EBRU SANATININ GÜL BABASI

Ebru Sanatının “Gül Baba’sı”
Dilara Obenik
Tarihi ve kültürel dokusuyla ünlü Suriçi’nde, Tarz-ı Kadim Ebru Evi’nde çalışmalarına devam eden Gül Baba lakabıyla bilinen Yılmaz Eneş, geleneksel ebru sanatını modern dokunuşlarla harmanlayarak eşsiz eserler meydana getiriyor. Paşabahçe’nin ünlü cam ustalarından Necmettin Eneş’in oğlu olan, sanata olan ilgisi ve yeteneğiyle dikkat çeken Yılmaz Eneş, babasının yanında sıcak cam sanatının inceliklerini öğrenerek uzun yıllar boyunca camcılık mesleğini icra etmiş. 1994 yılında Türk Kültürüne Hizmet Vakfı Caferağa Medreses’’nde Tülay Taslacıoğlu’nun rehberliğinde 2 yıl süreyle ebru dersleri almış. Bununla beraber geleneksel Türk ebru sanatının büyülü dünyasına adım atmış. Kendi özel atölyesini kurarak Mayıs 1998’e kadar yoğun bir şekilde çalışmalarını sürdürmüş ve ebru sanatındaki yetkinliğini katlayarak arttırmış. Aynı yıl, İstanbu’’un tarihi miraslarından Küçük Ayasofya’daki Hüseyinağa Medresesi Hoca Ahmet Yesevi Vakf’’nda atölye çalışmalarına başlamış. Özellikle yaptığı zarif güllerle adından söz ettiren Gülbaba lakabı, sanatçının ebru sanatındaki ustalığının bir yansıması olmuş. Gül Baba’nın emek dolu yolculuğunda yaşadıklarını ve en son yaptığı eserleri üzerine merak ettiklerimizi sorduk.

Ebru sanatına nasıl başladınız?
Benim esas mesleğim camcılık. Sıcak cam üflemesi ustasıyım ve bu benim baba mesleğim. Babam Paşabahçe ustasıydı. İlkokul hayatımdan beri doğma büyüme Paşabahçeliyim. Anne tarafım ise Eyüpsultanlı. Sefaköy Beşyol tarafında bir fabrikamız vardı. En son 90’lı yıllarda Tire Müzesi ve Bodrum Sualtı Müzesi batıklarını çalıştık. Amforalar, gözyaşı şişeleri gibi objeler çalışarak renkli camlar yaptık. Bu çalışmalar üfleme kalıp tarzı yerine şekilsel serbest form çalışmalardı. Yaptığımız çalışmaları Ortaköy’de tanıdığımız biri aracılığıyla pazarlıyorduk. Orada Mimar Sinan mezunu Tahsin diye başka bir arkadaş daha vardı. O da camın üstüne tombak yapıyordu. Paşabahçe’deki tombaklı çalışmalarını ilk başlatan Tahsin’di. Ebrular, onun odasındaki masada duruyordu ve benim dikkatimi ilk orada çekti. Ardından TRT2’nin 90’ lı yıllarda hazırladığı Mustafa Düzgünman belgeselini izledim. Hoşuma gitti ancak o zamanlar nasip olmadı. 94 yılında gazetede Sultanahmet Caferağa Medresesi’nde çeşitli el sanatları ve ebru sanatları yapılıyor diye bir yazı gördüm ve kalkıp gittim. Ben bu sanatı öğreneceğim, dedim.

Hangi hocalardan ders aldınız?
O zaman ebruda Fuat Bey’in öğrencisi Tülay Taslacıoğlu vardı. Ondan önce de bir dönem Hikmet Barutçugil varmış. Darphane Kapısı’nın orada oteli olduğu için otelle ilgilenirken derse de geliyormuş. Sonra Muin Eriş geldi. Ben ise Caferağa’da Tülay Taslacıoğlu eşliğinde 18 ay boyunca ebru eğitim aldım. Ayrılışım sonrasında Caferağa kapandı. Ondan sonra Türk Kültürüne Hizmet Vakfı’ndan Ayşe Hanım ve Yılmaz Uyar vakfı ele aldılar. Benden ders istediler. Ben de iki sene sonra Küçük Ayasofya’da Hüseyin Ağa Medresesi’nde bir galeri açtım. O zamanlar hattat Ali Toy ile beraber çalışıyordum. 1998 yılı Mayıs ayında halk eğitimin etkinliği bitince oradan bana Aziz Mahmut Hüdayi yazan odayı verdiler. Bir yıl kadar çalıştım. Sonra medresenin dışında daha metrajlı bir atölye kurdum. Ardından da caminin sokağında bir galeri açtım. Galeriyi açtığımda Milli Gazete’den rahmetli Şevket Eygi “100 yıl sonra İstanbulda ebru galerisi açıldı.” diye bir yazı yazmıştı. Orayı da bazı nedenlerden ötürü 2004 yılında bırakmak zorunda kaldım.
Cam ile olan çalışmalarınızı ne zaman bıraktınız?
1988 senesinde cam çalışmalarını bıraktık. Nazar boncuğu, Beykoz camları gibi serbest formlar yapıyorduk veya tahta kalıp kullanıyorduk. Türkiye’de cam sanayi ağır sanayi olarak geçer. Sektör ağırdır ve sizden talep edilenler çok yüksek olur. İstediğiniz yere cam fabrikası kuramazsınız. Türkiye’de cam sanatı bence kayboldu. Paşabahçe’nin kapanmasıyla beraber de serbest cam formu bitti.
“BEN GÜL YAPACAĞIM”
Size neden Gül Baba diyorlar?
Ben ebruya başladığımda Mustafa Düzgünman’ın birkaç tane bilinen gülü vardı. Peyami Gürel’in de bir gülünü gördüm. Hikmet Barutçugil’in bir tane tezhipli gülü vardı ve sergilere koyuyordu. Fuat Başar, kendi hocasının tarzında çok nadir gül yapıyordu. Bu isimlerin haricinde gül yapan kimse yoktu. Biz de Caferağa’da Tülay Hoca’yla konuşurken camiada gül olmadığından ve bazı eksikliklerden bahsettik. Ben gül yapmak, istiyorum dedim. Gülü o zamanlar internet olmadığı için kartpostallarda görüyorduk. 1999 yılında Kültür Bakanlığı’nın yarışmasına gül formu ile yaptığım üç eser yolladım. Sergilendikten sonra ödül aldım. 2000 yılında da bir gül çalışması ile galeriyi açtık. Türkiye gazetesinden Ekrem Kaftan ve Özcan Ünlü ile röportaj için geldiler. Ekrem Bey benimle görüştükten sonra Cağaloğlu Hamamı’nın orada camcı hocamız Mustafa Diken’le konuşmuş. O da benden “Gül Baba” olarak bahsetmiş. “Ebrunun gül babası o, onun ebrularının bir tek kokusu yok.” demiş. Ekrem Kaftan da bundan etkilenerek haberine “Ebrunun Gül Baba”sı diye manşet atmış. Bu manşet bazılarının hoşuna gitti, bazılarının gitmedi. Biz de bu deyimi “Allah razı olsun” deyip arkamıza koyduk.

Gül yapmaya devam ettiğiniz müddetçe gittiğiniz farklı formlarda gül bahçeleri oldu mu?
1960 yılında yayınlanan yabancı gül dergileri vardı, onları inceliyorum. Benim çiçek gördüğüm zaman incelemek gibi bir huyum var. Çiçeklerin renklerini, tarihini araştırmayı severim. Bir çiçek yaptığımda da araştırıp yaparım. 2003 yılında açtığım bir sergide bahar dalını başlattım. Yaşadığımız dönemden bahsedecek olursak ebrunun coşkulu ve ahenkli zamanı yok. Çok kolay bir sanat oldu. Fuat Hoca’nın bir sözü vardır; “Ebru sanatı bir kadının doğum yapmasına benzer. Yanında aile yakını ve ebe olur. Ulu orta olmaz.” Şu anda ebru çok fazla ve ulu orta yapılan bir sanat oldu.

Neden Fatih’te kalmayı tercih ettiniz? Başka semte gitmeyi düşündünüz mü?
Uzun yıllar önce Bostancı tarafında oturuyordum. O bölgede de atölye açmayı düşündüm ama kendime yer bulamadım. Sultanahmet’in atmosferi çok güzeldir. Caferağa Medresesi ve Küçük Ayasofya’nın ahengi çok başkadır. Orada görmediğiniz ruhani şeyler yaşıyorsunuz. Burada sabah ezanına kadar yaptığım ebruların keyfini hiçbir yerde alamam. Kovid’den sonra sanat camiasından tamamen uzaklaştım diyebilirim. Eskiden paylaşımcıydık ancak gelişen bazı durumlardan ötürü günümüzde paylaşımcı değiliz. Ebru içinde geleneksel ve geleneksel olmayan diye bir kutuplaşma oluştu. Bana kalırsa, klasik üslubu bilip modern dokunuşlar yapacaksınız. Ben de yaşadığım bazı olaylardan dolayı yalnızlığı seçtim.
Bize son projenizden bahseder misiniz?
Benim amacım Kur’an-ı Kerim’i çalışmak fakat bu günümüz şartlarında çok maliyetli olmaya başladı. Burada klasik desen uyguladık. Bu serigrafi tekniğiyle birleşmiş bir sanat. Serigrafi tekniğinde; ipek kalıp vardır. Manuel makine ile ragle dediğimiz bir silikon uçla boyayı çekerek yapılır. Ancak biz bu çalışmada boya çekmiyoruz, Arap zamkı dediğimiz bir tutkal var ve bu tutkalı çekiyoruz. Arap zamkını çektiğimizde kağıdın üstünde negatif/pozitif bir alan açılıyor. Bizim kalıplarımızda yazıların olduğu yerler açık. Diğer taraflar Arap zamkı ile kapatıldı. Çalışmalarımı bu uygulama ile yaptım. 2012 yılında yola çıktığım çalışmada ise bir kağıdın üstünde on dört tane renk bulunuyor. Bunların hepsi puzzle gibi sırayla durur. Bir kağıdı yaptıktan sonra boyayı alıp serigrafa gidiyorsunuz. İkinci, üçüncü, dördüncü renk derken on dört renk ile mozaiksel görüntü ortaya çıkıyor. Amerika’da bu tekniği çok kullanan bir usta var. Türkiye’de de rahmetli Timuçin Temas kullanmıştı. Ankara’da, Diyanet’le bir sergi organize etmişti ve bu tekniği orada o kullanmış sonrasında Kur’an-ı Kerim’e niyetlenmiş ancak yapamadı. Sonra biz niyetlendik. Amacımız bu teknikle başlayıp ilerleyince de ak kase tarzı yazılar uygulamak.

Start typing and press Enter to search