Son Marmaratör Yurdakul Dağoğlu
Sanayici ve 1950 sonrası Türkiye’nin entelektüel ve siyasi mahfillerinin yakın tanıklarından Yurdakul Dağoğlu, aynı zamanda bir hukukçu. Meşhur Marmara Kıraathanesi’nden başlayarak zamanın önde gelen ilim, sanat ve siyaset erbabının sohbetlerinde bulunmuş, onlarla dostluklar kurmuş; kurucuları arasında yer almış, entelektüel birikimini sohbetlerinde dostlarıyla paylaşmış bir çınar. Kendisiyle sur içinin yakın tarihimize damgasını vuran önemli mekânlarını konuştuk.
Son Marmaratör: Yurdakul Dağoğlu
Akif Kuruçay
Sizi biraz tanıyalım…
1935 yılı Kasım ayında Kars’ın Ortakapı mahallesinde dünyaya gelmişim. Kars benim doğum memleketim. Kars’a karşı heyecanım hâlâ sönmedi. Çocukluğum orada geçti. Bana göre orası Doğu’nun New York’u gibi, muhtelif milletlerin, kültürlerin birbirlerine fazla karışmadan bir arada yaşadığı bir yerdi. Sovyetlerden kaçıp gelen Azeriler, kendilerini yerli nüfus olarak tanımlayan Türkler ve Kürtler, bu ikisi arasında üçüncü bir topluluk olarak Terekemeler… Bunlar kendi köylerinde hayatlarını çok iyi organize ederlerdi. Herkesin kendine ait bir düzeni, bir sosyal yaşantısı vardı. Türkiye’nin şartları içerisinde Kars iyi bir deneyimdi. 1953’e kadar farklılıklar içeren böyle bir atmosferin içinde yaşadık. Babam ağırlığı manifatura işi olmak üzere ticaretle meşguldü. Kars’ta işlerini büyütemeyeceğini anlayınca İstanbul’a taşınma kararı aldı, böylece İstanbul’a geldik.
İstanbul’da nereye yerleştiniz?
Evimiz Laleli’deydi. Daha sonra Çemberlitaş civarındaki Dizdariye’de oturduk. Babamın iş yeri Eminönü’nde, Sultanhamam’ı semtindeydi. Öyle bir yer ki altında Tahtakale, üstünde Cağaloğlu… Orası bir nevi İstanbul’un ticari merkezi, aynı zamanda kültür değerleri açısından oldukça zengin bir yerdi. İstanbul’un, dolayısıyla Türkiye’nin ekonomi politiğini bu bahsettiğim bölgeler tayin ederdi. Marpuççular hırdavatçılığı, Sultanhamamacılar kumaşı, tekstili, konfeksiyonu, Cağaloğlu tarafı da entelektüel ve siyasi hayatı, gazeteciliği… Babam, amcam çok çalışkandılar. Ekonomik faaliyetlerini kısa zamanda büyüttüler.
Siz ne yapıyordunuz o yıllarda?
İstanbul’a geldiğimiz zaman ben de İstanbul Erkek Lisesi’ne girdim. Aslında 4 senelik bir okuldu, ancak benim dönemimde lise eğitimi enteresan bir şekilde 5 seneye uzadı. İstanbul Erkek Lisesi’nde okumamın benim için bir nasip ve hayırlı bir ikbal olduğunu düşünüyorum.
Lise yıllarından hatırladıklarınızı sorsam…
Orada muhteşem hocalarım oldu, muhteşem bilgiler öğrendim. Rıfkı Melûl Meriç, Hakkı Süha Gezgin, Salim Rıza Kırkpınar, Nurettin Topçu gibi büyük isimleri orada tanıdım. Mesela Hakkı Süha Gezgin divan edebiyatının hayranı bir insandı, kendi de şairdi. Felsefeyi ilk kadın felsefecilerimizden Sorbonne mezunu Keyise İdalı hanımefendiden okudum. Son derece disiplinli, ciddi bir kadındı. Cemil Meriç’e de hocalık etmiş. Aynı şekilde Cemil Sena Ongun da felsefe hocamızdı. Dersini ibadet edercesine, vecd içinde sallanarak anlatırdı. Bunlar hatırlayabildiklerim. Okulumuz Türkiye’de en üst seviyede eğitim veren kurumların başında geliyordu. Başarılı isimler çıktı oradan, mesela aklıma hemen geldi diye söylüyorum, ömrü uzun olsun Doğan Hızlan sınıf arkadaşımdı. İyi bir münekkittir. Elbette bu isimlerin içinde merhum Nurettin Topçu’nun yeri bende başkadır.
Nurettin Topçu’ya sonra tekrar geleceğiz, buradan üniversite yıllarınıza geçmek istiyorum. İstanbul Hukuk’tan mezun oldunuz. Bu tercihinizde kimin etkisi oldu?
Evet. Babamın ticari bir hayatı içinde danıştığı, fikir alışverişinde bulunduğu hukukçu arkadaşları vardı. Hukuk ticari faaliyetlerin önemli bir ayağını oluşturuyordu. Kendimi bu alanda yetiştirmem gerektiğini düşündüm, babam da bu alana yönelmemde beni teşvik etti. İstanbul Hukuk Fakültesi’nin sınavını kazandım ve derslere başladım. Ancak oradaki ilk günümde öyle bir olay yaşadım ki hiç unutamam: İlk dersimiz oldukça büyük bir amfideydi. Amfinin ön sıralarında İstanbul’un en elit ailelerine mensup oldukları hâllerinden anlaşılan kızlı erkekli bir grup oturuyordu. İçimde heyecanla karışık tuhaf bir duygu vardı, çünkü alışık olmadığım, bana çok farklı gelen bir ortamdaydım. Evvela ön tarafta, bu grubun arasında bir yere oturmaya niyetlendim. Hepsi birden bana şöyle bir baktılar, enimi boyumu süzdüler. Anadolu’dan gelmiş kaba saba bir çocuğum tabii. “Burası meşgul, oturamazsın.” dediler. Ben de kısa bir duraksama yaşadım. İşte o anda amfinin arka kısımlarından gür bir ses yükseldi: “Hey dost!” Başımı kaldırıp sesin geldiği yere, yukarı doğru bakınca, kısa boylu, dolgun çehreli birini gördüm. “gelin, sizin yeriniz burası!” dedi bana.
Kimdi o genç?
Nuri Pakdil’di. Bu hadise, hayatımın en önemli dönüm noktalarından biri oldu. Ön sıraya otursam nasıl bir hayat yaşardım, kestiremiyorum. Ancak arka sıralardan yükselen o çağrıya icabet etmemle birlikte yörüngem tamamen değişmişti. Yanlış hatırlamıyorsam, 1962’de mezun olana kadar Nuri beyle devamlı birlikteydik. Onun dostluğundan aldığım tadı hiçbir şey veremedi bana. Daha sonra bürokrasideki yıllarında da münasebetimiz sürdü. Onun sayesinde Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’suyla tanıştım. Marmara Kıraathanesi’ne de beni ilk o götürdü. Burada da Sezai Karakoç ve diğer değerli isimlerle tanıştım. Kanaatimce merhum Pakdil’in Batı düşüncesine vukufiyeti neredeyse Necip Fazıl Bey’den daha ileri seviyedeydi. Kendisi Maraş’ta doğup büyümesine rağmen ana dili gibi Fransızcaya hâkimdi. Müthiş çeviriler yapardı. Bana tebriklerinde antikapitalist, antikomünist, antiemperyalist, işe ne kadar anti varsa teker teker sayar, “bu hissiyatla seni selamlıyorum” derdi.
Nihayet söz Marmara Kıraathanesi’ne geldi… Burası, 50’lerin ortalarına doğru Beyazıt Meydanı’ında meşhur müdavimleriyle İstanbul’un en önemli kültür ve sohbet mekânı olarak işleyen Küllük Kırathanesi’nin kapanmasıyla kuruluyor değil mi? Önce Küllük’ü sorsam size?
Evet, Küllük’ü de gördüm. Ancak burada fazla vakit geçirmek nasip olmadı. Üniversitenin karşısında, Beyazıt Camii’nin yanında, Emin Efendi Lokantası’nın önünde, deniz cihetine bakan bir yerdeydi. Önünde tramvay durağı vardı. Emin Efendi Lokantası tipik bir Osmanlı mutfağıydı, Yahya Kemal’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı burada yemek yerken görebilirdiniz. Hacı Muzaffer Ozak merhumdan nakleyim: sahibi Emin bey, kendi zararına da olsa lokantanın kalitesini, itibarını korumaya çalışır, yemek yemeye gelen bütün üniversite profesörlerine, hocalarına şevkle hizmet edermiş. Yakın dostlarımdan Reşat Şen de talebeyken 1954-55’lerde komi olarak burada çalıştı. Küllük kısaca Osmanlı’nın son yıllarıyla Cumhuriyet’in ilk yıllarında yetişmiş münevver, sanatçı takımının 1950’lere kadar uğrak mekânıydı. Üniversitenin yanı sıra Pertevniyal, Vefa, İstanbul liselerinin hocaları, talebeleri, Babıali’nin gazete, yayınevi, matbaa çalışanları buraya uğrarlardı. Küllük’te her türden insan olurdu, şimdiki manada ideolojik bir ayrım yoktu. Gittiğinizde mesela İbnülemin’i, Nazım Hikmet’i, Necip Fazıl’ı, Yahya Kemal’i, Nurullah Ataç’ı, Peyami Safa’yı, Hilmi Ziya Ülken’i, Abdülbaki Gölpınarlı’yı daha pek çok ismi burada görebilirdiniz. 1960’lardan sonra İstanbul’un kültürel muhitlerinde ayrışmalar, gruplaşmalar belirginleşti. Bu manada Marmara Kıraathanesi tam olarak öyle olmasa da daha çok sağ görüşlü gruplara yakıştırılan bir mekândır. Buna paralel Beyoğlu’nda mesela sol muhit kendine özgü bir çevre oluşturmuştur.
Marmara Kıraathanesi’ne hâkim havadan biraz söz edebilir misiniz?
Marmara benim için bir medrese mi yoksa bir tekke miydi? Layıkıyla nasıl ifade edebilirim, bilmiyorum. Ancak burasının hepimizin hayatında derin izler bıraktığından eminim. Evvela Marmara, her şeyden önce üniversite profesörlerinden talebelerine, şairinden, yazarından emeklisine, istisnasız bütün aykırı fikirlerin, müdekkik ve münekkitlerin buluştuğu bir yerdi. Burada her vakit bir anlatan ve onu dinleyen birileri muhakkak bulunurdu.
Marmara’nın caddeye bakan bir ön kısmı vardı. Tavlacılar, damacılar yukarı katta otururdu. Orta kısımda da bilardo masaları vardı. Biz ön kısımda camın kenarına yaklaşık 50 kişi dip dibe bir sohbet cemaati hâlinde otururduk. Kalorifer bazen kesilirdi. En çok çayı, üşümesinler diye cama yakın oturanlar içerdi. Çaycı Hulusi Efendi, Marmaratörlerin içtiği çayı farklı bir demlikte yapardı. Ocaktan çıkan çayı evvela kendisi dener, rengini, tadını beğendiyse bardağını tepside yarım bırakıp çayları dağıtmaya başlardı. Hangi köşeye ne vereceğini çok iyi bilirdi. Ziya Nur bey Hulusi Efendi’nin getirdiği çaya hiç itiraz etmezdi.
Marmaratörler kimlerdi?
Esasen Marmaratörleri üçe ayırmak lazımdır. Biri emekliler grubuydu ki onlar öğleden sonra saat 2’de gelirler, akşam 6’ya kadar orada oturur sohbet ederlerdi. Akşam 6’dan 9’a kadar olan bir grup daha vardı ki onlar daha ziyade üniversite hocaları, asistanları, yazarlar, edebiyatçılar, siyasetçiler olurdu, Erol Güngör, Mehmet Genç, Ali İhsan Yurt, Dündar Taşer, Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu, M. Şevket Eygi, Sedat Umran, Osman Akkuşak gibi isimler bu gruba dâhildiler. Arada bir uğrayan Necip Fazıl’ı, Sezai Karakoç’u da burada anabiliriz. Sezai beyin, Allah ömrünü artırsın, ayrı bir masası ayrı bir grubu vardı. Kendi meşrebinde gençlerle oturur, diriliş düşüncesini onlara anlatırdı. Bunun dışında meselelerle meşgul olmazdı. Necip Fazıl gibi bazen uğrayan önemli isimler arasında Osman Yüksel Serdengeçti, Galip Erdem Fethi Gemuhluoğlu ilk aklıma gelenler. Bir de Dr. İzzeddin Şadan gelirdi, kendisi Freud’un asistanlığını yapmış, psikanaliz yöntemini Türkiye’de ilk o kullanmıştı. Üçüncüler ise kahvenin coşkusunu, neşesini temsil eden gruptu ve akşam 9’dan sonra gelirlerdi. Umumiyetle onlar Beyazıt Camii’nin müdavimlerinden, burasının fikriyatını ve düşüncesini temsil eden huffaz, mevlithan grubundan kimselerdi. Bu grubun başını Hacı Muzaffer Ozak çekerdi. İçlerinde çok renkli, enteresan adamlar vardı. Nusret Yeşilçay, Aziz Bahriyeliler, Mustafa Taşkesen…
Siz tam olarak hangi gruba mensuptunuz?
Tabir caizse avare kasnak gibi, bütün grupları dolaşırdım. Bazen Ziya Nur Aksun beyin tarih sohbetlerine, Nuri Karahöyüklü’nün tahlil ve tenkitlerine katılır, bazen de Necip Fazıl Bey’den iktibas edilen bazı konuları bizlere tekrar eden Hilmi Oflaz beyin füyüzatından istifade ederdim. Necip Fazıl beye muhabbeti yabancı ifrat boyutundaydı. Onun gibi bıyığını düzelttirir, ses tonunu onun ses tonuna benzetmeye çalışırdı. Necip Fazıl beyden bahsederken sanki namaza duracak bir imamın kıyafetini değiştirmesi gibi, bütün hâl ve hareketini değiştirir, bambaşka bir surete bürünürdü. Her davranışı ile Necip Fazıl’ın temsilciliğini ve müvezziliğini yerine getirme sorumluluğunu ve heyecanı yaşardı. Tahsili olmayan bu zatın, üstattan aldığı müsaadeyle anlı şanlı profesörlerin, münekkitlerin, münevverlerin önünde hayli edibane nutuklar atmasını, hayranlıkla izler, hayrete düşerdim. Hayatımda gördüğüm en enteresan adamlardandı. Bir kahraman diyebilirim onun için, yüreğinde Don Kişotvari bir şövalyelik taşırdı. İlginç tahlillerle, müthiş bir inançla, geleceğin müjdesini verirdi.
Hilmi Oflaz’ı anmak güzel oldu.
Bir keresinde hiç unutmuyorum Necip Fazıl Bey kendisini takdim etmesi için Aydınlar Ocağı’nın açılışında Hilmi Oflaz’a söz vermiş, o her biri alanında devleşmiş profesörler, Ayhan Songar, Süleyman Yalçın ve Sabahattin Zaim gibi isimlerin karşısında kendinden emin tavırlarla müthiş bir takdim yapmıştı. Bütün bir gün hazırlanmış, bıyığını Necip Fazıl gibi düzeltmiş, gömlek giymiş, kravat takmış. Hepsi üstada güzel gözükmek için.
Çoğu zaman gece ikilere kadar süren sohbetlere Hilmi Oflaz da kalırdı. Kahve kapanıp herkes dağılınca benim görevim, günün olaylarını bir Osmanlı divanı kültürü içerisinde tahlil ve tertip ederek sohbeti bağlayan Ziya Nur beyi gece 2 vapuruna yetiştirmek, Hilmi beyi de Boğaziçi Köprüsü’nün oraya kadar getirip bırakmaktı. Hilmi bey, oradan bir kayık, sandal ne varsa bulur, karşıya, Kandilli’ye geçerdi. Vefatından sonra da üstadını terk etmedi, Necip Fazıl’ın mezarının hemen alt tarafına defnettik onu.
Nurettin Topçu’ya yeniden dönersek…
Nurettin Topçu Marmara’ya hiç gelmezdi, uğramazdı bile. Onun kurucusu olduğu Hareket dergisi etrafında şekillenen ayrı bir grubu vardı. Fransa’da eğitim görmüş, Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe doktorasını yapmış ilk Türk bilim insanıydı. Orada hareket felsefesinin kurucusu Maurice Blondel’i tanımış, tabir caizse fikren ona intisap etmiş, onunla çalışmış. Ben onun hayat öyküsünü, özgün tavrını, o zaman Aydın Yalçın ve Nilüfer Yalçın’ın çıkarttığı Forum mecmuası vardı, orada Üniversitelerimiz adlı bir makaleden ayrıntılı olarak öğrenmiştim. Paris’te mezuniyet töreninde okul birincisi olarak kürsüye davet ettiklerinde Türk bayrağının asılması ve İstiklal Marşı’nın okunmasını istemiş. Orada kalıp ilmî çalışmalarına devam etmesini çok istemişler, ancak kabul etmeyip Türkiye’ye dönüyor ve Galatasaray’da hocalığa başlıyor. Burada bir süre sonra da Gümüşhaneli Tekkesi şeyhlerinden Abdülaziz Bekkine Efendi’nin feyzine kapılıyor. Bu zat ile beraber hemhal oluyor.
Nurettin Topçu’nun özel sohbetlerine katılır mıydınız?
Evet; evindeki sohbetlerine giderdim. Kadırga tarafında otururlardı. Validesi muhterem bir kadındı, bize çay hizmetinde bulunurdu. Her defasında sayımızı nasıl tutturuyor diye şaşırırdım. Sonra fark ettim, meğer kapının önündeki ayakkabılarımızı düzeltir, güzelce silermiş. Ayakkabı sayısından anlarmış kaç kişi olduğumuzu. Nurettin bey, İsyan Ahlakı’nı yazmıştı ama ondan bahsetmekten çekinirdi. Çünkü memlekette sıkıntılı birçok sosyal hadisenin şahidi olmuştu, temkinli bir insandı. Kendisini tanımaktan şeref duydum, sohbetlerinden istifade ettim.
Bu Marmara’nın dışında başka uğradığınız, devam ettiğiniz muhitler oldu mu?
Ben de Topçu’nun izinden Gümüşhaneli Tekkesi’ne gittim. Abdülaziz Bekkine Efendi’yi görmek nasip olmadı ama Mehmed Zahit Kotku Efendi’yi tanıdım. Bazı arkadaşlarım kendisini “yaşayan üniversite” diye tanımlıyorlardı, ancak ben onu koyu bir tasavvuf fikriyatının temsilcisi olarak görüyordum. Orada en çok namazlardan sonra oluşturulan zikir halkasının içinde bulunmanın zevkini, heyecanını yaşardım. Ondan sonra, Hacı Muzaffer Ozak beyin Karagümrük’teki Nureddin Cerrahi Tekkesi’nde türbedar ve postnişin olarak vazifelendirilmesi esnasında yanında bulundum. Tekkeyi kendi şahsına münhasır bir ilim ve irfan meclisine dönüştürme mücadelesinin ve muhabbetinin tanığı oldum. Önceki şeyh Fahreddin Efendi, ufak tefek, enteresan bir zattı. Onu tanıdığımda 80 küsur yaşındaydı. Hanımıyla birlikte küçük kulübemsi bir evde oturuyor, türbedarlık yapıyordu. Fahreddin Efendi, çok iyi bir rüya tabircisiydi. O civarda bütün eşhas onun bu vasfını bilirdi. İstanbul’un tanınmış isimleri, sayılı zenginleri bizzat gelir, ondan rüya tabiri isterlermiş. Muzaffer Ozak tekkeyi ondan devralınca, tamirini yaptırdı, canla başla ihya etmeye çalıştı. Cemaatini artırmak için davetkâr bir tavır benimsedi. Otoriter davranmazdı, hoşgörülü bir insandı. Aynı zamanda sahaftı, Sahaflar Çarşısı’nın canlanmasında emekleri büyüktür.
Marmara Kıraathanesi’ne de devam ediyor bu arada değil mi?
Aslında 67’den sonra orayı terk etti. Çünkü tekkeyle birlikte kendine mahsus bir ortam oluşturmuştu. Ziya Nur Aksun Bey ile birlikte, “Hadi bir de hazreti ziyaret edelim” der, çıkar Karagümrük’e giderdik. Hacı Muzaffer beyin sohbeti yalnızca dinî konularda olmazdı, dogmatik biri de değildi. Hayatın içinde hemen her meseleyi taklitleriyle, esprileriyle anlatabilir, dinleyenleri kendisine bağlamasını bilirdi.
Marmara’nın bitişi nasıl oldu?
Oranın sahibi Abdülkerim bey vefat edince tenkis davası açıldı. Orada milliyetçi fikirli Marmaratörlerden bir kısım genç sohbet geleneğini devam ettirmek amacıyla ucuz bir bedelle orayı aldılar. 90’lı yıllara gelmeden de tamamen kapandı. Daha sonra Marmaratörlerin çoğu, Hilmi Oflaz, Mehmed Niyazi bey gibi isimler, Çorlulu Ali Paşa Medresesi içindeki Erenler’e, İLESAM’a, Türk Ocağı’na devam ettiler. Daha sonra bu muhitlere yazarlar Birliği ve Süleymaniye eklendi. Marmara geleneğini yaşatacak kültür değerleri yeni mekânlara maalesef layıkıyla taşınamadığımızı düşünüyorum. Hoş, Ziya Nur, Mehmed Niyazi, Hilmi Oflaz, Filozof Cemal beyler, Nuri Karahöyüklü gibi ahbaplar, değerli zatlar hayatımızdan bir bir çekilince sohbetlerin eski tadı kalmadı. Bu insanların yeri nasıl dolacak? Mekânların kıymeti içindeki insanlarla ölçülür sözü boşa değildir.
Şu an devam ettiğiniz bir meclis var mı?
Ben arada bir Horhor’da, Marmaratörlerden kalan küçük bir grubun müdavimleri arasında olduğu Ozanlar’a gider otururum. Bir de Marmara’nın sonlarına yetişmiş bir Rindan ekibi var, yakın zamana kadar Süleymaniye’de toplanırlardı, onlarla hasbihal ederim. Fatih Belediye Başkanı M. Ergün Turan beyin, bu tip ilim irfan meclislerine, kültürel mekânlara çok değer verdiğini, bu havayı yaşatmak, ihya etmek istediğini biliyorum. Kendisini kutluyorum. Fatih’te sohbet geleneği asla kesilmez.
Teşekkür ederiz, çok kıymetli vaktinizi bize ayırdınız.
Ben teşekkür ederim.