Rauf Paşa Konağı’nın Onurlu ve Hazin Hikâyesi

KEMALETTİN KUZUCU
Tarihî yarımadayı güzelleştirme etkinlikleri kapsamında 2012 yılın Haziran ayında, Cağaloğlu’nda Ziraat Bankası’nın kullandığı tarihî bina restorasyona alınmış ve inşaat alanı devasa bez örtüyle kapatılmıştı. Bitişiğindeki Rauf Paşa Konağı’nın eklentisi olarak inşa edilmiş olan binanın onarımı tamamlandıktan sonra müzeye dönüştürülmesi planlanıyordu. Tamiratın bir an önce bitmesi ve Millî Eğitim Müdürlüğü binası olarak kullanılan Rauf Paşa Konağı ile birlikte Ankara Caddesi’ne yeni bir siluet katması beklenirken 2012 yılının son günlerinde Rauf Paşa Konağı bir sabah yanarak kullanılamaz hâle geldi. İran Konsolosluğu’nun karşısında, Ankara Caddesi ile Kazım İsmail Gürkan Caddesi’nin kesiştiği köşede yer alan bu Tanzimat dönemi yapısı konak, siyaset ve kültür tarihimizde derin izleri olan bir eserdir.
ÖNCE RIFAT PAŞA KONAĞI İNŞA EDİLDİ
Tanzimat devrinin kudretli devlet adamlarından Sadık Rıfat Paşa (1807-1857) Mısır krizinde Mehmed Ali Paşa ile müzakereci olarak görevlendirilmiş, Viyana büyükelçiliği yapmış, Abdülmecid döneminde dört defa hariciye nazırlığına getirilmiş ve Meclis-i Vâlâ’ya dört dönem başkanlık etmiş bir Tanzimat ricaliydi. Avusturya İmparatoru Metternich’ten etkilenmiş büyük bir reformcuydu. Süslü ve görkemli binalar inşa ederek, yaşam tarzını, gelenekleri ve kıyafeti değiştirerek uygar olunamayacağına inanıyordu. Güçlü Avrupa devletlerinin seviyesine ulaşabilmek için çağın ihtiyaçlarına uygun kanunlar çıkarılıp acil reformlar yapılması gerektiğini düşünüyordu. Avrupa devletlerinin reformlar konusundaki tavsiyelerine değil, bu tavsiyeleri baskı unsuru olarak kullanmalarına ve devletin içişlerine müdahale etmelerine karşıydı. Savaştan mümkün mertebe kaçınılmasını, bununla birlikte ordunun savaşa hazırlıklı bulundurulmasını, harcamaların kısıtlanarak üretimin arttırılmasını, yeni vergilerden kaçınılmasını, mecbur kalmadıkça dışarıdan borç alınmamasını, rüşvetin önlenmesini, eğitimin yaygınlaştırılmasını, Avrupa’dan uzmanlar getirilerek tarımın, ticaretin ve sanayinin geliştirilmesini savunuyordu. Aynı zamanda donanımlı bir entelektüel olan Sadık Rıfat Paşa, gördüğü ülkeler hakkındaki izlenimlerini kaleme almıştı. Sadık Rıfat Paşa, dönemin diğer bürokratlarının yaptığı gibi, hükümet merkezine yakın olmak düşüncesiyle Bâbıâli’nin birkaç yüz metre yakınına ahşap bir konak inşa ettirmişti.

ŞİFA VE SAADET GETİREN AFET
Sadık Rıfat Paşa Konağı olarak bilinen yapı, onun ölümünden sonra ancak sekiz yıl yaşayabildi. Konak, Hocapaşa Mahallesi’nde 5 Eylül 1865 tarihinde bir evde başlayan ve İstanbul tarihinin en büyük afetlerinden birine dönüşen yangının ortasında kaldı. 19 saat süren yangın Cağaloğlu’nu aşarak Divanyolu’na, oradan Sultanahmet Meydanı’na, Kumkapı, Kadırga ve Nişanca taraflarına uzandı. Schneider’a göre, bu afette 7.000-8.000 ev, 14 cami ve mescit, 3 han, 7 hamam, 2 saray ve 20 konak kül olmuştu. Afet, çok sayıda ekâbir konağının yanında Rıfat Paşa Konağı’nı da, içerisindeki çok değerli antik eşya ve el yazması kitaplarla birlikte ortadan kaldırmıştır. Bundan dört gün sonra ise Gedikpaşa’da çıkan yangın bir başka yangın ise Beyazıt’tan Divanyolu’na sarkarak Hocapaşa Yangını’nın yarım bıraktığı işi tamamlarcasına, onun dokunmadığı veya kısmen etkilediği yerleri silip süpürmüştür.
İstanbul şehir tarihçisi Osman Nuri Ergin, Hocapaşa Yangını’nın İstanbul için iki hayırlı sonucu olduğunu belirtmiştir. Birincisi, o tarihe kadar şehirde kol gezen ve binlerce insanın ölümüne sebep olan kolera salgınının, mikrop yuvalarının da yanmasıyla birlikte birdenbire ortadan kalkmasıdır. İkincisi ise, yangının yaralarını sarmak üzere Islahat-ı Turuk Komisyonu’nun kurulmasıdır. Zira tasarlanan kent planlamasının hizmete sokulması için çalışan bu komisyon, dört yıl içerisinde Divanyolu, Unkapanı, günümüzdeki Ankara ve Bâbıâli caddelerinin açılması, Ayasofya ve Beyazıt meydanlarının düzenlenmesi, Mercan ve Fincancılar yokuşları ile Sultanhamam ve Bahçekapı semtlerinin modern bir görünüme kavuşturulması ve Beyazıt-Aksaray tramvay yolunun hizmete sokulması gibi birçok tarihsel projeyi gerçekleştirmiştir. Osmanlı başşehri, sokaklara yaya kaldırımı döşenmesi, küçük sokaklara arnavut kaldırımı yapılması, hatta cadde ve sokakların altından denize kadar lağımlar döşenmesi gibi hizmetleri bu komisyona borçludur. Osman Nuri Ergin’in Hocapaşa Yangını’nı “İstanbul’a felaketten ziyade saadet getiren” bir afet olarak nitelemesi bu yüzdendir.
RIFAT PAŞA KONAĞI, RAUF PAŞA KONAĞI OLDU
Rıfat Paşa’nın büyük oğlu Rauf Mehmed Paşa da babası gibi ilk memuriyetlerine Hariciye’de başlamış, Meclis-i Vâlâ azalığı yapmış ve ıslahat komisyonu üyeliğinde bulunmuştur. Sadrazamlığın başvekâlete dönüştürüldüğü II. Abdülhamid döneminde on ay kadar Başvekâlet müsteşarlığı yapmış ve daha sonra valilik göreviyle taşraya gönderilmiştir. Bingazi’de valilik, Midilli’de mutasarrıflık yapan Rauf Paşa daha sonra Şûrâ-yı Devlet üyeliğine getirildi. 1883 yılında öldü. Sadık Rıfat Paşa kadar olmasa da, entelektüel birikime sahip bir bürokrat olan Rauf Paşa, babasının broşür tarzında yazdığı ve birçoğu dış politikayla ilgili yazılarını Müntahabât-ı sâr adıyla kitap haline getirmişti.
Rauf Paşa, Hocapaşa yangınında kül olan baba yadigârı konağı aynı arsa üzerinde yeni baştan yaptırdı. Öncekine göre köklü değişikliğe sahip olan konak, kâgir malzemeden, daha geniş ve dört katlı olarak inşa edilmişti. Yeni adıyla Rauf Paşa Konağı, konumu, büyüklüğü ve dış görünümü ile göz kamaştırmaktaydı. Konağın girişi önceleri Ankara Caddesi’ne bakan tarafta idi. Burası dört sütun üzerine oturtulmuş bir cumba ile merdiven sahanlığından oluşmaktaydı. Ancak 1908’de Meşrutiyet’in ilanından sonra Bâbıâli Yokuşu’nu genişletilmeye yönelik çalışmalar sırasında bu kısmın yola katılması neticesinde konak özgün yapısından önemli bir parçayı kaybetmiş oldu. Bu değişiklikle birlikte binanın güney cephesinde yeni bir kapı açılarak girişi buradan verildi.

SADRAZAM SAİD PAŞA REJİ İDARESİ’NİN OYUNUNU BOZDU
Rauf Paşa Konağı’nın mimari biçimi, mekân kurgusu ve bilhassa lokasyonu Avrupa devletlerinin İstanbul’daki temsilcilerinin dikkatinden kaçmamıştı. Duyûn-ı Umûmiye’nin yan kuruluşu olarak çalışan ve Osmanlı’nın tütün imtiyazını elinde bulunduran Reji İdaresi, konağı satın almak için merhum Rauf Paşa’nın oğlu Sadık Bey’i ikna etmişti. Dedesi ve babası kadar ileri görüşlü olmadığı anlaşılan Sadık Bey koskoca binayı yok pahasına vermek üzereyken Sadrazam Said Paşa’nın müdahalesi ile pazarlık bozuldu.
Yedisi Abdülhamid döneminde, ikisi de Meşrutiyet devrinde olmak üzere toplam dokuz kez sadrazamlık yapan Said Paşa yarım asır süreyle devlet hizmetinde bulunan ender kişilerdendir. Entrikacı, çapkın ve cimri kişiliğinin yanında parlak bir hafızaya ve siyasi zekâya sahip olan Said Paşa’nın bir özelliği de kuşkucu olmasıydı. II. Abdülhamid tarafından yedi kere sadarete layık görülmesi belki de padişahla örtüşen bu özelliğinden ileri gelmekteydi. Avrupa devletlerinin İstanbul’daki temsilcilerinin hareketlerinden sürekli şüphe duyan Said Paşa 1885 yılında, Rauf Paşa’nın oğlunun, konağı gerçek değerinin çok altında olarak 10 bin altına elden çıkarmaya karar verdiğini ve Reji İdaresi’yle satış mukavelesini imzalamak üzere olduğunu öğrenir öğrenmez harekete geçti. Said Paşa Reji İdaresi’nin bu konağı almasını birkaç açıdan sakıncalı bulmaktaydı. Her şeyden önce Rauf Paşa Konağı İstanbul’un en gözde semtlerinden birinde ve hükümet merkezi olan Bâbıâli’nin hemen yanı başındaydı. Böyle stratejik bir noktada bulunan binanın Reji İdaresi’ne satılması hâlinde şirket buraya taşınmakla kalmayacak, fabrika, depo ve benzeri binalar inşa edecek, makineler kuracak ve bütün bunlarda çalışmak üzere yeni elemanlar istihdam edecekti. İş yoğunluğu hayli yüksek olan Reji’de birçok işçi çalıştığı için Bâbıâli çevresi gereksiz bir kalabalığa maruz kalacaktı. Kısacası Bâbıâli gibi önemli bir bölge, kendi ifadesiyle “tütün pazarı”na dönüşecekti. “İstanbul’un en şerefli mahallinde ve Bâbıâli’nin yanı başında bu yolda bir cemiyet-gâh ihdâsı münasip olamayacağını” savunan Said Paşa’nın kaygıları bununla bitmiyordu. Şayet konak satılırsa, zaten varlıklarını bir türlü sindiremediği Avrupalı temsilciler hükümet merkezinin dibine kadar sokulmuş olacaklardı. Bu durum imparatorluğun kalbi olan bölge için hiç de kabul edilebilir bir şey değildi. Rauf Paşa Konağı 8 bin arşın (6064 metre) arsa üzerine yaklaşık 1.000 metrekare olarak inşa edilmişti ve 37 odası bulunmaktaydı. Konumu, sağlamlığı ve planı göz önüne alındığında Reji’nin teklif ettiği değer son derece komikti. Sermaye çevreleri, emlak piyasasının durgun ve mülk fiyatlarının düşük olduğu bu dönemde bile Reji’nin verdiği fiyatı çok komik bulmuşlar, bu tutarın ancak arsa bedelini karşılayacağını belirtmişlerdi. Said Paşa’nın Rauf Paşa Konağı’nı satın almak istemesi, bir süredir yetersiz gelmeye başlayan Bâbıâli’nin mekân ihtiyacından kaynaklanmaktaydı. O tarihte Bâbıâli binası Sadaret’in yanı sıra Dâhiliye ve Hariciye nezaretlerini ve Şûrâ-yı Devlet’i barındırmaktaydı. Konağın satın alınıp Bâbıâli’nin kullanımına verilirse bazı bürolar buraya taşınarak hem memurlara rahat bir nefes aldırılabilir hem de vatandaşın işi daha hızlı görebilirlerdi. Sadrazam Said Paşa kaygılarını ve düşüncelerini Sultan Abdülhamid’e bildirerek, konağın Reji’nin teklif ettiği miktara devlet tarafından satın alınmasını istedi. Padişah 13 Haziran 1885 tarihli iradesiyle, sadrazamının teklifini onayladı ve Rauf Paşa Konağı 10 bin altın liraya satın alındı.
Böylelikle Reji’nin buraya taşınmasının doğuracağı fenalık savuşturulmuş oldu. Bâbıâli’nin bir parçası hâline getirilen Rauf Paşa Konağı hemen tadilata alındı. Suyollarının düzenlenmesi ve diğer eksikliklerinin giderilmesi için hemen çalışma başlatıldı. Süleyman adlı bir kişi konağa 250 kuruş maaşla daire müdürü olarak atandı. Ayrıca 200’er kuruş maaşlı birer kapıcı ve temizlik görevlisi, 150 kuruş maaşlı bir bahçıvan, 100 kuruş maaşlı bir imam ve 40 kuruş maaşlı bir suyolcu istihdam edildi. Konak, aradaki yapılardan dolayı Bâbıâli yerleşkesi içerisine alınamamıştı. Konağın satın alınmasından üç ay sonra 25 Eylül 1885 tarihinde sadrazamlığa getirilen Kamil Paşa’nın isteği üzerine Dâhiliye Nezareti’nin Tekâüd Sandığı, İntihâb-ı Memurîn Komisyonu ve Sicill-i Ahvâl Komisyonu gibi birimleri yılbaşından önce konağa taşındılar.
Konak bir buçuk yıl sonra da Bâbıâli’nin elinden çıktı. Ticaret ve Nafia nezaretlerinin birleştirilmesi üzerine, 1887 yılının hemen başında, hizmet binası ihtiyacı beliren bu yeni nezarete tahsis edildi. Önceki yıl konağa yerleştirilmiş bulunan birimlerin de Nafia’nın boşaltacağı binaya taşınmalarına karar verildi. Rauf Paşa Konağı’nın yeni sahibi Ticaret ve Nafia Nezareti’nin, kadrolu birer imam ile suyolcudan başka görevliye ihtiyacı kalmadığı düşüncesiyle, buradaki kapıcı, müdür ve bahçıvanın işine son verilerek bunlara ödenen 750 kuruş tasarruf edilmesi kararlaştırıldı. Rauf Paşa Konağı, imparatorluğun yıkılışına kadar bu nezaret tarafından kullanıldı ve Nafia Nezareti Binası olarak ünlendi. Cumhuriyet döneminde Nafia Vekâleti’nin (Bayındırlık Bakanlığı) İstanbul dairesi olarak kullanılmaya devam etti. 1932’den sonra İstanbul Bayındırlık Müdürlüğü ile Maarif Müdürlüğü arasında paylaştırıldı. 1983 yılında ise konağın tamamı İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’ne tahsis edildi. Aynı bahçe içerisindeki diğer yapılarda çeşitli dönemlerde ihtiyaca binaen Emniyet Sandığı ve Tayyare Cemiyeti gibi kuruluşlar hizmet verdiler. 24 Aralık 2012 tarihinde yanan ve hâlen tamiri süren Rauf Paşa Konağı, eski ihtişamına ve yeni işlevine kavuşmayı bekliyor.

Reji İdaresi Nedir?
Osmanlı Devleti, Rusya ile yaptığı 1853-1855 Kırım Harbi sırasında ilk defa dış borçlanmaya gitmiş, ancak bu borcu ödeyemediği gibi bundan doğan açığı ve zorunlu harcamaları karşılamak amacıyla yine dış borca başvurmak zorunda kalmıştı. Devlet 1874 yılına kadar on beş defa dış borç aldı. Hazine değil borçları, bunların biriken faizlerini dahi ödeyemediği için Osmanlı maliyesi iflas etti. Alınan önlemler hiçbir işe yaramadı. Alacaklı devletler Bâbıâli’nin borçlarını ödeyemeyeceğini anlayınca, menfaatlerini korumak amacıyla, genel borçlar anlamına gelen Duyûn-ı Umûmiye idaresini kurdular. Türkiye’nin alkol, pul, deniz ürünleri, ipek, tütün ve tömbekiden aldığı vergi gelirleri bu idareye terk edildi. İdare, tütün vergisini 1883 yılında kurulan Memâlik-i Mahrûse-i Şâhâne Duhânları Müşterek’ül-Menfaa Reji Şirketi’ne devretti. Kısaca Reji İdaresi olarak bilinen bu birim, her türlü tütünün üretim, işleme ve satış işlerini otuz yıllığına üstüne aldı. Reji İdaresi ülke ölçeğine yayılan örgütleri, memurları ve 1.000’in üzerindeki kolcuları ile devlet içinde devlet hâline geldi. Reji, tütünü çiftçiden en düşük fiyata almaya çalışıyor; üretici ise, malını kaçak yollardan, üç dört misli fiyat veren kimselere satmak istiyordu. Bu nedenle Reji kolcularıyla üreticileri kollamaya çalışan kaçakçılar arasında çıkan anlaşmazlıklar silahlı çatışmalara dönüştü. 1902 yılına gelinceye kadar yirmi yılda 20.000’den fazla kişi çatışmalarda öldü. Bu kavgalarda hükümet sadece hakem veya arabulucu rolünü oynayabildi. II. Abdülhamid Reji’nin halk üzerindeki baskısını, dolayısıyla imtiyazını kaldırmak için çeşitli yollara başvurmuş ise de başarılı olamadı. Meşrutiyet’in ilanından sonra İttihatçı yönetim Reji İdaresi’nin üzerine gitti. Tam gücünü kıracağı sırada Trablusgarp Savaşı’nın patlak vermesi üzerine hükümetin bu konuya odaklanması İdare’ye rahat bir nefes aldırdı. Hatta 1913’te yapılan anlaşma ile imtiyazı 1928 yılına kadar uzatıldı. Reji İdaresi Lozan Antlaşması’na kadar Türk tütün üreticisini sömürmeye devam etti.

Rauf Paşa Konağı’nın devlet tarafından satın alınmasına dair Said Paşa’nın arz tezkeresi ve Sultan Hamid’in iradesi (BOA, İ.DH, 953/75366).
Belgenin orijinali Osmanlı Arşivinden alınacak!!!

KAYNAKÇA
Alfons M. Schneider, “Brände in Konstantinopel”, Byzantinische Zeitschrift, XLI/2, Münih 1941, s. 382-403.
Ali Akyıldız, “Sadık Rifat Paşa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul 2008, c. XXXV, s. 400-401.
Cevdet Küçük-Tevfik Ertüzün, “Düyûn-ı Umûmiyye”, DİA, İstanbul 1994, c. X, s. 58-62.
Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, Matbaa-i Osmanî, İstanbul 1308-1316, c. II, s. 424
Osman Nuri, Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, c. I, Matbaa-i Osmaniye, İstanbul 1338.
Uzay Yergün, “Nafıa Nezareti Binası”, DBİA, c. VI, s. 25-26.
Zekeriya Kurşun, “Küçük Said Paşa”, DİA, İstanbul 2008, c. XXXV, s. 576-578.

Start typing and press Enter to search