SAHAFLAR ŞEYHİ MUZAFFER OZAK
Ali Ömer Yurddaş
İstanbul Karagümrük’te Nureddin Cerrahi Tekkesine yakın bir evde 1916 senesinde dünyaya gelmiştir. Pederi Hacı Mehmed Efendi Süleymaniye Kurşunlu Mederese’de ilim tahsil etmiş, II. Abdülhamid’in huzur hocalığını yapmıştır. Annesi ise seyyide Ayşe Hanım’dır. Babası, henüz altı aylıkken vefat etmiştir. I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele döneminde birçok aile ferdini kaybetmiş, bazıları da şehit olmuştur. Dönemin şartları içerisinde babasından kalan miras düşman eline geçmiş, ilkokul çağında annesiyle baş başa kalarak onun için hayat mücadelesi erken yaşta başlamıştır. Böylelikle Muzaffer Efendi küçük yaşlardan itibaren büyük sıkıntılar ve zorluklar çekmiştir. Bu sebepten ötürü verdiği vaazlarda aile kurumunun önemine sıkça değinmiş, insanlara ve yetim öksüz kalanlara yardım etmeyi, çocuk gözyaşı silmeyi, çocuk mutlu etmeyi sıkça öğütlemiştir.
Ozak, annesiyle hayatın zorlukları karşısında erken yaşta yalnız kalmıştır. Bu dönemde kendisini himaye eden babasının sınıf arkadaşı, birçok tarikten icazetli Uşşaki şeyhi Abdurrahman Sami Saruhani olmuştur. Kendisinden on iki yıl istifade etmiş, aynı zamanda ilk mürşidi olmuştur. Annesi Ayşe Hanım bu zorlu şartlar ve çaresizlik içerisinde, “Hiç değilse evlâdım kendisini kurtarsın” düşüncesiyle Ozak’ı askerî okula yahut Darüşşafaka’ya yazdırmak istemiştir. Oğlunun hayatında dönüm noktası olacak kadar mühim olan bu kararı vereceği sırada Ayşe Hanım bir rüya görmüştür. Rüyâsında karşısına çıkan bir zât: “Hanım! Sen bu çocuğu öyle asker yapma! Allah askeri yap!” demiştir. Ayşe Hanım, gördüğü bu rüya üzerine, oğlunu askerî okula göndermekten vazgeçmiş ve türlü zahmete katlanarak, oğlunun dinî ilimleri tahsil etmesini temin ederek onu Allah askeri yapmıştır. İlk ve ortaokul tahsiline devam ederken hafızlık ve ilim eğitime başlamıştır. Ozak’ın hayatı boyunca birçok hocası olmuştur. Fâtih Camii başimamı Mehmed Râsim Efendi’den Kur’ân-ı Kerîm ve tecvid, Gümülcineli Açıkbaş Mustafa Efendi’den Arapça dersleri almış, Nevşehirli Hacı Hayrullah, Âtıf Hoca, dersiâm Arnavut Hüsrev, Osman Şâkir ve Sarıyer müftüsü Hüseyin Hüsnü, Kemahlı Mahmud, Kastamonulu Ahmed, Beşiktaşlı Cemal efendilerin adap, tefsir, hadis ve fıkıh derslerine, Abdülhakim Arvâsî ve Şefik Efendi gibi şeyhlerin sohbetlerine devam etmiştir. Bir gün Camcı Ali Camii’nde vazifeliyken dersini dinleyen dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki, Ozak için İstanbul’un bütün camilerinde vaaz verebileceğini İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen’e bildirmiştir. Ozak kendisini geliştirmek ve var olan bilgisini ziyadeleştirmek adına 1936 senesinde Güzel Sanatlar Akademisine kaydolmuş, Hattat Hacı Nuri Korman, Reisülhattatin Kâmil Akdik ve tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer’in derslerine devam etmiştir.
Günler böylece geçerken birçok camiye müezzin ve vaiz olarak idareten hizmetlerde bulunmuştur. Nihayet müezzinlik imtihanını kazanarak Ali Yazıcı, Soğan Ağa ve Karagümrük Kefeli Camii’nde vazife yapmıştır. 1935-1936 yıllarında Kefeli Camii’ndeki görevi sırasında bu caminin imamı olan kitapçı Şâkir Efendi’den sahaflık mesleğini öğrenmiştir. Muzaffer Ozak bu mesleğe tesadüfi olarak başladığını belirtmiştir. Talebelik yıllarında toplamış olduğu kitapları askere gideceği zaman maddi sıkıntıdan dolayı satmak zorunda kalmıştır. Ozak’ın kitapları için cüz’î bir fiyat teklif edilmiştir. Verilen fiyata kitaplarını satmak istemeyen Ozak, kitaplarını Fatih Camii’nin önündeki musalla taşlarına yaymış ve satışa sunmuştur. Böylece sahaflık mesleğine başlamıştır. O günlerde kitap satarken yaşamış olduğu ibretlik bir hatırası ise şu şekildedir:
“Babamın arkadaşlarından Zekeriya Efendi diye biri var, o beni kitap satarken gördü, ‘Molla sen ne yapıyorsun burada?’ dedi. ‘Kitap satıyorum’ dedim. ‘Ne iyi yapmışsın. Bir yerde kitaplar var alır mısın?’ dedi. ‘Alırım’ dedim. ‘Paran yoksa ben sana sermaye veririm’ dedi. ‘Tatlıkuyu Câmisi’nin imâmının kitaplarını satıyorlar’ dedi. Beraber gittik, daha kitapları görmeden pazarlık ettik. ‘Yâ-hû Zekeriyâ Efendi! Kitapların ne olduğunu bile bilmiyoruz, önce şu kitapları bir görelim’ dedimse de ‘sen ver parayı’ dedi. Beş lira verdik, bütün kitapları aldık. Çift atlı iki araba dolusu kitap çıktı. Babam öldüğü vakit, Malta Çarşısı’nda dükkânları varmış. Çarşının kâhyası da o câminin imamıymış. Babam yirmi sene evvel vefat ettiğinde, mal taksim edilecek, yetimler var diye çarşının kapısını mühürlemişler. Bizim büyük birader, kâhyayı kandırmış, arkadan duvarı deldirmiş, içerde ne varsa almış. Babamın kitaplarını da o İmam Efendi almış. Meğer parasını verip aldığımız iki araba dolusu kitaplar babama ait kitaplarmış. Nereden nereye… Yani verdiğimiz parayı kitaplar için vermedik, yirmi senelik kira parası vermiş olduk. Kitapları aldık getirdik. Tabii ben kitapların babamın kitapları olduğunu bilmiyordum, kâhyanın kim olduğu sonradan anlaşıldı. Adâlet-i ilâhiyeye bakın! İşte böylece kitapçı olduk.”
Daha sonra Beyazıt Camii müezzinliğine tayin olmuş ve 1939 senesinde Beyazıt Sahaflar Çarşısında dükkân açmıştır. II. Dünya Savaşı yıllarında Çankırı’da askerliğini yaptıktan sonra sahaflık mesleğine devam etmiştir. Dükkânı yeni açtığı sıralarda çok genç olan Ozak’ı, ihtiyar bir kimse yanına çağırtmış, ona “Oğlum, bir gün gelecek sen bu çarşının reisi olacaksın. Sana birtakım tavsiyelerim olacak, tutarsan hayatta muvaffak olursun tutmazsan burada barınamazsın. Bu çarşıya âlim gelir, câhil gelir, zâlim gelir, akıllı gelir, deli gelir, evliyâ gelir, kötü kişiler de gelir. Sen herkese hüsn-i muamele et, hiçbir fakîri kapından boş çevirmeyeceksin, kimseye ters muamele yapmayacaksın” demiştir. İlerleyen yıllarda onun sahaf dükkânına olan ziyaretçi akını ile Muzaffer Ozak ‘sahaflar şeyhi’ olarak gönüllerde yer edinmiştir. Ozak sahaflığı “ölmüş insanların kitaplarını alıp, ölmek üzere olanlara satmak mesleğidir” şeklinde tanımlamaktadır.
Yaşar Kemal 1954 yılında Cumhuriyet gazetesinde çalıştığı dönemde sahaflar çarşısında yaptığı bir sohbeti kaleme alır. Bu yazıda sahaflıkla ilgili sorularını Muzaffer Ozak’ın yanıtladığına tesadüf etmekteyiz:
“Kitapçılar Başkanından sonra da en meşhur kitapçı Muzaffer Ozak’a gittim. Dükkânı eski kitaplarla tıklım tıklım. Kitaplar sararıp kararmış. Dükkânın bir tarafında da en güzel yazılarla yazılı levhalar asılı. Muzaffer Ozak’a sordum: Bir şeyi merak ediyorum. Bir kitabın takdirini nasıl yaparsınız? “Bu daha çok ihtisas işidir. Önce kitabın değeri… Sonra eskiliği, daha sonra da hattatın meşhur bir hattat olup olmadığı, yani yaşadığı zamanda. Bir de kitabın nüsha-i nadirattan olup olmadığı… Mesela, bir kitap yalnız, zamanında üç nüsha yazılmıştır. Bu kitabın bir nüshası dünyanın falan yerindeki kütüphanededir. Biri de falan yerde. Birisi de bizim elimize geçmiş. İşte bu çok kıymetlidir. Eğer bunun baskısı yapılmamışsa daha çok artar… Mesela, bende, Kazasker Mustafa İzzetin yazdığı Kuran vardır. Mustafa İzzet, devrinin en meşhur hattatıdır. Sultan Abdülmecid’in imamıdır. Bu kitabı Topkapı Müzesi için devlet benden yedi bin liraya aldı. Bundan başka Mevlâna zamanında yazılmış Mesnevi de var bende. Bunlar da pahalıdır.”
Kitapları çok seven Ozak, alım satım hususunda da hiçbir zaman maddi kaygı içerisinde bulunmamıştır. Öyle ki, o dönemde oldukça fazla bedel ödeyerek, yabancılar alıp yurt dışına çıkarmasınlar diye büyük bir zarara girme pahasına çok kıymetli yazma eserleri satın almıştır. Aldığı eserleri Topkapı Sarayı Müzesi’ne kazandırarak zor günlerde vatanına hizmet etmiştir. Keza birçok üniversite talebesine yardımcı maddeten olacak ve manen yardımcı olarak hayırlı nesillerin yetişmesine aracılık etmiştir. Zira eskiye rağbetin az olduğu Osmanlı dönemi eserlerinin, el yazmalarının bilmeyenlerin elinde hurda niyetine gezdiği bir dönemde Muzaffer Ozak’ın gayretleri oldukça önemlidir. Sahaflık mesleğinin gereklerinden biri de eldeki malzemeyi ehline, lazım olan kişiye ulaştırmaktır. Bu hususta da titizlikle davranmıştır. Meraklısına, istidadı olan gençlere çoğu zaman ikram ve hediyelerde bulunmuştur. Aynı zamanda bu küçük sahaf dükkânı ilim ve irfan merkezi olmuştur. Öyle ki yerli yabancı fark etmeksizin gelen misafirler bir tabure üstünde saatlerle zaman ve mekân algılarını yıkarak keyifle sohbetlerini dinlemişler, merak ettikleri hususları öğrenmişlerdir. O etrafında sosyokültürel bir çevre gelişmiş kitap tutkunları, üniversite öğrencileri, araştırmacılar, bibliyograflar, mütefekkirler, yazarlar, aydınlar birçok insan yetişmiştir. Sahaf Halil Bingöl Muzaffer Ozak’ın sahaflar çarşısındaki önemini şöyle aktarıyor:
“1980-85 arası çok iyiydi. 1985 yılında pirimiz üstadımız Muzaffer Ozak hocamız vefat etti. O çarşıdayken denge sağlanıyordu, rahmetli olunca işin tadı kaçtı. O herkesin ne satacağına karar verir ona göre gelen malı dağıtırdı. Bütün mal oraya inerdi. Esnafın şeyhi ve piriydi, o ne derse tartışmasız şekilde o olurdu. Ve herkes işinde gücündeydi, kimse kimsenin malında gözü yoktu, öyle dengeli bir şekilde giderdi. O vefat ettikten 2-3 ay sonra işler karıştı.”
Sahaflığının yanı sıra Cumhuriyet dönemi tasavvuf hayatının şüphesiz en önemli simalarından biri olma özelliğini de taşımaktadır Ozak. İlk mürşidi Abdurahman Sami Saruhani Efendi’yi 18 yaşında kaybettikten sonra emr-i manevi ile Fatih türbedarı Ahmed Amiş Efendi’nin halifesi Ahmed Tahir Maraşi’nin yanında tasavvuf derslerine devam ederken kendisinden el-Fütûhâtü’l-mekkiyye ve Fusûsü’l-hikem eserlerini okumuştur. Tahir Efendi’nin vefatı üzerine Cerrahi şeyhi Fahreddin Efendi’nin hizmetinde bulunmuştur. Böylece ömrü hayatı boyunca hocalarından, şeyhlerinden ve üstatların topladığı ilahi üzüm tanelerini sıkarak aşkın şarabını vaazları, eserleri, şiirleri ve besteleriyle yurt içi ve yurt dışında birçok kişiye içirerek hidayetlerine vesile olmuştur. Özellikle 1970’li yıllardan itibaren yaptığı yurtdışı seyahatlerinde Türk tasavvuf kültürünü tanıtmış, gayrimüslimlerle yaptığı sohbetlerde tek dinin İslam olduğunu vurgulamıştır. Böylece yüzlerce insanın İslam ve tasavvufla tanışmasını sağlamıştır.
Muzaffer Ozak’ın sahaflığının yanı sıra bestekâr ve şair yönleri de bulunmaktadır. Müzikle küçük yaşlarda tanışsa da bir hocaya talebe olması yirmili yaşlarına tesadüf eder. Beyazıt Camii’nde genç bir müezzinken Zekai Dede’nin oğlu Ahmet Irsoy’un talebesi Hafız İsmail Başeski sesinin ve tavrının güzelliğinin farkına vararak kendi meşk halkasına dâhil eder. İsmail Efendi Ozak’a düşkünlüğü sebebiyle kendi akrabası olan Gülsüm Hanım’la evlendirmiştir. Böylece yüzlerce kadim eser meşk ederken bu eserlerin gelecek nesillere aktarılmasına vesile olmuştur. O meclisler kurarak birçok dinî müzik üstadını bir araya getirmiş, himaye etmiştir. Sayesinde gençler izleyerek bile eski de olsa ziyadesiyle istifade etmişlerdir. Yirmi üç yıl boyunca Süleymaniye Camii’nde Ramazan aylarında fahri müezzinlik yaparak Enderun usulünde teravih namazı kıldırmıştır. Bugün bu güzel adetlerimizi biliyorsak, ilahiler dinleyebiliyorsak, şüphesiz bunda Muzaffer Ozak’ın ve izinden gidenlerin büyük payı vardır.
Muzaffer Ozak’ın bestelerine baktığımızda tekkeye ve camiye ait olan fonksiyonel eserler görürüz. Ciddi bir sanat kaygısıyla eserlerin meydana gelmediğini, var olan şiirlerin kâğıttan geçip güzel ve sade nağmelerle kulaklara oradan da kalplere ulaşmasını sağlamıştır. Tespit edebildiğimiz kadarıyla notaya alınmış olan elli yedi adet bestesi vardır. Bu eserlerin sadece iki tanesi şuğul formunda olup diğerleri ilahidir. Bestelerinde iki yön vardır; biri tekke biri cami. Yaptığı eserlerde klasik ilahilerden aldığı ilhamla meclislerde okunacak ilahiler yapmıştır. Şuradan anlıyoruz ki eserlerin hepsi iki ve katları olan; nim sofyan, sofyan ve düyek usulünde notaya alınmıştır. Bunun en önemli sebebi ilahilerin asıl amacı olan zikre rahat eşlik edebilmesi içindir. İlahilerin makamlarına baktığımızda enderun usulü teravihe uygun makamlar seçtiği göze çarpmaktadır. Böylece zikre yani tekkeye uygun, camide kolayca okunabilecek, hafızalarda yer edinecek eserler ortaya çıkmıştır.
Yazdığı şiirlerde Yunus Emre’nin etkileri olmakla birlikte yapmacık olmaktan kaçınmıştır. Sade anlaşılabilir ve öğüt verici nitelikte şiirler yazmıştır. Aşkî mahlasıyla yazdığı şiirlerine eserleri içerisinde yer vermiştir. Toplam yüz elli iki adet şiirinin seksen dördü farklı bestekârlar tarafından bestelenmiştir. Bu, Muzaffer Ozak’ın 20. Yüzyıl tasavvuf ve müzik hayatında ne kadar etkili olduğunu kanıtlar niteliktedir. Şiirlerinde hece veznini kulanmış, ahenge önem vermiştir. Yazdığı şiirlerin hepsi tasavvufun hakikatlerine dair olmakla birlikte halkın irşadını ve bilinçlenmesini amaçlamıştır. Ayrıca Allah’ı, Hz. Peygamber’i ve evliyaları öven şiirleri de vardır.
İlim sahibi olarak ömrü boyunca birden esere imza atmıştır. Tercüme ve tertip ettiği eserlerinin yanı sıra telifi olan İrşad, Ziynetü’l-kulûb, Envârü’l-kulûb eserleri arasında en önemlileridir. Kitap yazmaktan muradının hizmet olduğunu söylemektedir. Eserlerinde ayet ve hadisler doğrultusunda itikat ve ilmihal bilgilerinin yanı sıra tasavvufun mahiyeti, ve sufilik yolundaki usul ve esaslar işlenmiştir. Eserleri kendi döneminde ve sonrasında birçok dile çevrilmiştir. Muzaffer Ozak 13 Şubat 1985 yılında vefat etmiş, cenazesine yoğun bir katılım olmuştur. Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazını müteakip Nureddin Cerrahi Türbesine sırlanmıştır.