Şehzadebaşı’ndaki tiyatroların sinemaya dönüşmesi ve meşhur bir işletmecinin ibretâmiz hikâyesi
ŞEHZADEBAŞI’NDAKİ TİYATROLARIN SİNEMAYA DÖNÜŞMESİ VE MEŞHUR BİR İŞLETMECİNİN İBRETÂMİZ HİKÂYESİ
Erdem Beliğ Zaman
Bugün ismi yanı başındaki İstanbul Üniversitesi’yle, birkaç otel, dükkân ya da lokantayla beraber zikredilen Şehzadebaşı, vaktiyle Türk eğlence hayatının en revnaklı muhiti idi. Esas şöhreti tiyatro, bilhassa da tulûat tiyatrosuydu. 19. asrın son çeyreğinden itibaren irili ufaklı tulûat truplarının mesken tuttuğu Şehzadebaşı’nda o ismi hâlâ zikredilen komik-i şehirlerin tamamı sahne almış, seyredenlere kahkahalarla nakşedilmiş hatıralar bırakmışlardı. Şehzadebaşı’nın kaderidir; devrin modası neyse Şehzadebaşı’nın mekânları o modaya ev sahipliği yapar. O devir tiyatro modası vardır, mekânları tiyatro mekânıdır. Sonra modanın ibresi sinemayı gösterir. Bu kez de o tiyatrolar, 20. yüzyılın ilk on yıllarından başlayarak teker teker sinema salonuna dönüştürülür. Bugün nasıl otele, lokantaya dönüştürüldüyse!
İlk Değil Belki Ama En Çok Rağbet Edilen
Tıpkı tiyatro gibi sinema da Türkiye’ye ilk adımını Şehzadebaşı’nda değil Beyoğlu’nda atmıştır. Yalnız o devirde Türk seyircisi ağırlıkla Suriçi bölgesinde yaşadığından ötürü en fazla seyirciye Şehzadebaşı’nda ulaşmıştır. Tiyatronun efsanevî isimlerinden Cahide Sonku, henüz bir ortaokul talebesiyken ilk filmini Şehzadebaşı’nda seyretmiştir. Sinemamızın rekortmen senaryocusu ustam Safa Önal da ilk kez ailesiyle birlikte gittiği Şehzadebaşı’ndaki bir salonda sinemayla tanışmıştır. Şehzadebaşı sinemaları belki daha böyle kaç kıymetli sanatkârın ilk kez beyaz perdeyle büyülendiği yer olmuştur.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Türkiye’ye ilk sinema geldiği zaman yedinci sanat denilen bu türü küçümsemiş hatta Karagöz’ün ondan kat be kat daha üstün olduğunu söylemiştir. Zira o günlerde filmler henüz sessiz ve renksizdir. Karagözle mukayese edildiğinde geride kalan bu özelliklerinden dolayı da fazla tutulamayacağını düşünmüştür. Oysa zaman hiç de Ahmet Hamdi Bey’in öngördüğü yatakta akmamıştır. Sinema önce ses, sonra renk kazanmış; değil Karagöz’ü tüm sahne sanatlarını gördüğü alakayla geride bırakmıştır. Öyle ki memleketin en ünlü ve en büyük tiyatro salonları birer ikişer sinema salonuna dönüştürülmüştür. Bu değişimin en net bir şekilde gözlemlenebildiği yerse şüphesiz bir devrin tiyatro hayatının nabzının attığı Şehzadebaşı’ydı. Şehzadebaşı’nın gülüşmelerle yankılanan tiyatro binaları, daha namlı komik-i şehirler sağken sinema salonlarına çevrilmeye başlamıştır. Sinema sadece Karagöz’ü değil; Şehzadebaşı’yla özdeşleşen komik-i şehirler Kel Hasan Efendi’yi, Naşit Bey’i ve İsmail Dümbüllü’yü de altetmiştir. Vaktiyle isimleri oynadıkları salonlara bile verilen bu meşhur komikler, iaşelerini temin edebilmek maksadıyla bir süre sonra sinemalarda film oynatılmadığı zaman o sinema salonlarında sahne almak zorunda kalmışlardır.
Şehzadebaşı’na Sinemanın Uğraması
Şehzadebaşı’ndaki ilk sinema gösterimi, Ⅰ.Cihan Harbi’ne sürüklenmekte olan günlerde Fevziye Kıraathanesi’nde yapılır. Hayalî Kâtip Salih’in Karagöz oynatmak için kurduğu perdede Sigmund Weinberg’in yaptığı bu kısa ve ilk teşebbüsün seyirci nezdinde fevkalade ilgi uyandırması, ufak sinema parçalarına tulûat tiyatrolarında yer verilmesine yol açar. Lakin gösterilmesi için elektriğe ihtiyaç duyulan sinemanın, elektriğin yeni yeni hayata dâhil olduğu İstanbul’da tesisatının yetersizliği yüzünden birkaç kazanın meydana gelmesine yol açmıştır. Komik-i Şehir Şevki Bey’in böyle bir kazadan canını zor kurtarması sinemalara Şehzadebaşı’nda temkinli yaklaşılmasına sebebiyet vermiştir.
Elektrik şebekesinin altyapı güçlendirme çalışmalarıyla müteşebbisler sinema salonları açmak için kolları sıvarlar. Murat Boyer-Cevat Boyer kardeşler Fevziye Kıraathanesi’ni sinema salonuna çevirirler ve 16 Mart 1914 tarihinde Emperyal Sineması ismiyle hizmete açarlar. Emperyal Sineması, Şehzadebaşı’nda düzenli gösterimin yapıldığı ilk sinema salonudur. Emperyal ismi, o günlerde zuhur eden Cihan Harbi dolayısıyla 30 Kasım 1914’te Millî’yle değiştirilir.
Büyük Harp sonrasında sürekli el değiştiren servet dolayısıyla sinema işletmecileri de başka isimler olur. Yeni işletmeciler Millî Sinema’nın ismini değiştirir. Önce 1919’da Güneş, sonra 1924’te de Felek ismini alır. Felek Sineması iken muhtelif operet topluluklarına ev sahipliği yapar. Sahnelerin en büyük komedyenlerinden Muammer Karaca bu salonda ilk şöhret tecrübesini yaşar. Tiyatro yükselişe geçerken sinema da aynı nispetle düşüşe geçmiştir. Sinemanın tekrar ilgi görmesiyle, 1930’da bu defa Türk Sineması adıyla sinema salonu olarak kullanıma açılan salon ertesi sene Raşit Rıza Samako tarafından kiralanıp tiyatro temsilleri verilmek suretiyle kullanılır.
1930’larda yerine daha büyük bir sinema salonu yapılmak maksadıyla yıkılan salon, lazım gelen müsaade alınamayınca 1958’e değin arsa olarak kalır ve o tarihte belediye tarafından istimlak edilip yola katılır. Şehzadebaşı’nda sinemanın ilk uğradığı yer, böylece bir kazaya uğrayıp sanat ömrünü tamamlar.
Millî Sinema ve Hilâl Sineması
Fevziye Kıraathanesi’nin bulunduğu tarafta fakat Fevziye Kıraathanesi’nin aksine Bayezid istikametinde, muhite hemen girişte yer alan Millî Sinema, Şehzadebaşı’nda açılan ikinci sinemaydı. Millî Sinema, bir aralık Emperyal Sineması’ndan sonra, Güneş Sineması’ndan evvel Fevziye Kıraathanesi’nin bulunduğu yerdeki sinema binasının ismiydi. Bu Millî Sinema ismi işte Fevziye Kıraathanesi’ndeki o sinema isim değiştirdikten sonra, 1921 senesinde konulmuştur. 1921’de evvela Yeni Millî Sinema olan binanın ismi takip eden yıllarda sadece Millî Sinema namıyla zikredilmiştir.
Saffet Paşazade Miralay Esad Bey’e ait olan bu arsada yer alan ilk kâgir tiyatro binasının ismi Mehmet’in Gazinosu idi. Ⅱ. Meşrutiyet’ten sonra bu yerde Sahne-i Heves topluluğu sahne almaya başladı. Sahne-i Heves Tiyatrosu adı üstüne bir heves gelip geçince yerine 1914’te Ertuğrul Sineması ismiyle Şehzadebaşı’nın ikinci tiyatro binası açılır ve 1921’e kadar aynı tabelayla seyircileri ağırlar. Aynı zamanda Cemal Sahir’in İstanbul Operet Heyeti, Türk Tiyatrosu, Kel Hasan’ın tulûat topluluğu gibi müzikli piyesler ve komediler sahneleyen truplara da ev sahipliği yapar. Vaktiyle Emperyal Sineması’nı da işleten Cevat Boyer bu salonu Kadri Cemalî Bey ile müşterek işletmeye başlar ve salonu devrinin en lükslerinden, en pahalılarından biri hâline getirir. 1958’de bina, tıpkı Fevziye Kıraathanesi’ndeki sinema gibi yola dâhil edilip tarihe gömülür.
Kel Hasan Efendi’yle ismi bir dönem sürekli birlikte anılan Şark Tiyatrosu’nun yerine 1917’de açılan Hilâl Sineması, Şehzadebaşı’nın üçüncü sinema binasıydı. Sinemada 1920’li ve 1930’lu senelerde tekmili birden yani devamlı seans halinde filmler oynatılırdı. Aynı tarihlerde zaman zaman tulûat kumpanyaları da Hilâl Sineması’nda temsiller verirlerdi. Hilâl Sineması, Millî Sinema’ya nazaran daha halk tipi bir sinema binasıydı. Binanın sahibi, Kapalıçarşı’da ayakkabıcılık yapan Şükrü Sedef adında bir esnaftı. 1950’de binayı Celal Marlalı satın alır. Celal Bey işletmesi için Necati Güder’e binayı teslim eder. Necati Güder de 1958’de yıkılıp yol oluncaya dek sinemayı Emre Sineması ismiyle İstanbulluların hizmetine açar.
Turan Sineması ile Ferah Sineması’nı Söylemeden Geçmek Olmaz
Hilâl Sineması’nın hemen karşısında, Ferah Tiyatrosu’nun Şehzade Camii istikametine doğru yanında 1013’te Eczacı Sarıyerli Kâzım Bey tarafından inşa ettirilen Millet Tiyatrosu, İtalya’daki namı dünyaya yayılan La Scala binasının minyatür bir kopyasıydı. Nasıl karşısında yer alan Şark Tiyatrosu Kel Hasan Efendi ile özdeşleşmişse Millet Tiyatrosu da Komik-i Şehir Naşit Bey ile bütünleşmişti. Sadece Komik-i Şehir Naşit Bey değil; Muhlis Sabahattin Operet Trupu, Donanma Cemiyeti Sahnesi, İstanbul Operet Heyeti, Osmanlı Dram Kumpanyası, Halide Pişkin Heyeti, Adil Güldürür Topluluğu da Millet Tiyatrosu’nda sahne almışlardır. Binayı 1932’de Rasim Day satın almıştır. 1936’de binaya yeni doğan oğlu Turan’ın adını vermiştir. 1939’dan itibaren sadece film gösterimleri yapan salonun ismi Turan Sineması olmuştur. Fevziye Kıraathanesi ve Millî Sinema gibi kadastroda yol görünen arsada yer almaması dolayısıyla ömrü daha uzun olmuştur. Yalnız sinemanın eski itibarını yitirmesiyle birlikte salon kapanmış, 1980’den sonra da salon ve sahne kısmı yıkılıp yerine bir han inşa edilmiştir. İkinci dereceden tarihi eser sayılan binanın ön cephesi bu yıkımda muhafaza edilse de yakın tarihte bakımsızlıktan önce harap olmuş sonra tarumar edilmiştir. Bugün o sırada yıkık olan tek bina eski Turan Sineması’dır.
Şehzadebaşı’ndaki tiyatroların en lüksü, en heybetlisi ve en şaşaalısı olan Ferah Tiyatrosu da daha sonraki yıllarda sinemaya çevrilmiştir. Vaktiyle varyetelerin, sirklerin hatta Darülbedayi’nin perde açtığı salon, Darülbedayi’nin yıldız komedyenlerinden ve sinema tarihimizin ilk komedi seri filmi olan “Bican Efendi”lerin başrol oyuncusu Şadi Fikret Karagözoğlu tarafından 1928’de kiralanıp, Ferah Sineması ismiyle işletilmeye başlamıştır. Akabinde daha sonra Millî Sinemayı da işletecek olan Necati Güder’ce kiralanan bina 9 Mart 1941 gecesi tamamen yanar. Yerine Yeni Ferah Sineması inşa edilir daha sonra ismini değiştirerek Şehzadebaşı Sineması olur. Sinemaya rağbetin azalmasıyla bina sinema salonu işlevini kaybeder ve zamanla ticaret yapılan bir dükkân haline gelir.
Tiyatrosuz ve Sinemasız Şehzadebaşı
Sinema, tiyatronun 1920’lerin sonunda girdiği gibi bir krize 1960’ların sonunda girer. Sinema binaları önce seks filmlerine teslim olur, ardından birer ikişer kapanıp başka dükkânlara, hanlara çevrilmeye başlar. Bu hanlarda 1960’lı yılların sonunda yıldız halk komikleri Tevhid Bilge, Nejat Uygur, Aziz Basmacı, Kenan Büke tiyatro kurup sahne alırlar. Son olarak da Erden Ener’in şenlendirdiği Şehzadebaşı sahneleri 1980’lerin başlarından itibaren önce ticaretin, sonra turizmin kara bulutları altında kaybolur.
Rasim Day ve İbretamiz Akıbeti…
Aslen Arnavut kökenli olan Rasim Day, 1900’lerin başlarında tulûat tiyatrolarında fıstıkçılık yaparak hayatını idame ettirmeye başlar. Uyanık bir adamdır. O günden bugüne hep maddi zorluk yaşayan artist ve aktör takımına faizle borç para vererek kodamanlaşır. Fıstık tezgâhını gazozla, meşrubatla zenginleştirir. 1920’lerin ortalarında Şark Tiyatrosu’nun, akabinde Millet Tiyatrosu’nun büfelerinin işletmeciliğini üstlenir. Büfe işletmeciliğine tefecilik de ilave edilince birden sınıf atlar. 1932 senesinde Millet Tiyatrosu’nu Eczacı Sarıyerli Kâzım Bey’den satın alır. İşte bu tarihten itibaren Fıstıkçı Rasim olmuştur Bay Rasim Day…
Bay Rasim Day kısa zaman içerisinde, Millet Tiyatrosu’nun yanında Şehzadebaşı’ndaki Acemoğlu Hamamı’nın, Kumkapı’daki Nil Sineması’nın ve nihayetinde Beyoğlu’ndaki Ses Opereti’nin sahibi olur. Millet Tiyatrosu’nun ismini 1936’da doğan oğlunun ismi olan Turan’la değiştirir. Yıllarca Komik-i Şehir Naşit Bey’in patronluğunu yapsa da hastalığı döneminde onun hiç yanında yer almaz, yardımda bulunmaz. Hatta Naşit Bey vefat edince vasiyeti üzerine tabutu Şehzadebaşı’ndan geçirilir. Bu seremonide Ferah Sineması, Millî Sinema ve Hilâl Sineması matinelerine ara verir. Buna mukabil senelerce milleti güldürdüğü Turan Sineması film gösterimine Naşit Bey’e saygı göstermeksizin devam eder. Bu da hem Selim Naşit’in hem de Adile Naşit’in çok zoruna gider. Ömürleri boyunca bir daha Rasim Day’la karşı karşıya gelmemek için onun işlerinin ve dahi tiyatrolarının hiçbirinde yer almak istemezler.
İlk Ses Opereti’nin kapanmasının ardından kurulan Yeni Ses Opereti’nin sahne aldığı Fransız Tiyatrosu’nun binasını 1950’de satın alır. Bizzat kollarını sıvayarak kadro oluşturmaya başlar. Rejisörlük vazifesini Şehzadebaşı’ndan tanıdığı Zeki Alpan’a verir. 1955’de grup dağılınca bu sefer Şen Ses Opereti’ni kurar. İlkin başrejisör olarak Zeki Alpan’la çalışmaya devam ederken sonra bu görevi Vahi Öz’e verir. Herkese ve her işe karışmasından ötürü çalışan sanatkârlarda bıkkınlık yaratır.
Büyükdere’de bir yalı satın alıp orada yaşamaya başlar. Faizli paralar, vefa minnet bilmeden biriken nakitlerle imparatorluğunu kuran Rasim Day, bir arkadaşı tarafından kandırılır. Çekmece’de iş yapmayan bir oteli, iş yapıyor ümidiyle satın alır. Aynı zamanda imzalanan belgede verdiği paranın yanına sıfırlar eklenip evrakta sahtecilik yapmak suretiyle borçlandırılır. Bu borcu ödemek için yalısı da dâhil olmak üzere tüm mâl varlığını satmak zorunda kalır.
Rasim Day, başına gelen bu tersliklere kahreder. Kendi kendini yiye yiye hastalanır. Tıpkı hayata adım attığı günkü gibi beş parasız lâkin o günden farklı olarak kapkara bir vicdanla dünyaya gözlerini kapar… Ardında acı çektirdiği onca artist bırakarak…