İSTANBUL’U İÇ’TEN ve SAHİDEN YAŞAMANIN KİTABI REVNAKOĞLU’NUN İSTANBUL’U
RÖPORTAJ: İBRAHİM AKKURT
FOTOĞRAF: İHSAN İLZE
İlk iki cildi 29 Mayıs’ta okurla buluşan ve 5 cilt olması planlanan Revnakoğlu’nun İstanbul’u Fatih Belediyesi Kültür Yayınları’ndan çıktı. En yalın ifadesiyle sur içi İstanbul’unun kültür tarihini değiştirmeye aday bu eser büyük bir emeğin ürünü. Sur içini ilmek ilmek işleyerek şehrin derinliklerinde seyrana davet ediyor. Topkapı, Şehremini, Samatya, Yedikule, Kocamustafapaşa, Yenikapı, Aksaray, Mevlanakapı, Belgradkapı, Silivrikapı, Haseki, Samatya gibi semtlerin görülmedik mekânlarına girip bilinmedik şahsiyetleriyle hasbihal etmenin zevkini yaşatıyor.
Bugüne kadar yayımladığı eserlerle ilim ve kültür hayatımıza değerli katkılar sunan Prof. Dr. Mustafa Koç yine zor olana talip olarak 53 yıldır bekleyen hazineyi açığa çıkardı. Kendisiyle, son eseri Revnakoğlu’nun İstanbul’u üzerine konuştuk. |
Öncelikle geniş çevrelerden büyük takdir toplayan yeni çalışmanız hayırlı olsun. Bu yoğun teveccühe mazhar olan çalışmanızın tabiri caizse kahramanı Cemaleddin Server Revnakoğlu kimdir? Nasıl bir cemiyet hayatı içinde ömür sürmüştür?
Geçen asrın başlarında İstanbul’un en eski, fethin ilk şekillenen mahallelerinden Fethiye’de, Posta ve Telgraf Memurlarından Server beyden olma, saraylı Revnak hanımdan doğma Cemaleddin Server Üstünbaş 1912 yılında doğdu. Devlet-i Aliyye döneminde İstanbul’da gözlerini açtı. Çocukluk ve ergenlik devresini Devlet-i Aliyye ayaktayken idrak etti. Bu itibarla Cemaleddin, iki dünyayı bünyesinde cem eden talihlilerdendi. Babası Server bey, Posta ve Telgraf müdürlüklerinde bulunmuş, ehl-i tarik, Fatih’in eski müderrislerinden medrese eğitimi almış, kültürlü, iş bilir bir zattı. Emekli olduktan sonra Fethiye’de muhtarlık da yapmış nüfuzlu bir insandı. Devletin ve cemiyet hayatının nasıl işlediğini bilen biriydi. Annesi Revnak hanım ise saray terbiyesinden geçmiş, adabımuaşeret nedir bilen, musikiye aşina bir hanımefendiydi. Cemaleddin bey böyle bir ebeveynin tek oğlu olarak eski bir İstanbul mahallesinde büyüdü. Yaşadıkları muhitte eski İstanbul hayatı hükmünü sürdürüyor, etrafında İstanbul Türkçesi konuşuluyordu. İstanbul’un 6 asır boyunca kıvamına getirdiği kültürü ve irfanı tabii bir şekilde teneffüs ediyordu. Henüz İstanbul şehir mimarisi, mabetleriyle, tekkeleriyle ayaktaydı. Şüphesiz İstanbul’da yaşayıp İstanbul’u görmek her ölümlünün bahtı değildir. İstanbul’u bilmek İstanbul’u inşa eden kıymetlere hakkıyla aşina olmayı gerektirir. Revnakoğlu bu hazırlık safhasından geçti.
Çocukluğu sıra dışıydı. Osmanlı’nın bütün müktesebatını hususi ve umumi hayatına aksettirmiş mühim şahsiyetlerle daha çocukluk döneminde temas kurmuştu. Revnakoğlu, bakan ve gören insanlardandı. İstanbul zarafetinin, görgüsünün büsbütün hükmünü yürüttüğü bu zamanda ilk öğrenimini Fethiye’de yaptıktan sonra Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’ne girdi. Herhâlde bunda insiyatif sahibi olan babası Server beydi. Server bey Darüşşafaka Lisesi’nde okumuştu. Şarkı da garbı da bilen bir insandı. Oğlunun da bu istikamette ilerlemesini istemiş olmalı. Cemaleddin bey bugünkü adıyla Galatasaray Lisesi’ne devam ederken İstanbul tekkelerinin zikir halkalarını, devranlarını, usullerini erkânlarını bizzat içine dâhil olarak öğreniyor, tatbik ediyor, ruhunun inkişafını temin ediyordu. Aynı zamanda İstanbul üdebasının ilik ve fikir sohbetlerinden de geri kalmıyordu. Evde yüksek bir musiki tahsili görüyor, annesinden hat meşk ediyordu. Bu onun ufkunu genişletti ve İstanbul’un bütün ölü ve diri hattatlarını keşfe başladı.
O dönemde Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nin eğitim kadrosu müderrisler, şeyhler ve mühim edebiyatçılardan mürekkepti. Çok sevdiği hocalarından birisi Eyüp’te Hasan Hüsnü Paşa Tekkesi’nin şeyhiydi. Okulun müdürü Galatasaray Tarihi’ni yazan Fethi İsfendiyeroğlu’ydu. Bu zat aynı zamanda Afife Hatun Tekkesi’nin son şeyhinin oğluydu. Yine bu yıllarda Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nde şark terbiyesinden geçmiş çok kıymetli insanlara rastlanıyordu, kendi memleketlerine bir oryantalist edasıyla yaklaşan insanları yetiştiren bir ortam henüz oluşmamıştı. Şeyhülislam Musa Kazım Efendi de okulun hocalarındandı. Revnakoğlu bu insanların rahleitedrisinden geçti. İki dünyayı birden bilmek karşılaştırmayı ve görmeyi kolaylaştırır, zenginleştirir. İstanbul’un bize ait olan kısmını Yahya Kemal ancak Paris’e gidince keşfedebildi.
Galatasaray yıllarında Revnakoğlu’nun dimağı kendi mikyasında bir kütüphaneye dönüşmüştü. Şehri görüyor, duyuyor ve anlıyordu. Çünkü bu şehri anlamak için şehrin kıymetlerini bilmek ve takdir etmek icap eder. İstanbul ilmin ve irfanın mücessem hâlidir. Bunu idrak etmek ancak istidadımızı ve ilmimizi arttırmakla mümkündür. Revnakoğlu İstanbul’u bir bütün hâlinde temaşa ediyordu. Mimarisiyle, kültürüyle, insan manzaralarıyla… Evvela bu şehrin en mühim sermayesinin insan olduğunun farkına varmıştı. Bu şehir 6 yüzyıl içinde mimariden musikiye bir yığın şeyi var etmişti ama en ziyade inşasına muktedir olduğu insandı. İstanbul insanı demek, İstanbul beyefendisi, Osmanlı çelebisi, kalem beyefendisi demekti. O da İstanbul’da yetişen bu müstesna tipin peşine düştü. Tekke, medrese ve diğer kültür mahfilleri, her ne varsa taş ve tuğla arasında insanı inşa ediyordu. Allah’ın yaratıp ruhuna üflediği insana ikinci ruh bu mekânlarda üfleniyordu. Bu insan, şehrin mazisini, değerlerini, kendisine intikal eden mirası doya doya teneffüs ederek istikametini tayin ediyor, aynı zamanda bir gelecek inşa ediyordu. Revnakoğlu, teker teker kaybolmazdan önce İstanbul’un bu insanlarını görmüş ve kaleme almıştır. Şimdiki zamanda ne yazık ki insanı inşa edemeyen mekânları muhafazanın gayreti içindeyiz. Hakikaten içinden insanın çekildiği mekânlar taş ve tuğladan ibarettir. Maalesef biz bugün taşları, duvarları korumaya çalışıyoruz. Bütün bu mekânların asıl fonksiyonu insanı inşa etmektir oysa. Şimdi hiçbir mekân insanı inşa etmekte o kadar tesirli değil. İstanbul’un modern zamanda başına gelen en büyük felaket hafızasını yitirmiş olmasıdır. Revnakoğlu’nda İstanbul’un hafızasını iade etme çabası vardır. O şehrin başına gelenleri ve gelebilecekleri sezmiş ve şehrin hafızası kaybolmadan şehri her hususiyeti ile kaydetmiştir.
Kendi faaliyetlerini “cünûn-ı celîle” olarak tarif eden Revnakoğlu’nun arşivi nasıl ne şekilde oluştu?
Merhum, İstanbul’un iç tarihini yazmaya Galatasaray Lisesi’nde henüz talebe iken karar vermiş. Böyle bahtlı insanlar vardır. Yürüyeceği yolu çok erken yaşlarda tayin eder ve oradan ilerlerler. Buradaki ilk teşebbüsü; İstanbul’un son ediplerini, sufilerini, müderrislerini tespit etmek yönünde olmuştur. Ardından kademe kademe İstanbul’un iç tarihini yazmayı sürdürmüştür. Peki, bir şehrin iç tarihini yazarken köşe taşlarımız nelerdir? İstanbul’da insanı inşa eden 3 temel unsur vardır: cami, tekke ve medrese. Bu üç saç ayağı İstanbul’u inşa eden omurganın esasını teşkil etmektedir. Devamında bunların tamamlayıcı unsurları devreye girer. Revnakoğlu tamamlayıcı unsurlar derken güzel sanatları ve kültür değerlerini kastediyordu. Mesela musiki, hüsnihat, orta oyunu, tuluat, Karagöz-Hacivat diyordu, hafızlardan, mesnevihanlardan bahsediyordu.
Daha 1930’lu yıllarda İstanbul’un bütün şahsiyetleri, bu yetenekli delikanlıdan İstanbul’un iç tarihini dinliyordu. Mehmet Akif, Tahirülmevlevi berhayattı, Fatih Camii’nin 40 yıllık İmamı Arap hoca, Hafızıkütüp İsmail Saib Sencer hayattaydı. Böyle yüzlerce isim sayabiliriz. Daha 1940’larda Revnakoğlu’ndan İstanbul’un iç tarihini tamamlamasını rica ediyorlardı. Yani geniş bir alanda, bir o kadar derinden işe başlamıştı. Rahmetli Tahirülmevlevi, Fındıkzade’de evine gelen Revnakoğlu’nu üstü başı perişan hâlde görünce, “Yine hangi hafriyattan geliyorsun?” diye kendisine takılmış. Hazire hazire gezerek bütün mezar taşlarını, cami cami gezerek bütün kitabeleri derlemiş, tabiri caizse şehrin hafızasını hem ölülerden hem de dirilerden dinlemiştir. Hâliyle Revnakoğlu’nun çalışmaları etrafında bir beklenti de oluşmuştur. Kendisini kim görse, “Ne zaman bitecek Cemaleddin, bitir artık İstanbul’un şu iç tarihini de görelim beyâhu” derlermiş. Hatta Abdülbaki Gölpınarlı’dan Reşad Ekrem Koçu’ya birçok isim henüz neşir kisvesine bürünmeyen notlarından istifade etmeye başlamışlardır. Ama Revnakoğlu’nun ele aldığı şehir, zamanıyla mekânıyla ilmiyle insanıyla bir hadde, bir daireye sığamayacak kadar büyüktü. İstanbul’un bütün bir ömrünü mahdut bir ömre veya sayfaya nasıl sığdırabilirdi ki.
Revnakoğlu, yaptığı işin bilincindeydi. Diğerlerinden farklı olarak dışardan değil, içeriden yazmıştı. Mabede hacet penceresinden bakmakla yetinmemiş, içeri girmiş, halkaya dâhil olmuş, zikre katılmış, ders almış, diz dize oturmuş halleşmişti. Gittiği her yerde onu kendilerinden kabul ediyorlar, sırlarını, hikâyelerini eksiksiz, vesikalarıyla, terekeleriyle birlikte ona teslim ediyorlardı. Kendisine duyulan itimat İstanbul’u çalışan hiç kimseye nasip olmamıştır. Bilhassa cumhuriyete geçtikten sonra şeyh ailelerinde, medreselerde vücut bulan tedirginlik ve ürkeklik Revnakoğlu konu olduğunda bertaraf oluyordu. Ona gönüllerini açıyorlardı, çünkü aynı dili konuşuyorlardı.
Ayrıca mezarlıkları dolaşıyordu. İddia ediyorum ki Revnakoğlu’nun İstanbul’da kitabesini okumadığı tek bir mezar taşı yoktur. Bunca meşgale içinde hiç evlenmemiş ve dolayısıyla çocuğu olmamıştı. Vefatından sonra terekesi el yazmalarından oluşan tasnif edilmemiş şekilde 400’e yakın dosya, ömrü boyunca topladığı İstanbul’a ait hatlar, tezhipler, ebrular, tarikat taçlarından oluşuyordu. Bir müzeyi andıran Fethiye Mehmet Şah Sokak Numara 7’deki evi bir kayyuma devredildi. 370 küsur dosya Galata Mevlevihanesi’ne intikal etti. Mütebakisinden hiçbir şey kalmadı. Vakıa öldüğünde 4-5 kişinin defnettiği mezarı da kayıptır. Üzerine bir başkasını defnetmiş olmalılar. Ziyaretçisi olmayan birçok mezarın başına gelen bir durumdur. Ömrü yıllarca Mezarlıklar Müdürlüğünde memuriyetle geçen ve neredeyse her mezar taşının hikâyesini yazan biri için hazin bir manzara. Hele ki mezar taşı dikilmeyen mühim zevata reva görülen muameleyi zamanında sıklıkla eleştiren biri için…
Peki bu zengin arşive sonra ne oldu?
Revnakoğlu’nun vefatından sonra Galata Mevlevihanesi’ne intikal eden koleksiyon tasniften, indeksten, fihristten mahrum bir hâldeydi. Ancak zaman zaman ziyaret edenler oluyordu. Fakat bu sefer de el yazısını görenler dumura uğruyordu. Çünkü yazısını okumak son derece zordu.
1968’den 2000’lere kadar herkes yılında Galata Mevlevihanesi’ndeki arşivden nasibince faydalandı. Kimileri de bu dosyalardaki malumatları referans vermeden şahsileştirerek, nefsileştirerek kendi malıymış gibi kullandı. Revnakoğlu’na referans vermeden kitaplar yazan, tezlerini şekillendiren bir yığın insan gördüm. Ömrünü İstanbul’a vakfetmiş bir insanın mirasının böyle yağmalanmasından kim mutlu olabilir? Bir de kontrolden büsbütün uzak dosyaların bazı sayfalar da eksiliyordu suretiyle yağmalanıyordu. Bunu yapan kimseler içinde tanınmış isimler de var.
2000’li yıllarda Süleymaniye Kütüphanesi’nin muazzez müdürlerinden – Allah ömrünü ve sıhhatini daim eylesin – Nevzat Kaya hocamızın teşebbüsleriyle bu dosyalar Galata Mevlevihanesi’nden Süleymaniye Kütüphanesi’ne intikal etti. Arşivin tasnifine Süleymaniye Kütüphanesi’nde birkaç kez teşebbüs edildiyse de muvaffak olunamadı. Kimse üstesinden gelemedi. Dosyaların içinde binlerce vesika vardı, bunların bağlantılarını kurabilmek mümkün görünmüyordu. Söz gelişi 13. dosyadaki bir sayfanın mütebakisi 150. dosyada bilmem neredeydi. Konteksi takip etmek, o yazıyı çözmek çok zordu.
Revnakoğlu ile tanışma serüveniniz ve bu arşivi kitaba dönüştürme yolunda ilk adımlarınız nasıl oldu, bahseder misiniz?
Revnakoğlu merhum, fakir el atmadan önce de ismi bilinen maruf, meşhur birisiydi. Önce bunu bir yerine koyalım. Fakat bahsettiğim zorluklar kendisiyle hakkıyla temasa maniydi. Müşkil olanın üstesinden gelmeye meyilli bir mizacım var, bu nedenle çalışma hayatımda hep daha zorunu aradım. Nitekim Revnakoğlu’nun dosyalarıyla muhatap olunca bunun çalışılabilecek en zor meselelerden birisi olduğunu anladım. Bu kale zapt edilmeli diye düşündüm. Zira çok defa muhasara edilmiş, surları dövülmüş fakat kapılarından girilememiş bir kaleydi bu. Başlangıçta beni zalimce yere çalan Revnakoğlu’nun dosyaları, bu acıyı zamanla hazza dönüştürdü. Ham olan notlar, sabırla kemale evrildi.
Peki, bu dağınık notlar nasıl toplanabildi?
Bu notları toplamanın yolu şuydu: Revnakoğlu, İstanbul’u bir bütün olarak ele aldığı için, bir İstanbul haritası üzerinde merhumun bilgilerini bir rehber mantığında yerleştirmek gerekiyordu. Hakikaten de onun girmediği sokak, anlatmadığı mabet, içine girmediği tekke yok gibidir. Öyleyse bunları bir haritaya yayabilirim diye düşündüm. Bu teşebbüsümü fiiliyata dökünce bütün İstanbul’un eski sokaklarının şenlenmeye başladığını gördüm. Herhangi bir sokağa giriyor, 3 numarada falanca şahsiyet oturuyor, onu anlatıyordum, 12 numarada falanca bir çeşme var, onu not ediyordum. Bilgileri yerli yerine oturttukça denizin altında nefessiz kalmış kadim şehrin gün yüzüne çıkıp nefes aldığını görüyordum.
Arşivi incelerken nelerle karşılaştınız, sizi en çok etkileyen ne oldu?
Bir metnin, bir kitabın çok defa %1’i, %2’si orjinaldir. Bir müellif o % 1’i, 2’yi göstermek için kendisinden öncekilerin aktardıklarını toplar. Fakat Revnakoğlu’nun metinlerinin %90’ı yenidir. Dolayısıyla her cümle beni şaşırtmıştır desem abartı olmaz. Kendimi âdeta 1001 odalı bir konakta hissediyordum, her kapıyı açtığımda daha önce duyulmadık bir hikâyeyle karşılaşıyordum. Misal olarak söyleyeyim, İstanbul’un sufi cephesinde 300 tekkesi vardı diyelim. Revnakoğlu, bunların hepsinin son şeyhiyle oturup kalkmıştır. -Hüseyin Vassaf’ı ayrı tutuyorum- hiç kimseye böyle bir şey nasip olmamıştır. Revnakoğlu, İstanbul Mezarlıklar Müdürlüğünde memurdu ki zihninde yapmayı tasarladıklarına uygun bir pozisyondu bu. Her hikâyenin içinde o vardı. Atatürk Bulvarı açılırken de, Vatan Caddesi, Millet Caddesi açılırken de ordaydı. Her bir yer için yazı yazdı. Miras yağmalanırken de ordaydı, bu yağmanın engellenmesi için çabaladı.
İmparatorluğun yarım son yüzyılını imbikten süzercesine, en mühim sesleriyle cumhuriyete taşıdı. Elmalılı Hamdi Yazır, Mehmed Akif Ersoy onunlaydı. İstanbul koskocaman bir romansa ve roman içinde binlerce şahıs varsa o şahısları bizzat tanıyan tek adamdı. Eski İstanbul ölürken onu tekfin eden, teçhiz eden, telkin eden, cenaze namazını kılan oydu.
İstanbul’u birçok şair ve yazar anlatmaya gayret etmiştir. Revnakoğlu’nu diğer yazarlardan ayıran özellikleri nelerdir?
Mütemadiyen tekrar ediyorum bu ifadeyi ama Revnakoğlu’nu herkesten farklı kılan, müslüman İstanbul’a odaklanmasıydı. Şimdi İstanbul’u kaleme alan, berhayat olan kimilerinin amacı Bizans İstanbul’unu ön plana çıkarmaktır. Bizans İstanbul’una ait bir tweet atın takipçileriniz binleri bulur. Müslüman İstanbul biraz daha geride kalmıştır. Neden sur içi İstanbul’una gelen müslüman İstanbul’u değil de ortodoks Balat’ı ziyarete gidiyor. Artık nazar-ı dikkatimizi müslüman İstanbul’a döndürmenin ve bunu göstermenin vakti gelmiştir. Esas servet, esas malumat burada. Akif ve neslinin İstanbul’unu anlatan Revnakoğlu’na kulak vermeli, uyanıp kaldığımız yerden devam etmeliyiz.
İstanbul’u yazan bir yığın güzide yazar var şüphesiz. Ama Revnakoğlu’ndan bahsederken müslüman İstanbul dedim ve İstanbul’un bütünü dedim. Bu ikisi diğer çalışmalarda merkeze alınmadı. İkincisi, İstanbul münhasıran mekânlar şehri olarak gösterilir. Revnakoğlu’yla biz İstanbul’u ilk defa kâinatın varlık sebebi olan insan karakterleriyle bu denli derinlemesine okuyabiliyoruz. Bana kalırsa esas kıymeti buydu.
Revnakoğlu’nun notlarında tarihçi Raşid Efendi’nin kabrini ve konağını keşfettiğini biliyoruz. Bu arşivden yola çıkarak keşfedilen hangi mekânlara rastlıyoruz?
Kitabın herhangi bir 10 sayfasını okuduğunuzda Sunullah Efendi Mektebi, Mevlanakapı’da Bayraktar Mehmed Dede gibi yolunu izini kaybettiğimiz, unuttuğumuz en az birkaç mekânla, isimle karşılaşacağız. Bitmek tükenmek bilmez keşifler bu metne hacim katıyor.
Kitabınızın muhtevasına değinecek olursak, kitap içinde yer alan Kültür Okumaları kısmı neyi ifade ediyor?
Bu kitapta yer alan Kültür Okumalarının bir kısmı fakire, bir kısmı da Revnakoğlu’na ait. Kitap boyunca hazırlayan olarak benim konuştuğum yeri ve Revnakoğlu’nun konuştuğu yeri renklendirdim. Yani kitabı okuyanlar, iktibas yaptığım yeri de benim devreye girdiğim yeri de rahatlıkla görür. Revnakoğlu’nun daha iyi anlaşılabilmesi için okuyucuya naçizane bir tür rehberlik yaptım diyebilirim. Bağlama göre ihtiyaç duyulan yerde onlara bir donanım yüklemeyi hedefledim. İlgili yerde eski İstanbul’da nikâh adap ve erkânını bilmen lazım diyerek bir parantez açtım mesela. Metinde tekkeden ve posta oturtmaktan bahsediyor diyelim, bir okuma parçası açıyor posta oturtma kültürü neydi, onu anlatıyorum. Mesela Direklerarası hep sur içinin Beyoğlu’su gibi anlatılır. Fakir, bu konunun geçtiği yerde “durun ey kalabalıklar” diye seslenip “ben size tekke şeyhleri olup da ortaoyununa çıkanları anlatayım” diyor, arkasından 25-30 sayfa ortaoyunu ve Karagöz’le meşgul olan şeyhleri anlatıyorum. Kültür Okumalarının büsbütün orijinal olmasını istedim. Başka bir kitapta bulabilecekleri malumat olsun istemedim. Okuyucu belki de en çok bu kültür okumalarından hoşlanacaktır.
Revnakoğlu’nun İstanbul’u ile neyi hedeflediniz?
Birincisi müslüman İstanbul’u görmek, göstermek. Çünkü Revnakoğlu merhumun hikâyesi buydu, bunu hedefledi ve ömür sermayesini bu yolda tüketti. Bende bunu merkeze aldım. İkincisi İstanbul mirasını vesikalarıyla tespit etmek, doğru bilinmesini ve doğru anlaşılmasını sağlamak. Üçüncüsü, bu metnin bir referans metin olabilmesini başarmak. Bu itibarla çalışmayı akademik bir dikkatle yürüttüm. Revnakoğlu’ndan iktibasları onun dosya ve imaj numaralarını göstererek verdim. Dördüncüsü, yazarın anlatımıyla alternatif bir şehir rehberi oluşturmak. Okuyucuların İstanbul’u gezip şehrin ruhunu duymalarını, anlamalarını ve neleri kaybettiklerini görmelerini hedefledim.
Çalışmanızın sonraki safhaları nasıl olacak bahseder misiniz?
Öncelikle Fatih Belediye Başkanı Ergün beyin bu çalışmayı fark etmesi benim için çok değerliydi. Eğer Ergün beyin dikkati olmasaydı kendi hâlinde giden, ağır ağır yıllara yayılan bir çalışma olacaktı. Çalışmama talip oldu, beni teşvik etti. Sağ olsun her türlü imkânı seferber etti. Onun bu teveccühü benim bu işe çok odaklanmamı sağlamıştır. Başta kendisine ve onun mesai arkadaşlarına minnettarım, müteşekkirim.
Fatih ile ilgili iki cildi yayımladık, 5 cilde tamamlamayı planlıyoruz. Sonraki safhalar hakkında bir şey söylemek icap ederse, 3. cilt Vatan Caddesi ile Fevzipaşa Caddesi’ni toplayacak. 4. ciltte muhtemelen Mevlanakapı, Silivrikapı, Şehremini, Samatya bahisleri yer alacak. 5. ciltte ise Unkapanı, Süleymaniye çevresi, Beyazıt, Sultanahmet, Kadırga, Kumkapı ve etrafına odaklanılacak.
Fatih kısmı bittikten sonra, gönlüm önce Eyüp ve Haliç’i, Üsküdar ve kademe kademe boğazı ve diğerlerini kaleme almaktan yana, ya nasip!
Teşekkür ederiz…