Bir Film Nasıl İzlenir?

Eda Selimoğlu
Lise yıllarımda senaryo teknikleri dersini aldığım Kadriye Özkal Hoca’mın film izlemekle ilgili söylediği sözü unutmuyorum: “Bir filmin sonunu öğrenmekten korkmayın, filmler sonunun nasıl biteceğini öğrenmek için izlenmezler.” O zamanlar ne demek istediğini tam olarak anlayamamıştım. Ama sanki ileride anlamlandıracağımı hissetmiş gibi zihnimde bir yerlerde yer vermişim cümleye. Şimdilerde ise filmin sonu söylenerek yapılan şakaların hiçbirine kızmıyorum.
Hiçbirimiz saatlerimizi ayırdığımız bir filmin başından yönetmenin bize göstermek istediği gerçeği anlamadan kalkmak istemeyiz. Peki bir sinema filmini nasıl daha iyi anlarız ve nasıl daha doğru izleriz? Yönetmenlerin tüm doğallıklarıyla dolaştıkları düşsel kapıları yumruklayıp duralım bugün. Bu kapıların ardından anlatılanlara sinema ve gerçeklik üzerinden süzülelim.
BİR SANİYEDE YİRMİ DÖRT KERE GERÇEK
Bisiklet ve araba sürmek gibi tekrara dayalı öğrenilmişlikler başta bilişsel bir eylem iken zamanla reflekse dönüşür. Sebepsizce önümüzde duran bir araba gördüğümüzde ne olduğunu anlamadan frene asılırız. Bu bir reflekstir. Peki burada bilinçlilik sabit ve kesintisiz bir akış mı, yoksa saniyede 24 fotoğraf karesi gösterecek şekilde kaydedilmiş bir film şeridi gibi parçalardan oluşan bir dizi mi? Hayatımızın film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçtiği anları hatırlayalım. Burada bir akışta mıydık yoksa ağır çekimde saniyenin yirmi dört karesinde yirmi dört kere gerçekliği mi yaşadık?
Sinema gerçeğin anlamını açıklamakla ilgilenir, mekân ve zaman aracılığıyla bir gerçeklik inşa eder. Tüm gerçek sanatların ilkidir. Çünkü nesnelerin uzayda yer aldıkları uzamlılıklarını kaydeder. Çerçeve, uzayı içeri doğru kutuplaştırır, ekranın bize gösterdiği her şey, tersine, evrene sonsuzca uzanır gibidir.“Hareketin yazılımı” anlamındaki sinematografi, dikkatimizi sadece neyin değil, nasıl film edildiğine yönlendirir ve bir filmin ardındaki düşünce sistematiğini çözmemizde bir ağırlık noktası oluşturur. Sinemaya hoş vakit geçirmenin dışından bakan izleyiciyi, akışa tamamen kapılmadan verilmek istenen gerçeği görmeye zorlar.-Çünkü bir film, fırça darbeleriyle, boyayarak, kalem kullanarak, çizerek değil kamera çalıştırılıp, zaman kaydedilerek elde edilir.
MİZANSEN VE GERÇEK
Georges Melies bir opera binasını çekerken, kameranın önünden spontane bir şekilde önce bir otobüs daha sonraysa bir at arabası geçiyor. Bu yanlışlık sonucu elde edilen görüntü Melies’in hoşuna gidiyor. Melies daha sonra bunu planlayarak yapma fikrini geliştiriyor. Miseenscene (Mizansen) kavramı ise burada başlıyor. Yani kamera için aksiyonun planlanarak oluşturulması.
Zamanla Melies doğal olmayan mekânlara, stüdyoların kurulmasına öncülük ediyor. Melies nasıl oynaması gerektiği hakkında oyunculara komutlar veriyor. Kostüm tasarımına da öncülük ediyor. Böylece Melies, Miseenscene’in öğeleri olan, kostüm ve mekan tasarımını, oyunculuğu ilk kullanan film yapımcısı yönetmen oluyor.
Sinemada mekânın düzenlenmesi mizansen aracılığıyla olur. Mis-en-scene orijinal adıyla mizansen “sahneye koyma”, “sahneye çıkarma” anlamıyla bir film karesine eklenen dekor, kostüm, makyaj ve ışığın bir araya gelmesinden tutun da karakterlerin kim oldukları ve sahnede durdukları yerlere kadar tüm bileşenleri kapsar. Burada bulunan her şey öykünün duygusuna katkıda bulunmalı ve dışında kalan her şey dışarı itilmelidir.
BÜTÜNÜN KAVRANABİLMESİ, YÖNETMENİ ANLAMAK
Film izleme sanatı, üretime bütüncül yaklaşmayı gerektirir. Akışa kapılmadan önce izleyeceğiniz filmin adının neden o şekilde konulduğu, afişin bize ne anlattığı hakkında fikir sahibi olmak önemlidir. Çünkü emin olun üzerine aylarca belki yıllarca çalışılmış bir şeye bakıyoruz. İzlediğimiz film üzerine okuma yapmak kadar öncesinde yapılan okuma da büyük önem taşıyor. “Filmin sonunu öğrenmekten korkmayın, filmler sonunun nasıl biteceğini öğrenmek için izlenmezler.” Biz izlediğimiz şeyin bize asıl anlatmak istediğiyle ilgileniyoruz. Subliminal aramaya değil, yönetmenin yanımızda olduğunu hissettirerek anlatmaya çalıştığı bütüncül gerçeğe odaklanıyoruz. Yönetmen…bir filmin üreticisi. Filmin yönetmenini tanımadan bir filmi hakkıyla izlemiş olamayız desek yanlış olmaz. Yönetmenin gerçekliğine yolculuğa çıkmadan önce onun geçmişi, tavrı ve tarzı hakkında bilgi sahibi olmalı, önce çekilmiş filmlerine göz atmalıyız. Kendi üslubunu oluşturmuş yönetmenleri tanırsak aynı yönetmenin farklı hikayelerinden aynı tadı aldığınızı hissetmeye başlayacaksınız. Artık bir bakmışsınız tek bir sekans yönetmenin kim olduğunu biliyor olmanıza yetiyor.
RENK VE GERÇEK
Renkler film anlatıları içerisinde önemli bir yeri vardır. Film şeridinden her bir sahneye renk atamak, bir rengi sanki senaryodaki bir karakteri yazmaya benzer. Çünkü renkler aracılığıyla oluşturulmak istenen atmosfer ve düşünce yapıları izleyicilere doğrudan aktarılabilir.
Sinemacılar rengin olmadığı dönemlerde siyah ve beyazın tonlarını kullanarak renk ahengi oluşturmaya çalışmışlardır. Ancak istenen gerçeklik ahengi tüm çabalara rağmen yakalanamamıştır.
Bütün renkler kendilerine özgü bir mesafe gösterirler. Yönetmenler, sıcak renklerin izleyici tarafından öne çıkarıldığını ve soğuk renklerin de geri çekildiğini bilirler.
Belli bir sahnedeki duygunun sembolik ya da dramatik etkisini vermek için yardım alınan rengin kültürden kültüre değişen sembolik anlamları vardır. İnsanlar bir renge her zaman bir anlam yükleyerek bakmazken, izleyici filmde gördüğü renge karşılık kendisinde uyanan hislerle, renge anlam yükler. Bazen de yönetmen, renge bilinen anlamlarının dışında yeni bir anlam yüklebilir. Renk, sahneyi daha gerçekçi bir duruma getirebilir. Aynı zamanda bize objeyle, kimliksel kodu saptamakta, karakteri ayırt etmemize yardımcı olur.
Örneğin Quentin Tarantino’nun Kill Bill’inde sarı renkli posterler dikkat çekmek için kullanılmıştır. Ama aynı zamanda Uma Thurman’ın karakterinin çılgınlığını ve dengesizliğini göstermek de sarı rengiyle amaçlanmıştır.
BAZEN MESAJLAR BİR MASALIN İÇİNDE GİZLİDİR
Tim Burton’un karakteri Edward Scissorhands, bir dehanın yarım bıraktığı eseri. Mucidinin ölmesiyle tamamlanamadığı için makastan elleri var. Dokunduğu her şeyi kesen, koparan ellere sahip olan kahramanımız, kasabanın ücra köşesinde bir dağın tepesinde tek başına yaşadığı karanlık şatoda buzdan heykeller yaparak daha önce hiç kar yağmamış olan kasabaya kar yağdırıyor.
Buraya kadar gerçek dışı bir hikâyenin içindeyiz. Şatoya yolu düşen kasaba sakininin Edward’ı görüp onu topluma kazandırmak için evine götürmesiyle hikâyenin gerçek kısmına geçiş yapıyoruz.
Yönetmenin gerçeği anlatmak için kurduğu kasabada yapaylık hemen kendini hissettiriyor. Çünkü bu kasabada muazzam bir uyum söz konusu. Edward’ın yaşadığı bölgenin aksine, yaşanan yerde hiçbir şey siyah değil, ne bir duvar ne bir kapı ne de bir araba. Burada muazzam şekilde işleyen bir hayat akışı var. Her şey parlak ve rengârenk.
Edward burada seviyor, seviliyor. El üstünde tutuluyor. Farklılığı kasaba sakinlerinin ilgisini çekiyor, onların işine yarıyor. Makastan elleriyle kasabadaki kadınların saçlarını farklı modellerde kesiyor, bahçelerdeki çiçekleri buduyor. Ta ki ilk aksiliğe kadar. İnsan sonunda kendisine benzeyeni arıyor ve benzemeyenden korkarak Edward’ı istenmeyen adam ilan ediyor. Filmin son sekansında Edward’ı karanlık şatosunda yalnızlığa mahkum şekilde buzdan heykellerini yapmaya devam ederken görüyoruz.
Filmde Edward’ın makas elleri, farklılığı ve dışlanmayı simgeleyen bir metafor. Burton, bu karakter ile toplumda farklı olanın kabul görmeyeceği gerçeğine masalsı diliyle bir gönderme yapıyor. Özellikle mekânlar ve kostümler filmin mizanseni için kullanılan en önemli parçalar.
Aynı zamanda “ahlaki bir öykü” olduğuna yönelik bir ipucu olarak “Yaratanı taklit etmeye çalışmanın anlamsız olduğu” göndermesi de yapılıyor.
YÖNETMENLERİN EN BELİRGİN ÖZELLİKLERİ
Martin Scorsese – Kamera, hareket eden nesneleri hareketi bitene kadar kesmeden izliyorsa muhtemelen Martin Scorsese filmi izliyorsun. Yönetmen ayrıca sessizliğin etkisini kullanmayı ve karakterlerinin aynada kendilerine bakarken belirli bir açıyla filmlendirmeyi de bolca kullanıyor.

James Cameron – Büyük dijital efektler, izleyenleri içine çeken yaratıcı ve etkileyici görseller, kaos ortamları ve patlamalar. Evet bir James Cameron filmindesin.

Tim Burton – Burton filmlerini onun ürettiği değişik yaratıklar, karanlık karakterler, ışıkla karanlığın arasındaki savaşlardan hemen anlamak mümkün. Tabii bir de hemen her filminde karakterlerin üstüne üstüne yağdırdığı kar meselesi var.

Steven Spielberg – Spielberg’in en sevdiği şeylerden biri o sahneyi, hikâyeyi kelimelerle değil, karakterin yüz ifadelerine odaklanarak yapmaktır. Hatta bu olaya doğrudan “Spielberg Yüzü” deniyor.

Wes Anderson – Bir Wes Anderson filminin en belirgin çekim tekniği “simetrik stil” olarak adlandırılan çekim tekniğidir. Karakterler ve nesneler hep ortaya göz hizasına yerleştirilir. Aynı zamanda bu filmlerin çoğu ağır çekim bir sonla biter.

Stanley Kubrick – Wes anderson gibi, Kubrick de kamera açısı bakımından bir özel teknik şahıdır. Simetrik stili çok fazla kullanır. Ayrıca filmlerinin tümünün sonu “final dokunuşu” olarak aynı sonla “The End” yazısıyla biter.

Start typing and press Enter to search