“MİNYATÜRÜ BOZMADAN, DEJENERE ETMEDEN, YÜCELTEREK YORUMLUYORUM” GÜNSELİ KATO
Akif Kuruçay
Gelenekselle çağdaşı buluşturan eserleriyle veya sahne performansları, televizyon programlarıyla olsun, aslında hepimiz bir yerden aşinayız ona. Coşkusu, güler yüzü ve yaşam sevinciyle kendisini her zaman bir tablo canlılığında, rengârenk görmeye alıştığımız Günseli Kato’yla güzel bir Boğaz sabahında keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Gelenekselcilerde Osmanlı’nın 16. yüzyılına sıkışmış bir anlayış hâkim. Barok veya rokokoya girdiğiniz zaman bir vaveyladır kopuyor. Yahu dönem değişiyor, yüzyıl değişiyor. Düşüncemiz, fikrimiz her şey gelişme hâlindeyken tezhip neden gelişmesin?
Süheyl hocam bir ödev verirdi, ben on ödev götürürdüm ona. Elimi öper, derdi ki “Benden de güzel yapmışsın evladım.” Edebe bakar mısınız? Onore edilen, değerli olduğunu hisseden bir gencin başarısız olma ihtimali var mıdır?
Para kazanma uğruna bu kıymetli işlerin âdeta seriye bağlanarak sevgisizce zanaat boyutuna indirgenmesine çok içerliyorum. Hiçbir özgünlük arayışı yok. Üstüne kim daha fazla kazanacak yarışı, kıskançlığı eklenince durum dayanılmaz bir hâl alıyor.
- Sizi çok yönlü bir sanatçı olarak tanıyoruz. Ama hepsinden önce A. Süheyl Ünver’in bilgisinden, görgüsünden istifade etmiş bir minyatür sanatçısısınız. Sahi, nasıl başladı bu hikâye?
Günseli Kato Bunun için 1972 yılına dönmemiz gerek. 70’lerde İstanbul’da iki galeri vardı herkesin bildiği: Taksim Sanat Galerisi ve Yapı Kredi Sanat Galerisi. Beyoğlu’nda ayak üstü herkesin rahatlıkla girip gezebileceği yerlerdi buralar. Türk Mezar Taşları Sergisi’nde hocamın sergisini ziyaret etmemle başladı her şey. O sergi hayatımın akışını değiştirdi.
- Tesadüf eseri mi gitmiştiniz oraya?
Günseli Kato Meğer o gün Yapı Kredi Sanat Galerisi’nde Süheyl Ünver ve grubunun sergisi varmış. Nasıl bir sergi ama, pırıl pırıl, mücevher gibi. Öyle coşkun bir hisle dolup taştım ki. Rabbin sana böyle bir yoldan kapı açacaksa zaten seni oraya çekiyor, sen bilmeden gidiyorsun. Bir bakıyorsun, hayatın değişiyor. O küçücük hâlimle (17 yaşında) deftere şunu yazmıştım: “Beni bana hatırlatan, tanıtan bu sergiye minnettarım.” Hiç unutmadım o anı.
- Buradan Nakışhâne yıllarına geçelim isterseniz…
Günseli Kato Ben bir şeyi öğrenmek istiyorum dersem akan sular durur. Kendileri bana o sergide “Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsü’nde her cuma sohbetimiz var, siz de buyurun.” deyince ilk fırsatta soluğu orada aldım. Liseden sonra da, “Hayatımı bu işe adıyorum, Süheyl hocam beni yetiştirir.” dedim. Ancak başlarda nasıl oturup kalkacağım, orada konuşulan mevzuları nasıl anlayacağım, hiçbiri benim açımdan kolay iş değildi. Oraya sadece geleneksel sanatları öğrenmeye gelenler değil, kelli felli tarihçiler, kallavi tıp doktorları profesörler, sanat erbabı, kim varsa hocayı ziyarete gelirdi. Ağır konular üzerinde saatlerce sohbet edilip tartışıldığı olurdu. Her oturum seminer kalitesinde geçerdi. Süheyl hocam da bize sürekli “Not alınız!” derdi. Ancak konuşulanları anlamıyordum ki neyi, nasıl not alacağım? Ara ara o notları çıkarıp bakıyorum, hâlâ anlaşılır gibi değiller, çünkü nasıl duyduysam öyle yazmışım.
- Orada öğrenci olarak başka kimlerle karşılaştınız?
Günseli Kato Semih İrteş ve Nusret Çolpan vardı. Zaten hemen arkadaş olduk ikisiyle de. Sonraki yıllar Cerrahpaşa’da Deontoloji ve Tıp Tarihi profesörü olan Nil Sarı o zaman asistandı kürsüde, derslere devam ederdi. Cerrahpaşa’dan birçok doktor olurdu. Ahmet Güner Sayar’ı da hatırlıyorum, ancak o sanat öğrencisi değildi, hocanın yanında oturur, anlattıklarını sürekli not alırdı. Hattat Hüseyin Kutlu da oradaydı. Süheyl hoca, tezhip yaptırırdı bize. Çünkü o işte en temel bilgileri, renk kullanımını ve deseni öğreniyorsun.
- Minyatürü siz mi tercih ettiniz?
Günseli Kato Süheyl hocam beni hep yönlendirmiştir. “Falanca gün şurada buluşalım kızım.” derdi. Ben de tamam derdim, ama orası nasıl bir yer bilmezdim. Bir gün Vakıflar Müzesi’nde buluştuk. Süheyl hocam, bir eserin numarasını söyleyerek müdür beyden onu getirmelerini rica etti. Biraz sonra görevli elinde 1 metre boyunda bir Kur’an’la içeri girdi. Masanın üstünde bütün ihtişamıyla duran bu sanat harikasını hocam sayfa sayfa anlatmaya başladı. Alabileceğim en müthiş ders buydu işte. Gözlerim sayfada, kulağım hocada; münhaninin, hizip gülünün âlâsını o eserde görüyorum. Rüya gibi. Kitap denildiğinde aklıma hep o sahne gelir. Bir Selçuklu dönemi Kur’an’ıydı o. Benim hayatımda gördüğüm ilk yazma eserdi. Sen gel de bu yolda yürüme! Tezhip veya minyatürle ilgileneceğim diye sabit bir düşünce yok yani bende. Sadece öğrenme tutkusuyla, sevgisiyle doluyum. Bence aslolan da sönmeyen tutkudur, motif boyamak, resim yapmak değil.
- Peki ilk minyatürlü eser hangisiydi?
Günseli Kato İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi’nde Matrakçı Nasuh’un Kanuni’nin Irak seferini (Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn) anlattığı eserini görmemle âdeta çarpıldım. Sanatla ilgilenen kim varsa bu eserin orijinalini mutlaka görmeli. Tıpkı baskısından falan hiçbir şey anlaşılmaz. Ben bu dönemin Matrakçı Nasuh’u olsam ne yapardım diye düşündüm. Bir Boğaziçili olarak Boğaz yalılarını resimlerdim elbette. İlk yaptığım resim minyatür Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’nın minyatürüydü. Ben röprodüksiyon yapmadım, kimseyi taklit etmedim, yeni bir eser ortaya çıkardım. Zaten bir resim alt yapısı vardı bende. Sonra Japonya’ya gittim. Benim o boğaz yalılarımın kopyasını yapıp Kültür Bakanlığı’ndan ödül alanlar oldu.
- Nakışhâne kadar Topkapı Sarayı’nın da yetişmenizde etkisi büyük…
Günseli Kato Gitmediğimiz kütüphane yok o yıllarda; Süleymaniye, Millet, Nuruosmaniye, Topkapı… Elbette Topkapı Sarayı’nın kişisel hikâyemdeki yeri çok büyük. Değerli insanların çömezi olarak yaşadım orada. Rahmetli Filiz Çağman’la, Nurhan Atasoy’la büyüdüm diyebilirim. Zeren Tanındı ve Banu Mahir de orada çalışıyorlardı. Şimdi belgeselini yapıyorum Filiz hocamın. 1978’di yanlış hatırlamıyorsam, sarayın bünyesinde Kültür Bakanlığı tarafından Geleneksel Sanatlar Bölümü Kursu açıldı. Semih İrteş, Cahide Keskiner, Melek Antel ve ben hoca olarak görevlendirildik. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde geleneksel sanatlardaki hocaların hepsi neredeyse oradan yetişti. İstanbul Üniversitesi’ndeki akademisyenlerle de aram iyiydi.
- Sonra bir Japonya macerası başladı. Sahi nasıl oldu bu?
Günseli Kato Bir davetle… 1980 yılında Topkapı Sarayı’na Japonlar gelmişti. Bütün dünyada bir kapitalist düzenin yavaş yavaş geliştiği, Japonya’nın da kendini dünyaya tanıtmaya çalıştığı bir dönemin başlangıcıydı. Japon iş adamları vakıflar kuruyorlar, birtakım kültürel faaliyetlerle dünyaya entegre olmak istiyorlardı. En çok da Orta Doğu’yu merak ediyorlardı. Türkiye’den kendi ülkesinin geleneğini tanıyan, İngilizce bilen, üniversite mezunu birini arıyorlardı. Topkapı’dan hocalarım benim adımı verince onlar da bu daveti bana yapıyorlar. Bir sene içinde resmî prosedürleri yerine getirdim. Topkapı Sarayı’ndan, İTÜ ve İstanbul Üniversitesinden mektuplar yazıldı Japonya’ya. Evraklarım onaylanınca Japonya yolculuğum da bilfiil başlamış oldu.
- Öncesinde bir malumatınız var mıydı Japonya’ya ilgili? Orada tam olarak ne yapacaktınız?
Günseli Kato Japonya’da Tokyo Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde okumak istiyordum. Çünkü Japon resim sanatı Nihonga’nın 20. yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biri olan Ikuo Hirayama buranın rektörüydü. Bu zat 60’lı yıllarda Hirayama tarihî İpek Yolu’nu keşfeden kişi olarak ünlenmiş, çok önemli bir ressamdı. Bütün Asya’yı adım adım gezerek İstanbul’a kadar gelmiş ve burada bir sergi açmıştı. Şimdilik hakkında tek bilgim buydu. Ancak hiç beklemediğim şey oldu. Devlet bursuyla gelmediğim bahanesiyle üniversite beni kabul etmedi. Üç ay rektörün kapısında yattım kalktım. Çok ızdıraplı bir süreçti. Sonunda insafa gelip senato kararıyla beni kabul ettiler. Geleneksel sanatlara alınan ilk yabancı öğrenciydim.
- İki yıllığına gidip 20 yıl kaldınız…
Günseli Kato Evet, 20 yıl kalıp o kültürü hazmetmeye çalıştım. Çok şey öğrendim orada, ilk olarak da hiçbir şey bilmediğimi. Türkiye’de teknik olarak çok geride olduğumuzu. Neden derseniz, bizde minyatürün esas malzemesi ortada yoktu. Doğru dürüst suluboya, guaj bile bulamaz, 70’li yıllarda Almanya’dan Pelikan boyası getirtirdik. Hiçbiri minyatür için doğru malzeme değildi. İstanbul’da sadece işin felsefesini öğrendiğimizi orada idrak ettim. Sanatımın malzemesini, tekniğini; kâğıt yapımından boya imalatına, zerefşanına kadar burada öğrendim. Sonra iki dizinin üzerinde bir yer masasında çalışmak… Binlerce yıllık bilginin süzülerek günümüze gelmesiyle ortaya çıkan bir ritüeldi bu. İki sene Tokyo Güzel Sanatlar’da okudum ve iki resim yapabildim. Öyle de zordu.
- Sanat öğreniminiz sürerken orada bir evlilik gerçekleştirdiniz.
Günseli Kato İyi ki evlenmişim, eğitim sürecimi pekiştiren olumlu etkileri oldu. Kayınpederim Takuo Kato İslam seramiği üzerine mühim çalışmaları olan tanınmış bir bilim insanıydı. Yine hocam Hirayama gibi, İpek Yolu üzerine çalışıyordu ve İran’daki kazıları ilk o gerçekleştirmişti. Daha ne isteyeyim? Çok özel bu iki insanın öğrencisi olmaktan her zaman iftihar ederim. Japonya ise gerçek manada beni bana tanıttı. Beni bana sevdirdi. Kendi kültürüme âşık etti. Biz de bitmiş olan birçok ritüeli yeniden canlandırdı.
- Türk minyatürüne bakışları nasıldı?
Günseli Kato Sanatıma çok saygıları vardı. Japonya’da yaptığım minyatürün haddi hesabı yoktur. Her sene iki sergi açardım. Gezip görmek için insanlar kuyruğa girerdi, eserlerimin hepsi satılırdı. Bir tane bile röprodüksiyon yapmadım, Kanuni dönemi minyatürü kopyalamadım. Kendi üslubumca ürettim. Kayınpederim benim eserlerimi çok beğenirdi, ancak daha küçük boyutlarda çalışmamı isterdi. Bense büyük boyutlarda üretmeyi tercih etmişimdir. Türk minyatürüne hayran kalıp öğrenmek isteyen çok insan vardı. Hemen bir dershane açtım. 82 yılından beri hâlihazırda etkinliği süren kendi adıma Osmanlı Sanatları okulum var. Benim dışımda çok kıymetli akademisyenler burada dersler verdi, binlerce Japon öğrenci yetiştirdik. Türkiye’de iki büyük kültürün benzerliklerini gösteren, minyatürlerini tanıtan sergiler düzenledik. Marmara Üniversitesi’nde Geleneksel Sanatlar Bölümü yeni açılmıştı. Yanılmıyorsam 92 yılında dekan Erol Eti beni davet etti. Japonya’da gelip üç ay boyunca bölümde şahane dersler verdim. Hüsamettin Koçan’ından Ergin İnan’ına, Mustafa Pilevneli’sine kadar benim derslerime girdiler. Japonya’daki okuluma son beş senedir gitmiyorum. Çünkü orada yetişmiş o kadar çok insan var ki. Japonlar bu işi başarıyla sürdürüyorlar, iki kültürü birleştirip şahane işler yapıyorlar.
* Türkiye’de sizin için yeni bir dönem başladı…
Günseli Kato Japonya’dan döndükten sonra sanat çalışmalarımı boyutlandırmak, sahneye taşımak istedim. Yapmak istediğim performansı resimlendirerek birkaç kurumla görüştüm. Sonunda Alman Konsolosluğu’nun arkasında restore edilmiş tarihî bir yapıda kurulmuş olan Ercüment Kalmık Müzesi’nde ilk büyük performansımı gerçekleştirdim. Bu gösteri çok ilgi çekti. Arkasından Cumhuriyet’in 75. yılı münasebetiyle Aya İrini’de Binyılın İstanbul’u adıyla büyük bir performans daha sergiledim. Her biri ayrı bir dönemi simgeleyen 10 heykelden oluşuyordu. İki metre boyunda heykeller, birinde Fatih, diğerinde Kanuni var, Hz. İsa var Hz. Meryem var. Ama hepsi Japon malzemesinden yapılmış, gerçek altın varaktan oluşan şahane işler. Bunların hepsi benim üslubumca birer minyatürdü. Ben de 21. yüzyıl Türkiye’sini temsil ediyordum. Japon bir tasarımcı bana gösterişli bir elbise hazırladı. Ayasofya’da çekimlerim yapıldı. Kimseden para talep etmeden bütün organizasyonu kendi çabamla hallettim. Gazeteleri elimde dosyalarla tek tek dolaştım, işimi tanıttım. Sergim binlerce kişi tarafından ziyaret edildi.
* Minyatürü üç boyutlu hâle ilk siz getirdiniz diyebilir miyiz?
Günseli Kato Evet. Takdir de gördü. Hakkımda olumlu köşe yazıları yazıldı. Çünkü ben yeni bir sanat yapıyordum. Köklü bir geleneği olan minyatürü bozmadan, dejenere etmeden, aşağılamadan, yücelterek yorumluyordum. Üstelik ticari bir kaygı gütmeden… Bir defa klasik anlamda minyatür dokümanter nitelikli bir kitap sanatıdır. Günümüzde bu tanımdan hareketle özgün bir minyatür eser ortaya koyabilecek bir kişi var mı? Şimdiki örnekler benim nazarımda geleneksel eserlerden yararlanarak oluşturulmuş grafik işlerdir. Üstelik aynı şeyin tekrarı olan bu işler hayret verici meblağlara satılabiliyor. Benim yaptığım sanatın içinde müzik de var beden performansı da. Heykel de var resim de. Bu tamamıyla benim hikâyem.
- Geleneksel sanatlarla meşgul olan gençler kendi üslubunu nasıl bulacak?
Günseli Kato Bence en başta geleneksel tekniğin en iyi şekilde bilinmesi, esaslı şekilde sorgulanması gerekir. Şu an minyatürün hiçbir malzemesi geleneksel üretimle yapılmıyor mesela. İkincisi elde ettiği bilgiyi kendi çağına nasıl devşirecek, yeni yüzyılın motifi, tekniği, tasarımı nasıl olacak, bu tip soruların yanıtını bulmalı. Bu konuda sanat tarihçisi, tarihçi, endüstri tasarımcısı, mimar gibi farkı disiplinlerden insanlarla grup çalışması yapmak son derece faydalı olur. Ayrıca kurgulanan çağdaş metotların yeni nesle aktarılması için karşılaştırmalı eğitim sistemine ihtiyaç vardır. Minyatür artık bir kitap sanatı olmaktan çıktığına göre, onu bütün plastik sanat formlarıyla birlikte düşünmenin yolu kendiliğinden açılmış demektir. Ayrıca sergilenme biçimi üzerine de kafa yormak gerekir. Minyatür, pekâlâ bir enstalasyon ve performansın konusu olabilir veya tiyatronun bir unsuruna dönüşebilir.
- Değerli vaktinizi bizim için ayırdınız. Teşekkür ederim.
Günseli Kato Rica ederim.