COŞKUN ARAL 50 YILDIR HABERCİ
Söyleşi: Tuba Karaçorlu
Dünya üzerinde neredeyse ayak basmadık toprak bırakmayan bir düş gezgini… Merak duygusunun peşinden gitmekle başlayan, bilgi edinip aktarmayla devam eden bir hayat hikayesi…
Farklı kültürlere, farklı yaşamlara ortak olan, insanın hayatta kalma mücadelesine, savaşlara tanıklık eden belgeselci, fotoğrafçı ve haberci Coşkun Aral…
1977 yılında adını dünyaya duyurmaya başlayan Aral, kendisini yalnızca bir savaş muhabiri olarak değil, bilgi taşıyan meraklı bir gezgin olarak tanıtıyor. 50 yıla yaklaşan habercilik ve savaş fotoğrafçılığında edindiği tecrübeyi, farklı coğrafyalara dair anılarını, kişisel arşivinden özel görüntüleri ve ilginç bilgileri, kendi düşlerinin gezgini olmak isteyenlerle paylaşıyor.
Fatih’teki çocukluk anılarından savaşlarda yaşadığı unutulmaz olaylara, bir kaç insan ömrüne sığacak yaşam serüvenini usta isimden dinledik.
Nasıl bir ortamda çocukluğunuzu yaşadınız, hatırladığınız en eski anı nedir?
Siirt’te doğdum büyüdüm. 4 yaşlarındayken çok sağlık sorunu olan bir çocuktum. 1950 yılları, Doğu o zamanlar çok daha yoksul… Mahrumiyet bölgesinde hayatta kalma mücadelem çok uzun sürmüş. Anne tarafım daha mütedeyyin, baba tarafım daha seküler bir aileydi. Beni tedavi edecek bir hastane olmayınca hayatta kalmam için benim adıma bir kurban kesilsin diye 4,5 yaşında bir türbeye götürülmüşüm. O olay benim kendime ilişkin hatırladığım ilk olaydır. Gariptir ki, o sahnenin dejavu’sunu; adeta bir tekrarını Afganistan’da yaşadım. Daha sonra anneme sorduğumda beni onayladı. Küçükken bir katır üzerinde, karanlık içerisinde dağlarda bir yerlere giderken, katırın tökezleyip annemin uçurum gibi bir yerde düşmesi ve ayağını kırmasını çok net hatırlıyorum. O olay benim beynime işlemiş vaziyette. Türbenin bir tarafında tabutlar bir tarafında beşik… Bu kare benim beynimde bir fotoğraf gibiydi.
Savaşlara ve acılara tanıklık etmiş biri olarak kendinizi “düş gezgini” olarak tanımlıyorsunuz. Sizi düşlerinizin gezgini olmaya yönlendiren neydi?
Türbedeki adak olayını izleyen yıllarda kafamda hep şu vardı; her an hastalanacağım ve öleceğim korkusuyla ailemin endişeli olması, Siirt’te doktor olmaması… Tek doktor dayımdı ve ona görünmek isteyen insanlar dedemlerin evinin önünde kuyruk olurdu. Ben doktor olmayı arzu ettim. Bu arada eve gelen iki tane dergi vardı; biri Doğan Kardeş, diğeri Hayat dergisiydi. Günlük gazeteler Siirt’e 3-4 gün gecikmeli gelirdi, günlük haberleri sadece radyodan dinleyebiliyorduk. Fakat bu dergiler aylık olduğu için ay içinde herhangi bir gün geliyordu. Kafamda dünyaya açılan pencere olarak o dergiler vardı. Tüm bunların etkisiyle kafamda dünyaya açılmak, gezgin olmak ve doktor olmak vardı.
Fotoğrafların dünyasına nasıl girdiniz?
Kuzenimin üstten bakılan tek mercekli Kodak bir makinesi vardı. O makineyi çok severdim, 6-7 yaşlarındayken kuzenim onu bana hediye ettiğinde 6X6 film alıp ilk kez onunla İstanbul’da fotoğraf çektim. İstanbul’da çektiğim o fotoğrafları daha sonra bulamadım. Ama yazın Siirt’e gittiğimde babam beni Hasankeyf’e götürmüştü. O zamanlar Hasankeyf’in bir yakası Siirt bir yakası Mardin’di. İşte o makineyle çektiğim fotoğraflar halen arşivimde duruyor. O zamanlar gezgin, fotoğrafçı ve doktor olmayı kafama koymuştum. Siirt’te, 7-8 yaşlarına geldiğinde aileler el becerisi olsun diye yaz tatilinde çocuklarını yakın bir akrabanın yanına gönderirler. Beni de matbaacı olan bir akrabamın yanına gönderdiler. İlk kez mürekkeple orada temasım oldu ve hayatım değişti. Orada gazete hazırlandığını gördüm; gazetede fotoğraf yok ama gazetenin insanları etkilediğine şahit oldum. O gün gazetede yazılan bir yazı camide, kahvede, her yerde konuşulurdu. Gazeteci, fotoğrafçı ve doktorluk arasında gidip geliyordum.
Fatih çocukluğunuzdan beri tanıdığınız bir muhit… Farklı kültürlerin yüzyıllardır uyumla bir arada yaşadığı bir yer. Fatih’te geçirdiğiniz yılların yaşamınıza bir etkisi oldu mu?
1961-62 yıllarında sağlık sorunlarım nedeniyle ailem beni İstanbul’da yaşayan halamlara gönderdi. Halamlar Fatih’te Sofular Mahallesi Ragıp Bey sokakta bir apartmanda otururlardı. Apartmanın karşısında bir fırın, köşede bir küt börekçisi vardı. Aksaray o zamanlar bambaşkaydı… Hatta o meşhur depremlerin birini Vatan caddesinde geceyi geçirerek yaşamıştık. O dönem hayatımın en güzel günleriydi…
Sofular Mahallesi ve Horhor Çeşmesi çevresi benim mekanımdı. Halamların yanında kalıyordum ancak ekonomik açıdan kimseye yük olmamak için kendimce küçük işler yapmaya başlamıştım.
Fatih’i karış karış, sokak sokak bilirdim. Akdeniz Caddesi, Yavuz Selim Caddesi, Kadınlar Pazarı, Fatih Caminin arka tarafı, Zeyrek… Karagümrük’e kadar giderdik çünkü akrabalarımız vardı. Fatih ve Vefa sadece bugün değil, 100 yılı aşkın süredir ağırlıklı olarak Siirtlilerin izleri olan mahallelerdir. Kendine has bir özgünlüğü vardı ve o özgünlüğü kokusuna kadar yansıyordu.
Fatih’te Arnavut kaldırımlarıyla kaplı, ahşap evlerin sıralandığı ara sokaklardaki sokak muhabbetlerini hatırlıyorum. Fırından yayılan mis gibi ekmek kokusu o sokakları sarardı… Şimdi o kokuyu İstanbul’da hiçbir yerde alamıyorum. Ragıp Bey sokağın başında bir manav vardı, sanki o manav bizim dükkanımız gibiydi. Çok güçlü bir komşuluk ilişkisi vardı. 1980’e kadar o mahallede yaşadık… Vatan Caddesiyle Sofular’ın kesiştiği yerde bir Arnavut turşucu vardı, oradaki turşuyu başka hiçbir yerde görmedim… Küt böreği yapılan bir yer vardı, ben şekersiz yemeyi severdim. Ona benzer bir böreğin birebir yapılışını da daha sonra Çin’de gördüm.
İstanbul’un o minik sokağında zenginlik vardı. Dayanışmayı, paylaşmayı, gastronomi dediğimiz yemek çeşitliliğini ve komşuluğu Fatih’te o sokak kültüründe gördüm. Fatih’in özgünlüğü, kokusu bile farklıydı. Çok kültürlülüğün kaynaşma yeriydi Fatih. Bazı bölgelerde yoğunlaşma olsa bile ortada bir yerde füzyon oluşuyor. O füzyonla buluşup dayanışma haline geliyorsun.
İstanbul’un en kozmopolit mahallesiydi benim için. Birbirinden farklı bir Güneydoğu-Mezopotomya, Ortadoğu-Arap ve Balkan kültürünü görüyorsun. Biraz daha Haliç’e doğru indiğinde ise Bizans’ın Konstantiniyyesi, ondan önce Megara zamanını görüyorsun. Tarihle iç içe bir semt… Şimdilerde de Fatih’e giderim, özellikle de yemek yemeye Kadınlar Pazar’ına çok sık giderim.
Yüzlerce belgesel, sergiler, pek çok dalda aldığınız ödüller var. Fotoğrafçı, muhabir, belgesel yapımcısı, seyyah ve tüm bunları yaparken yaşadığınız yüzlerce farklı deneyim… Yine de yapmak isteyip de yapamadığınız bir şey var mı?
Dünyanın %90’ını dolaştım ve ayak basmadığım coğrafya kalmadı. Asya’nın neredeyse tümünü gezdim. Avrupa’da gitmediğim bazı küçük ülkeler var. Ama dünyanın 4’te 3’ünden fazlasını gezdim ve bazı bölgelerde köklere kadar indim. Mesela Filipinler’de yıllarca kaldım. Lübnan da yine öyle… Lübnan benim okulum gibidir. Bütün Ortadoğu’yu biliyorum. Bütün bunlar benim için zenginlik. Ama şu anda sağlığım iyi olsa ve imkan bulsam değişimleri görmek için aynı yerlere ikinci kez gitmek isterim.
Yayın hayatına girme hazırlığı içinde olan Habitat TV’de Haberci programını tekrar canlandırıyorum. Pakistan’ın kuzeyinde Afganistan sınırında Kafiristan diye bir bölge vardı. Buraya 1995-97 yılları arasında üç kere gittim. 2000 yıl önceki Büyük İskender zamanını canlandırır şekilde yaşamı olan bir toplum vardı orada. Bunlara “kalaş” deniyor, Müslümanlar da orayı Kafiristan diye tanımlıyor. Ege’deki “Dionysos Şenlikleri” gibi yaşamları vardı. Ne değişti diye gittim tekrar ve o değişimi aktardım. Çünkü insanlar değişiyor, yaşam değişiyor, iletişim değişiyor… 2500 yıl boyunca bu insanlar kendi aralarında iç evlilikler yapmışlar. 25 yıl geçti benim ilk gidişimin üzerinden. Geçen yıl gittiğimde ise ilk kez Pakistanlılarla evlenmeye başlamış olduklarını gördüm. O değişimi görmek ve aktarmak istiyorum çünkü ben bilgi taşıyan bir insanım. Çocukluğumdan itibaren “niye, nasıl, niçin” sorularını sormaya başladığımda, bunu salt kendim için değil- ne yazık ki bilgiden nasibini almayan çok fazla insan var- onların da öğrenmeleri için bir şeyler yapıyorum. Çünkü eğer bir döneme ilişkin yaşamlarla hayatımızı sürdürürsek bu çok büyük bir kayıp olur bizim için. İbn Haldun “Coğrafyan kaderindir” der ama coğrafyanı değiştirdiğin ölçüde kaderini de değiştirirsin.
50 yıla yaklaşan habercilik serüveninizi anlattığınız ve çok ilgi gören bir YouTube kanalınız var. Üstelik farklı yaş gruplarından takipçileriniz var. Her dönemin “Coşkun Abisi” olabilmek nasıl bir duygu?
Ben aslında YouTube’a girme konusunda ısrarla direndim. Eskiden A Takımı’nda beraber çalıştığımız kameraman arkadaşım Timur Akkurt beni bu konuda teşvik etti. Çünkü teknolojinin hakim olduğu bir mecra ve ben genelde başkalarının YouTube kanallarına konuk olarak katılırdım. Ancak kendi kanalımda böyle bir kitleyle karşılaşacağımı hiç bilmiyordum. O yüzden anlatış tarzım ve yayınladığımız içeriklerle farklı kuşaklara da ulaşıyor olabilmek, ne kadar anlamlı bir iş yaptığımızın göstergesi. Salgılardan ziyade ilgiye endeksli ve bilgiye yönelik içerikler üretiyoruz. Farklı kuşaklarda ilgi ve merak uyandırabiliyorsam ne mutlu bana!
Yeme-içme kültürü, yaşam kültürü gibi farklı konular üzerine belgeseller de yaptınız… Savaş döneminden sonra bir soluk alma alanı mı oldu bu sizin için?
Her yaşadığın olayı bir araç gibi görmek gerekir. Geçenlerde arşivden bir görüntü arıyordum. Türkiye’den çalınmış ama tekrar Türkiye’ye dönmüş ve tarihte bize bırakılmış olan miraslardan biri. Hitit döneminden kalma bir sfenks, yıllar önce yurt dışına kaçırılmıştı. Almanya’da bulundu ve tekrar Türkiye’ye geri getirildi. Şu andaki bakanlığımız onu Kybele Arkeoloji Müzesi’ne getirdi. Orada başka bir tarihçi ile belgesel yaparken aynı anda ne yapabiliriz diye düşünürken aklıma geldi ve arşive girdim. Ben o sfenksin Çorum’daki müzeye götürülüşünün videosunu çektirmiştim. İleride o sfenksin evine dönüş hikayesiyle ilgili bir belgesel yaparken kullanacağımız görüntüler olsun istedim. O görüntüleri ararken, birçok yerde anlattığım ama görüntüsünü bulamadığım sahrada geçirdiğim 24 saatin filmini gördüm. Sahrada yapılacak bir ralliyi takip etmek için 2 gün boyunca sahrada geçirdiğim anların görüntüleri idi. O filmi buldum. Bir şey ararken başka bir şey çıkıyor karşıma… Mesela bu Kovid-19 gündeme geldiğinde herkes yarasaları suçladı, ben yarasaların yaşadığı coğrafyada onlarla yaşadım hatta onları yedim. Çünkü onla besleniyorsun başka çaren yok. Yarasaların da ormanların kesilmesi nedeniyle mutasyona uğratıldığı bir dönem var. O ormanlar da patates kızartmasında kullandığımız yağ için kesiliyor. Bütün bu farklı belgeselleri yine bilgi aktarmak, insanlara bilgiyi ulaştırmak için yapıyorum.
Hatırladıkça yüzünüzde bir gülümseme oluşturan unutulmaz bir anınız var mı?
Var tabi ki… Kavuşmalar, buluşmalar, hasret giderme, açlıktan kurtulma… Çölde susuz geçen 3 günün ardından suya kavuşmak gibidir. Kaldığım mülteci kamplarında veyahut yoğun bombardıman altında güvenli bir yere gelmek. Kendim yaşadım bunları… 3 günlük korkunç bir bombardımandan veya bir katliamdan sıyrılıp özgürlüğe kavuştuğum an var. Toprağı öptüğüm çok zamanlar olmuştur. Hem de bir kere değil…
Savaşın ortasında yaşananları belgelerken mutlaka hayatta kalma kaygınız da oluyordu… O koşullara rağmen mesleği sürdürmenizde motivasyonunuz neydi?
Bir konuda inancım vardı. İçimde hep bir ses vardı, “Tamam, bundan da kurtulacaksın, sen devam et” diyen bir ses… Tabi bu tür olayları çok yaşadığınız zaman duyarlılığınız daha çok artıyor ama korkular da artıyor. Normal bir insandan daha fazla korkulara sahibim çünkü insanı çok olağanüstü koşullarda tanıdım…
Dünya tarihini değiştiren olaylara ve etkilen binlerce yaşama şahit oldunuz. Savaşlar sürerken başka yaşam hikayeleri de kendi gerçekliğiyle devam ediyor. O da mülteciler… İnsanlık mülteci sınavını verebilecek mi sizce?
Biz o insanların bizim ülkemizde kalacağını düşünüp “entegrasyon” dediğimiz “uyum politikası” oluşturmamız, gençleri ve çocukları iyi eğitmek ve ana dillerini öğrenmelerine destek olmamız lazım… Önyargılarla ve yüzeyden yaklaşımlarla değil, onların bizler kadar bu ülkenin vatandaşı olacaklarını düşünüp çocuklarını eğitip ötekileştirmeden entegre olmalarını sağlamalıyız. Haklarını yemeden, hak konusu çok önemli… “Nasılsa bize mecburlar, daha az ücretlerle çalıştırılmaya razılar” diyerek olmaz. Razı olmazlar, aç kalmamak için razıymış gibi görünürler ama öyle değil.
Unutmayalım ki 1910’da Balkanlar’dan gelenler oldu, mübadele döneminde gelenler oldu. Kafkaslardan, Doğu Türkistan’dan, Kuzey Irak’tan geldiler. Ben Arakan’a, Doğu Timor’a, Papua’ya, Meksika’ya gittim… Sadece “ateş düştüğü yeri yakar” düşüncesiyle yaklaşıyoruz ama mültecilik evrensel bir olaydır. Bir sabah uyandığımızda biz de başka yere gitmek zorunda kalan mülteciler olabiliriz.
Fotoğraf yarışmasına jüri üyesi olarak katkı sunuyorsunuz. Fotoğraf yarışmalarının meslekte yükselmek isteyenler için motive edici olduğunu düşünüyor musunuz?
Fotoğraf bir ifade dilidir. Teknoloji ilerledikçe bu ifadeyi artık bir cep telefonuyla bile yapabiliyoruz. Ben belgesel fotoğrafçısıyım; konuştuğum konuya ve içeriğe dair bir belge olarak düşünüp fotoğraf çekiyorum. Ama fotoğraf dilini ve alfabesini öğrenmeden işi şansa bırakmak doğru değildir. Bu tarz yarışmaların, kişinin kendi çektiği fotoğrafları başkalarının çektiği fotoğraflarla kıyaslama yönüyle iyi bir öğretici tarafı var.
İkincisi ise bunu belediyelerin yapması çok önemli. Kişi kendi yaşadığı coğrafyayı bilmiyor, tanımıyor. Sokağını, sokakta bulunan çeşmesini bilmiyor. Orada bir adamı veya geçmekte olan çöp taşıyıcısını çektiğinde, birilerine anlatırken o çeşmeyi anlatma gereği duyuyor. Fotoğrafı bir kitapta gördüğü zaman orada bir çeşme olduğunu fark ediyor. Bu farkındalık bir anda böyle dalga dalga yayılıyor. “Orada bir çeşme olduğunu daha önce hiç fark etmemiştim” diyen bir kişi, bir sonraki yarışma için daha iyisini çekmeye çalışıyor. Ve inanılmaz bir network (iletişim ağı) oluşuyor. Önce kendisi tanıyor. O yüzden bunu belediyeler bazında yapmak gerekiyor. İstanbul’da doğup büyüdüğü, yaşadığı halde İstanbul’u tanımayan ve bilmeyen milyonlarca insan var.
Fotoğraf bir belgedir, bir tarihtir. Biz tarihe tanıklık yapıyoruz. Bunun yanı sıra ortak akıl oluşturulmasında da fotoğraf birleştirici bir unsurdur. Bir kişi bir objeyi farklı açıdan çekiyor, öteki bir başka açıdan çektiğinde ikisinin ifadesinde de bir zenginleşme oluyor.
“DÜNYAYI DEĞİŞTİREN BİLGİDİR”
Bilgi sırtta değil beyinde taşınan bir şey. Dünyayı da değiştiren bilgidir. Eğer bizden önceki insanların hayatlarını okursanız; “İlim Çin’de e olsa gidin” diyen var, “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.” diyen var, “Bana Allah’ın dışında her şeyi tartışın” diyerek dünyanın her yerinden Mecusi, Budist, Hristiyan, Yahudi gruplarını getirip tartışan Fatih Sultan Mehmet var.
Konuk ettiği bilim adamlarıyla felsefe konuşuyor, kimya konuşuyor. Hindistan’da yaşayan bir fili de dert ediniyor, dünyanın başka yerinde bir zürafayı da dert ediniyor. Öte yandan yemeyi seven biri olduğu için deniz ürünlerini nasıl yiyeceğini de merak ediyor ve çoğu zaman mutfağa kendisi giriyor. Burada söylemek istediğim şey “meraklı olmak” önemlidir. Allah sana “oku” diyor, sen yaşadığın dünyayı okuduğun zaman anlam bulursun. Kainatı yaratan Rabbülalemin bu dünyayı keşfetmen için yarattı. Ben çocuk yaşta bunu keşfettim. Dünyayı keşfetmenin bir görev olduğunu ve benim foto-muhabiri ve belgeselci olarak görevimin bunu aktarmak olduğunu öğrendim. Sonuna kadar da devam edeceğim.
HABİTAT TV İLE YEPYENİ BİR SOLUK
Dünyanın dört bir yanında yaşanan göçleri, savaşları, acı ve sevinçleri Haberci programıyla ekranlara taşıyan Coşkun Aral, 50 yıla yaklaşan habercilik, belgeselcilik ve fotoğrafçılık tecrübelerini Habitat TV ile izleyiciyle buluşturuyor. Dünyanın tüm coğrafyalarındaki yaşamlara tanıklık eden usta isim, o bölgelerin bugünkü durumunu; siyasi, sosyal ve kültürel değişimlerini yansıtarak yine keyif ve heyecan dolu anları belgeliyor, Haberci’yi yeniden canlandırıyor.Birbirinden renkli yayın kuşaklarıyla yeni bir soluk olan Habitat TV’de tarih, sanat, müzik, kitap ve biyografik çalışmaların da aktarıldığı programlara yer veriliyor. Coşkun Aral, Habitat TV’de genç iletişimcilere de özel bir kuşak ayırarak, “yaptıkları işi kendi yaşam felsefesi olarak gören” yeni kuşaklara önemli bir yayın alanıyla katkı sunacak. |