KOLEKSİYONCU GÖZÜNÜ GÜZELE ALIŞTIRAN İNSANDIR

  • PELİN AVCI

Fatih Yeditepe dergisi için evinin kapısını çaldığımız Mehmet Sermet Molu, bizi sanat galerisini andıran salonunda ağırladı. “Eski İstanbul beyefendisi” deyişinin tam olarak günümüzdeki karşılığı Sermet bey. Çocuk yaşta adım attığı Kapalıçarşı’da uzun yıllar kardeşleriyle birlikte baba mesleği olan mücevher imalatı ve ticareti işini sürdürerek dünya çapında başarılara imza atmış. Güzel sevgisi onu zamanla iyi bir antika ve sanat koleksiyoncusuna dönüştürmüş. Sermet beye Kapalıçarşı’nın esnaf kültüründen müzayede ve mezat âdetlerine merak ettiğimiz ne varsa sorduk. Keyifli okumalar.

Kapalıçarşı’nın eski esnaflarındansınız. Çarşının alışveriş kültürünü biraz anlatır mısınız? 

Kapalıçarşı 500 küsur yıllık bir tarihe sahip. Hatta kimilerince buranın iç bedesten dediğimiz kısmı İstanbul’un fethinden önce de çarşı olarak kullanılıyordu. Eğer öyleyse Kapalıçarşı’nın mazisi İstanbul’un fethinden daha eskiye gider. Kapalıçarşı, İstanbul’un hatta bütün ülkenin ticari hayatında birinci derecede önemli bir merkez. Biliyorsunuz, eski çarşılar sadece ticaretin döndüğü yerler değildi, buralar aynı zamanda adap ve erkân okulları olarak iş görürdü. Çarşının toplumsal ahlakın tesisinde payı büyüktü. Burada müşteri ile esnaf arasında son derece güvenli bir ilişki vardı. Tabii o zamanın ticari kuralları şimdikine göre daha farklıydı. Bir ürünün reklamını yapmak, malını fazlaca övmek ayıp karşılanırdı. Müşterinin ürünü kötülemesi de aynı şekilde ayıptı. Bütün bunlar o çarşının kültüründen ileri geliyordu. O kültürün yaşatılması gerekir. Kapalıçarşı’da sokak isimleri çadırcılar, kalpakçılar, örücüler, kilitçiler, yorgancılar, akikçiler gibi mesleklere göre verilmiştir. Her esnaf kolunun kendine ait sokağı, bir bölgesi var. Bu da bize çarşıda işleyen sistemi gösterir. Alışverişe gelenler istedikleri ürünü kendi sokağında bir arada görebiliyordu. Esnaf da birbiriyle dayanışma hâlindeydi. Maalesef mesleklerin çoğu kayboldu. Kapalıçarşı’daki esnaf çeşitliliği azaldı. Bizim çocukluğumuzda kuyumcular parmakla sayılacak kadar azdı ve kuyumcu dükkânları kendi sokağında sıralanırdı. Ama şimdi bakıyorum, Kapalıçarşı denilince akla hemen kuyumcular geliyor. Her ne kadar son 50 yılda büyük değişiklikler olmuş, Kapalıçarşı renkliliğinden çok şey kaybetmişse de yine de kendine mahsus cazibesini koruyabilmiş.

Çocukluğunuzdan beri Kapalıçarşı’da mısınız?

Evet. O zamanki âdete göre okullar tatil olduğunda neredeyse hiçbir çocuk evde durmazdı. Çocuklar ailenin iş yeri varsa orada, yoksa eşin dostun dükkânında, atölyesinde çalışır vaktini değerlendirirdi. Ailelerin bundan maddi bir beklentisi olmazdı. Hatta bizden önceki dönemde babalar kendi çocuklarını yanında, dükkânında çalıştıran ahbaplarına para verirlermiş. Çocuğum orada bir iş öğreniyor diye düşünürlermiş. Hakikaten de çocuklar bu yolla küçük yaşta hem kendi emeğinin karşılığını görme zevkini tadar hem de hayatın meşakkati, zorluğunu tanımış olurdu. Şimdi böyle bir âdet kalmadı.

 

Kapalıçarşı’da başlayan ve dünyaya açılan bir aile şirketiniz var. Bu başarıyı nasıl sağladınız?

Kapalıçarşı insan ihtiyacını karşılayabilecek her şeyin bir arada bulunduğu yer, daha doğrusu eskiden öyleydi. Bu özelliği yabancılara hep cazip gelir. Çünkü kapalı çarşı kültürü doğulu ülkelere mahsus, Batı’da görülmez. Mekânımız Kapalıçarşı işimiz de daha çok yurt dışına yönelik olunca dünyanın birçok yeriyle irtibatımız oldu, tanındık. Zaman ayırınca, emek verince her şey olur. Ne yapıyorsak yapalım, işimizin hakkını vermemiz gerekir. Ben eski âdete göre yetiştim, daha ilkokul sıralarındayken iş hayatına bir ucundan dâhil edildim.

Sanat eserlerine ilginiz ne zaman başladı?

Kapalıçarşı dediğim gibi her ihtiyacı karşılayan bir mekândı. Antikalar ve sanat eserleri bakımından da oldukça zengin bir yerdi. Özellikle iç bedestende her döneme ait antika eşyaya, sanat eserlerine rast gelmeniz mümkündü. Burada çok iyi ressamlarla, çok iyi hattatlarla karşılaşmanız an meselesiydi. Osmanlı pazarı için yurt dışında yapılmış porselenlerin, ahşap işlerinin, süs objelerinin en çok ve en iyilerinin bulunacağı yer Kapalıçarşı ve etrafındaki hanlardı. Çocukluğum bu havayı teneffüs ederek geçti. Bu eserlere çok değer verildiğini keşfettiğimde kendim de özel olarak ilgilenmeye başladım. Bu merakımın hayatıma yansımaları pozitif oldu. Çevremizde bu sanat eserleriyle ilgilenen kim varsa ahbap olduk.

Evinizdeki kıymetli eserler size sorulacak pek çok sorunun yanıtı gibi, ancak yine de sormak isterim. Eser toplarken nelere dikkat edersiniz, özellikle ilgilendiğiniz bir dönem var mı?

Esasında güzeli seviyorsanız, güzel olan her şey size hitap eder. Hangi dönemde üretilmiş olursa olsun, ben güzel olanın taliplisiyim. İster Osmanlı ister Avrupa; çok da fark etmiyor. Diğer taraftan Osmanlı devleti bir imparatorluktu, neredeyse sınırsız bir kültürel zenginlik barındırıyordu. Bütün medeniyetlere açık, onlarla ilişki içindeydi. Batı’yla bilhassa yakın bir diyalog hâlindeydi. Osmanlı sağlam zevk sahibiydi. Öyle ki Avrupalı sanatçılar bu zevke hitap eden eserler ürettiler. Birçok porselen, saat ve mobilya eşya Osmanlı pazarı için imal edildi. Hâliyle benim tercihim de bu yönde. Elbette koleksiyonculukta yakın dönem eserlerini takip ve temin etmek daha kolaydır. Kimi durumda kendi mizacımıza yakın gelen eserleri tercih ettiğimiz de olur. Ancak başta dediğim gibi, benim için temel kıstas güzelliktir.

Güzelin de kendisine göre kuralları vardır

Size göre güzelin tanımı nedir?

Güzelin tanımı çok kimse tarafından yapılmıştır. Kimisi güzelin herkese göre değiştiğinden bahseder. Bu düşüncenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Güzelin kendisine göre kuralları, ölçüleri vardır. Renklerin, çizgilerin kesinleşmiş güzellik ölçütleri vardır. Bu kurallar, ölçüler tarihin en eski devirlerinden bu tarafa derin bir sanat tecrübesiyle birlikte intikal etmiştir. İlk iyi sanatçılar, ustalar doğadan faydalanmıştır. Doğadaki motifleri, renkleri, tonları sanata bir ölçüyle geçirmişlerdir. Tabiata baktığınızda renklerde hiçbir uyumsuzluk göremezsiniz, bütün tonlar gözünüze hoş görünür. Şu da var ben şu rengi daha çok seviyorum diyebilirsiniz. Ama en güzel renk budur diyemezsiniz. Yeşil, kırmızı, mavi vs hepsi yerini, ölçüsünü bulduğunda en güzel tondadır. Bu sebeple sanatçıların güzellik ölçütlerine riayet etmesi gerekir. Koleksiyoncu içinse önemli olan gözünü güzele alıştırmasıdır. Güzel obje ancak böyle seçilebilir.

Koleksiyoncu olmak en başından beri aklınızda var mıydı?

Hayır yoktu. En başta amacım evimde birtakım güzel nesne ve eşyaya yer vermekti. Hani güzel bir şey görünce onun sahibi olmak isteriz ya. Kimi insan yüzlercesini biriktirmek suretiyle tatmin olur. Kimi insan da beğendiği eserleri izlemeyi sever, onları hep görebileceği yerde tutar. Ben de böyleyim. Duvarımda asılı tabloyu bir süre sonra başkasıyla değiştiririm. Bu yenilik, değişiklik insana iyi gelir. Ben müzecilik mantığı ile biriktirmem. Eserler evin, yani hayatın içinde, daima görünür olmalıdır. Böylece o evdeki çocukların gözleri de güzele alışır, zevk sahibi olur.

Bir eserin hayalini kurduktan sonra sanatçıya sipariş veriyorum

Her eserin manevi bir değeri var mı sizde?

Eser toplamak iki şekilde olur. Birincisi ilgi duyduğunuz alanda her şeyi almak, ikincisi eseri üreten sanatçıyla ilgili her şeyi toplamak. Benim hayatta olan sanatçılarla tanışarak onların eserlerini almak gibi bir tercihim oldu. O yüzden özel yaptırdığım her eserin bir hikâyesi var. İbrahim Safi’ye ait resimleri duvarlarımda görebilirsiniz. Evine gidip kendisiyle sohbet ettikten sonra aldığım tablolar bunlar. O yıllarda sanatçılar çok ilgi görmüyorlardı. Benim gibi genç yaşta birinin onlarla sohbet ederek eserlerini alması onlara çok hoş geliyordu. Benim için de hoş hatıralar oldu. Burada gördüğünüz levhaların büyük bir kısmı 50 yıl öncesinde sanatçılarıyla tanışıp onlara siparişle yaptırdığım eserlerdir. Eskiden hattatlar genelde sipariş üzerine çalışırdı. Bende Hüseyin Kutlu, Hasan Çelebi, Nuriye Hanım, Nurullah Özdem, Arda Çakmak gibi birçok hattatın hattı mevcut. Bu sanatçıların hepsinin evine, atölyesine gittim. Kendileriyle sohbet ve istişare ederek eserin üretimi aşamasına dâhil olma şansı elde ettim. Zaten aranızda belli bir yakınlık oluşunca sanatçılar sizin de fikrinizi almak isterler. Herhangi bir fikri olmayan birine eser üretmek daha zordur. Meşhur bir söz vardır, “Marifet iltifata tabidir.” Bu çok doğru. Bendeki çerçevelerin çoğu eskidir. Aralarında 200-250 yıllık olanları var. Bunlar antikacılardan alınabiliyor. Birçoğu da yurt dışından geliyor. Bir defasında yurt dışından elime çok güzel ve kaliteli çerçeveler geçmişti. İçlerine yazı yazdırmayı düşündüm. Bu talebim hattatlara başta tuhaf geldi. Çünkü sanatçı öncelemesi gereken şeyin kendi sanatı olduğunu düşünür. Fakat daha sonra çerçeveye göre eser yapmak fikri onlara da makul göründü. Hatta onlarda yeni bir ufuk açtı diyebilirim. Bu duvardaki çerçeveler olmasaydı bu yazılar da olmayacaktı aslında. Eserlerimin hepsinin işte böyle bir hikâyesi var. Çerçevesi başka yerden, yazısı başka yerde yaptırılmış, tezhibi için günlerce çalışılmış…

Süheyl hoca bana hem sanat zevki aşıladı hem dünya görüşümü genişletti

Süheyl Ünver ile tanışmanız nasıl oldu?

Lisede talebeyken bir arkadaşımın yaptığı tezhibi gördüm. Bu arkadaşım vesilesiyle Süheyl hocadan haberdar oldum. Kubbealtı Cemiyetine gittim. Çarşamba günleri orada dersler yapılıyormuş. Ben de kaydoldum. Tezhip ve hat atölyesinde arkadaşça bir ortam vardı. Burada başka bir âleme girmiş gibi oluyordum. Cuma günleri de Cerrahpaşa Hastanesi’nde Süheyl hocanın yanında çalışmalara devam ettik. Süheyl hoca bana hem sanat zevki aşıladı hem dünya görüşümü genişletti. Hayatıma birçok güzellik kattı. Onu tanıdığım, onun öğrencisi olduğum için kendimi fevkalade şanslı hissediyorum.

Faik Kırımlı çini koleksiyonunuzdan da biraz bahseder misiniz?

Osmanlı sanatları içinde çini önemli bir yer tutar. Çini mimaride en görünür süsleme unsurudur. Camilerin büyük bir kısmında özellikle 16. yüzyıl yapılarında çok değerli çiniler göze çarpar. Osmanlı çinisinin bir benzeri dünyanın herhangi bir yerinde üretilmemiştir. Çini sadece desenden ibaret değildir. Onun birde teknik, teknolojik boyutu vardır. Ne zaman maliyetler azalsın diye farklı malzemeler kullanılmış, çini sanatı o zaman gerilemiş, neredeyse yok olma derecesine gelmiş. Tekfur Sarayı’nda üretilen çinilerle bir nebze olsun canlanma görülse de hiçbir zaman 16. yüzyıl çinilerinin kalitesine ulaşılamamış.

Faik Kırımlı, gördüğü bir İznik çini parçasından yola çıkarak bu sanatı yeniden canlandırabileceğini düşünmüş, hayatını buna adamış bir sanatçı. Tanışmamız onu tanıyan bir arkadaşım sayesinde oldu. Birlikte uzun zaman geçirme bahtiyarlığına eriştim. Faik bey çok öğrenci yetiştirdi. Hem Kütahya’daki firmalara hem İstanbul’da bu işe gönül veren insanlara çini sanatını anlattı. Onun dışında kimse 16. yüzyıl çinilerine yakın çiniler üretemedi. Buna rağmen ürettiği eserlere uzun süre bakmaya tahammülü yoktu. Çünkü baktıkça kendinde hatalar görebiliyordu. Son derece zor şartlar altında kurduğu bir fırını vardı. İlk defa renklerin istediği tona yaklaştığı, renklerin akmadığı, sırın tuttuğu bir eser üretmişti. Onu bir dostu beğenip almış, seneler sonra o arkadaşı bu parçayı satmak istemiş. Faik Kırımlı da ondan alıp bana getirmişti. Bunun yanında, başarılı olma ümidi taşıdığı eserlerinden birkaç tanesi daha benim koleksiyonumdadır.

Uzun yıllar Fatih’te kalmışsınız. O günlerden bahseder misiniz?

1956-1964 yılları arasında Taşkasap semtinde oturduk. Oğuzhan caddesinde ve Sofular’da oturmuşluğumuz da var. Her şeyin süratle değiştiği bir ortamda ne şehir ne semtler eskisi gibi kalır. Fatih bizim yaşadığımız dönemde eski İstanbulluların oturduğu bir yerdi. Nüfus azdı ve yarıdan fazlası en az üç kuşak Fatihliydi. Vatan caddesinin iki tarafında bostanlar vardı. Nüfus artışıyla birlikte buraya özgü hayat tarzı yok olmaya yüz tuttu. Kapalıçarşı’ya yürüyerek giderdik. Çünkü yürüdüğümüz yerlerde çok güzel eserleri seyretme imkânı bulurduk. Şehzadebaşı Camii ve külliyesi bunlardan biriydi mesela. O güzel binaları büyük oranda kaybedince şehirde yürümenin bir tadı da kalmadı.

Mezatlara şekerlik satışı ile başlanırdı

Geçmişte müzayede ya da mezatlar şimdikinden farklı mıydı?

Müzayede “arttırmak- tezyit etmek”, mezat ise “arttırma yaparak satmak” demek. Müzayede ise eserlerin fiyatlarını arttırmak için taliplileri âdeta yarıştırmak demektir ki bence Türk mantığına uygun değil. Hatta bir deyim vardır, “Haraç mezat satıldı.” denilir. Bir sebep zuhur etmiş ve satılmıştır. Hâlbuki öbüründe eşya iftiharla satışa çıkarılır. Bir insanın evinin eşyasını bu şekilde satması pek hoş karşılanmazdı eskiden. Şimdi usul değişti. Eski âdete göre mezatlar büyük konaklarda yapılırdı. Gazeteye küçücük bir ilan verilirdi. Meraklı olanlar zaten ilanı hemen görür gelirdi. Eserler 50 ila 100 kişiye teşhir edilirdi. Tatlı başlasın tatlı devam etsin diye mezatta ilk şekerlik satışı yapılırdı. Genelde ucuz bir parça olurdu. Benim de çok hoşuma giden bu geleneği hâlâ yaşatan mezatlar var. İnşallah devam ettirilir. Kapalıçarşı’da Sandal bedesteninde 4 mezat salonu vardı. Bunlarda eşya, halı, mücevher ve antika mezatları yapılırdı. Mezat zamanına kadar eserler vitrinde teşhir edilirdi. Eşyanın bedelini tahmin eden, esere bir bedel biçen kişilere muhammen denilirdi. Bu kişiler hem eşyadan hem antikadan çok iyi anlarlardı. Mezat konusunda çarşıda çok tecrübeli insanlar vardı. Şimdi her iki etkinlik de farklı mekânlarda yapılmaya devam ediyor. Hatta artık çevrimiçi müzayedeler bile yapılıyor.

Start typing and press Enter to search