Yenibahçe Bostanları

FATİH’TEN HATIRALAR YENİBAHÇE BOSTANLARI 

  • Akın Kurtoğlu

Oldukça eski Fatihli bir aileden gelmekte olan anne tarafımın bir kısmı 19. yüzyılın ortalarında Kırım’ı terk ederek, henüz daha o günlerde inşaatı devam eden Hırka-i Şerif Camii arazisinin hemen yanı başındaki ahşap eve yerleşirken, ailenin diğer bölümü 93 Harbi’nde Bulgaristan’ın Lofça şehrinden İstanbul’a göç ederek yine Fatih’te, ama bu kez Yenibahçe semtinde ikamet etmeye başlıyor. 

Geri kalanlarsa Bursa’ya kadar yollarına devam ederek Temenyeri ve Maksem’i kendilerine mesken tutuyor.

Anneannem ve dedem, 1930’larda Hırka-i Şerif’in Yenibahçe’ye bakan yerinden satın aldıkları eve yerleşiyorlar. Annem ve teyzem burada büyüyor, genç kızlıkları burada geçiyor ve yine bu semtteyken evleniyorlar. Yaşadıkları muhiti hepsi de çok seviyor ve seneler boyu Yenibahçe mıntıkasında yaşadıkları o dolu dolu hayatı özlemle anıyor ve anlatıyorlar.

Orta hâlli bu semtle aralarında nasıl emsalsiz bir gönül bağı kurulduysa artık, çocukluğumdan itibaren gençliğimin nihayetine kadar yaşantımın hiç de azımsanmayacak bir bölümü, bizimkilerin Fatih’in o eski günlerini buruk bir özlemle anmalarına, keyifle yâd etmelerine, çaresizce iç çekmelerine şahit olmakla geçti. Bu durumdan sıkılmaz mıydım? Elbette kimi zaman bunalır, biteviye tekrarlardan gına geldiğini hisseder ve onları da üzmeden muhabbetin bir an evvel usulca yön değiştirmesini isterdim. Lakin çoktan geçip gitmiş tozlu Fatih yaşantısının lüzumsuz detaylarına kadar inilerek bana aktarılmakta ısrar edilen o bitmek bilmeyen zincirleme tekrarları, başımı isteksizce sallayarak çaresiz bir bıkkınlıkla dinlediğim ânlar meğerse ne kadar kıymetliymiş. Emsalsiz bir bilgi sağanağı şeklinde nasıl sabırla yağmakta ve bir daha silinmemecesine hafızama raptolmaktaymış, bilemedim ki!

İşte şimdi geriye dönüp baktığımda, bütün bu anlatılanların paha biçilemez değerini ve önemini anlayabiliyorum. Demek ki insanın bazı şeyleri kavraması ve kıymetini anlayabilmesi için, hiç değilse yarım asrı devirmesi gerekmekteymiş. Aktarılanları üstünkörü dinlemekle yetinmeyip, bir kenara sayfalar dolusu notlar almakla pek de iyi etmişim. Yoksa insan hafızası nankördür, tekrarlanmadıkça kenarında köşesinde yıllar boyu özenle saklanan naif detaylar giderek unutulur, zamanla tamamen kaybolur gider.

TEYZEMİN NOT DEFTERLERİ

Anneannem son zamanlarında eskilerin deyimiyle bunama emareleri göstererek geçmişi artık hatırlayamaz bir hâle gelmişti, ancak annemin ve teyzemin bellekleri oldukça kuvvetliydi. Bilhassa teyzemin… Küçük yaştaki yavrusunu kaybettikten sonra eşinden boşanan ve bir daha evlenmeyen, kendini âdeta bahçemizdeki kedilere adayan ve belki de acısını bu şekilde bastırma yolunu seçen teyzemin, özenle sürdürdüğü bir iş vardı. Günlük tutardı teyzem. Ama hiç aksatmadan, gün atlamadan. Her şeyi ama her şeyi elindeki defterlere küçük notlar hâlinde aktarırdı.

O gün kime misafirliğe gidildi, kim ziyarete geldi, o ay ekmeğin, etin, sebzenin, tramvay biletinin, trenin fiyatı ne kadardı, kim doğdu, kim öldü, hava nasıl geçti, yağmur mu indi, dolu mu yağdı, etrafı kar mı kapladı, sıcaklık kaç dereceyi gördü, kentte nerede yangın çıktı, neresi yıkıldı, neresi yapıldı, Boğaziçi vapur postalarının kış tarifesinde neler değişti, seçimlerde ne sonuç alındı, nelere ne kadar zam geldi, geceki fırtına kente nasıl hasar verdi? Dışarıdan bakılınca son derece gereksiz görünen her türden detayı, kronolojik sırayla yığınla deftere çalakalem işlemişti.

Defter dediklerim de, o senelerde âdet olduğu üzere bankaların ve kimi müesseselerin müşterilerine hediye olarak verdikleri, avuç içinden hâllice ajandalar aslında… İleride kullanmak üzere bir kenarda biriktirilen, en az iki torba dolusu yekûnda. Teyzem üzerinde yazan yılı hiç önemsemez, misal 1959’dan kalma boş bir not defterine 78 yılının önemli (!) hadiselerini yazmakta herhangi bir beis görmezdi. Tabii, ilintili yaprağın üzerinde yazan eski tarihi yatay çift çizgiyle iptal edip o günün gerçek tarihini atmayı unutmadan…

İstanbul’un kendi hâlindeki bir sakininin, vakanüvis ciddiyetiyle hiç aksatmadan gün gün şerh düşerek kayıt altına aldığı o eski zaman yaşantısına ait basit atıflarla dolup taşan, hâlbuki dışarıdan bakıldığında lüzumsuzmuş gibi görünen bu minik ajandaların bir araya gelmesiyle vücut bulan mütevazı arşivin yapraklarında, aslında hiç de azımsanmayacak kıymette ne bilgiler, ne hazineler gizliymiş, sonradan fark edebildim.

Yukarıda detaylandırmaya çalıştığım birikimin serlevhamızın işaret ettiği konularla olan alakasına gelirsek; rahmetli teyzemin bana bıraktığı arşivin bir bölümü de Yenibahçe bostanlarının ve yakın çevresinin ayrıntılarını içermekte. Krokiler, isimler, çizimler, tarifeler, komşular, dükkânlar, okullar, ibadethaneler, ahbaplar, bahçeler, sokaklar, bostanlar, kesik gazete kupürleri ve benzerleriyle örülü karmakarışık bir projeksiyon…

Zamanında hem annemin hem de teyzemin anlattıklarının üzerine bu çalakalem notlar da ilave edildiğinde, günümüzde artık 108 metre enindeki Vatan Caddesi’nin üzerine oturduğu Yenibahçe’nin evveliyatıyla ilgili -en azından benim açımdan- pek enteresan bilgiler dökülüverdi birden masamın üzerine.

HIRKA-İ ŞERİF’E İLK ADIM

İstanbul’a ilk geldiklerinde Hırka-i Şerif Camii’nin kuzey taç kapısının hemen çaprazındaki iki katlı eve yerleşen aile büyüklerim, bir süre bu ahşap konakta yaşadıktan sonra, zaman içinde yeni akrabaların da ilâvesiyle bina istiap haddini aşmaya başlayınca; dedemle anneannem ebeveynlerinden ayrılarak, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde mecburen Yenibahçe taraflarında yeni kârgir bir eve taşınıyorlar.

Ön yüzü Hırka-i Şerif Camii’ne, arka cephesi ise Yenibahçe bostanları ile dereye bakan yeni evlerinin çevresindeki komşu hane sayısı ise varla yok arası. Çünkü meşhur Fatih yangınından sonra bütünüyle harap olan araziler içinde kalan bu bölge yeniden tasarlanıyor, ızgara dilimi sokaklar planlanıyor. Önlerinden geçen ve Yamak Sokağı olarak bilinen yolun hem geometrisi değiştiriliyor hem de adı Zembilci’ye çevriliyor.

YOLGEÇEN BOSTANI

30’lardaki imar hareketleri sırasında Koyunbaba’dan itibaren Yenibahçe’ye inen toprak yol (yani günümüzdeki Akşemseddin Caddesi), Zembilci Sokak’ın ucunda, Mimar Sinan Mescidi yıkıntılarının hemen yanı başında nihayetlenerek bu kez “Yolgeçen Bostanı” adını alıyor ve aynı isimle iki yüz metre kadar daha aşağıya doğru devam ettikten sonra, bostanların sınırında sona eriyor. Sürekli içinden birilerinin geçip gittiği yerler için yapılan “yolgeçen hanı” benzetmesinden mülhem “yolgeçen bostanı” deyimi de, işte böyle çıkıyor.

Bağlık, bostanlık alandan serbestçe geçişe imkân sağlayan bu dar ve kısa yol, aslında bahçelere ulaştıktan sonra harita üzerinde bitmesine rağmen, fıziken yine de devam ediyor. Bostan sahiplerinin aralarında bıraktığı yüzeyi iri taşlarla kaplı dar patika bir yola bağlanıyor ve bahçıvanlarca Yenibahçe deresinin üzerine kurulan derme-çatma tahta köprüyü, daha doğrusu yan yana çatılmış birkaç enli kalastan ibaret atlama noktasını kullanan civar sakinlerinin, ayaklarını ıslatmadan suyun üzerinden kolayca karşıya geçebilmelerini mümkün kılıyor. Koyunbaba, Bâlipaşa, Mesihali, Mimarsinan, Sarıgüzel halkının Gureba Hastanesi’ne, Çapa ve Fındıkzade civarındaki okullara kestirmeden çıkabilmesine fırsat veren bostanarası bu yola, günümüzdeki Akşemseddin-Şehremini bağlantı aksının ilkel hâli de denilebilir.

TANAŞ, ANDRİKO VE PANAYOT’UN BOSTANLARI

Yolgeçen bostanının devamındaki patika, iki ayrı bostanın arasından geçiyor. Daha doğrusu bunlara sınır vazifesi görüyor. İnerken sağdaki bostan Tanaş’ın, solundakiyse Panayot’un… Teyzem bunlardan Tanaş’ın Rum yahut Ermeni mi olduğu konusunda her ne kadar şüphede kalsa da, her ikisinin de İstanbul Rum azınlığından olduğunu tahmin ediyorum. Tanaş’ın yanındaki bostan ise Andriko adlı bir diğer gayrimüslim tarafından işletilmekte. Günümüzde Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yer aldığı bina kompleksinin eski arazisi. Her üç bahçıvan da çevre sakinlerince tanınan, bilinen, güvenilir kimseler.

Ağırlıklı olarak sebze tarımıyla uğraşan Tanaş, Andriko ve Panayot, bölgenin marul, domates, salatalık, maydanoz, havuç, ıspanak, dereotu, taze soğan, kabak, fasulye, biber, yerelması, karalahana, pırasa tarzı mutfak ihtiyaçlarını taptaze şekilde ve çok ucuza karşılamakta olup, içlerinden ikisi bunlara ek olarak enginar da yetiştirmekte. Bayrampaşa enginarı olarak ünlenen bu sebzenin en lezzetli hasadı Yenibahçe bostanlarında yapılıyor. İstanbul’un farklı muhitlerinden insanlar, Yenibahçe/Bayrampaşa enginarı almaya hiç üşenmeden buraya kadar geliyor.

Tarıma son derece elverişli, ortasından ipince bir dere akan dar ve uzun bu hat üzerinde meyvecilik pek yapılmıyor. Yalnızca birkaç bostanın kenarına ekili sınırlı sayıdaki bir grup ağaçtan dut, erik ve incir toplanarak satışa sunuluyor.

Her bostanın ortasında enli-boylu, geniş ve derin kuyular olup her birinin etrafında sürekli daireler çizerek dolanan, gözleri bağlı birer de at. Hayvanların boynuna bağlı iplerin diğer ucundaki çıkrıklar yardımıyla kuyulardan çekilen su, hemen yanı başındaki eğreti tahta arklara boşaltılıyor. Böylece arkların eğimlerine uygun şekilde akan sularla bostanların her yeri rahatça sulanıyor.

Bütün sebze bahçelerinin bir köşesine, içine bir veya ancak iki kişinin sığabileceği ahşap kulübeler kondurulmuş. İş görmedikleri zaman bostancıların dinlenmesi yahut güneş veya yağmurdan korunmalarını sağlamak üzere çatılmış olmalılar. Akşamüzeri, hava kararmaya başlayınca kulübelerin önünde birer lüks lambası yakılarak, hafif de olsa ortalık aydınlanıyor. Yan yana sıralanan bostanların ışıkları, geceleri cılız ve titrek birer beyaz nokta şeklinde, bizim evin arka bahçe tarafına bakan camlarına aksediyor.

SUR İÇİNİN TEK KÖPRÜSÜ

Dedem hariç, ev halkının Andriko’nun bostanından öteye geçmeleri yasak. Çünkü oraların bahçıvanlarıyla herhangi bir alışveriş, dolayısıyla tanışıklık yok. Dedemin belirlediği kesin sınır, Mimar Sinan’ın dereyi aşan tek gözlü taş köprüsü ve hemen yanındaki ahşap Yenibahçe (Hoca Attar Halilağa) Mescidi’ydi.

Söylenene göre, önceleri Tahtakale’de bu adı taşıyan küçük mescidin arazisine Mimar Sinan tarafından Rüstempaşa Camii inşa edilince, bu kez yine aynı isimle tekrar burada yaptırılıyor. Caminin tek şerefeli çokgen minaresi, Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nin temelinden sızarak buralara kadar ulaşan yeraltı suyuyla beslenen çift cepheli bir köşe çeşmesinin üzerine oturmakta.

Sur içinde tek olma özelliğine sahip taş köprünün yapılış tarihi tam olarak bilinemiyor. İlginçtir ki adı halk arasında her ne kadar Yenibahçe Köprüsü olarak bilinse de, üzerinden geçen dar yol, hemen yakınında bulunan Arpa Emini Mustafa Efendi’nin vakfı olan mescidin adını taşımakta ve haritalara da Arpaemini Köprüsü Sokağı olarak işlenmekte. Söz konusu köprü ve mescit, 1956 yılında Vatan Caddesi’nin inşası başlarken yıktırılarak tamamıyla ortadan kaldırılmıştır.

Start typing and press Enter to search