinde devrinin ileri gelenlerinden olduğu hatırlanırsa, bu ifadelerin ne derece kıymet taşıdığı takdir edilebilir. Ali Şîrüganî’nin elimize ulaşan az sayıda eseri, -musiki parçalarının nota kullanılmadan ve üstattan çırağa nakledilerek aktarıldığı bir musiki dünyasında- her ne kadar zamanın yıpratıcı ve dönüştürücü etkisi altında aslından uzaklaşmış bulunsa da muhtemelen hâlen bestekârının nefesini ve edasını taşımaktadır. Dahası dinî musikinin ve bilhassa tekke müziği türlerinin üstünde onun yoğun tesiri olduğundan, vefatından sonra bestelenen eserlerde dahi onun üslûbunun izleri bulunduğuna tereddüt edilemez. İlâhîlerin, durak ve naatlerin, zikir tertiplerinin dibine köşesine onun dâhiyane dokunuşlarının âhenkli kokuları sinmiştir.

1714’te vefat ettiğinde Şehremini’ndeki tekkesinin türbesine defnedilen Ali Şîrüganî Dede’nin kabri ne yazık ki büyük bir vefasızlık eseri olarak, 1950’lerde yapılan yol çalışmalarına kurban gitmiştir. Kabir kitabesi ve başka emanetleri de muhafaza edilmemiştir. “Unuturlar seni bir gün hele bir ölmeyegör” sözü fehvasınca, unuttuğumuz ve kabrini yok ederek hatırasına da hürmetsizlik gösterdiğimiz bu büyük zatın ismini çeşitli vesilelerle gündeme getirmemiz ve öksüz kalan eserlerine sahip çıkmamız gerekiyor…

Elimize ancak 40 civarında eseri intikal edebilmiş olan Ali Şîrüganî Dede’nin, Niyâzî-i Mısrî’nin

Ey garip bülbül, diyarın kandedir?

Bir haber ver, gül-’izârın kandedir?

Sen bu ilde kimseye yâr olmadın,

Var senin elbette yârin, kandedir?

(Ey garip bülbül senin memleketin neresi?

Haber versene, gül yanaklın nerede?

Sen bu diyarda kimsenin sevgilisi olmadın

Senin elbette bir sevdiğin var, nerede?)

dizeleri üzerine, Hicaz makamının bir türevi olan Uzzâl makamında yaptığı bestesi hâlâ dillerimizdedir ve gönüllerimize neşe saçmaya devam etmektedir. Neredeyse 350 yıldır yaşamayı ve dilden dile söylenerek bugüne ulaşmayı başaran bu güzel ilâhîyi aşağıdaki kare kodu okutarak dinleyebilirsiniz.

Galeri

Start typing and press Enter to search