Taner Alakuş Röportajı
MİNYATÜR İÇİN KENDİ LİSANIMDA
RESİM YAPMA ŞEKLİ
Giriş: Edirnekapı’da tarihi 6. yüzyıla kadar uzanan, yıllar içerisinde kilise, müze ve cami olarak anılsa da hep ilgi odağı olan bir yapı: Kariye Camii. Her gün binlerce kişiyi ağırlayan bu mistik eser, verdiği ilhamla bölgeyi sanatçılar için de cazip kılıyor. Kariye’nin eşsiz atmosferinden ilham alarak, atölyesini bu kadim yapının hemen yanı başında konumlayan minyatür sanatçısı Taner Alakuş da onlardan biri. Bir yaz günü Alakuş’la atölyesinde buluştuk ve hem minyatür sanatını hem de bu tarihi alanın sanata açılan kapısını konuştuk.
Minyatür sanatı deyince akla ilk gelen isimlerden birisiniz. Nasıl başladı hikâyeniz?
1983 Güzel Sanatlar Akademisi girişliyim. Tamamen tesadüfen Geleneksel Türk Sanatları bölümüne girdim. Benim hedefim heykel ve resimdi. Ancak sonrasında Geleneksel Türk Sanatlarını kazandım, ilgimi de çekti. Okurken tezhip sanatıyla tanıştım. Öğrencilik yıllarında da para kazanmak için sahaflara kapalı çarşıya gittim, sordum soruşturdum. Turistlerin çok ilgisini çektiği için bana “Minyatür yapar mısın?” dediler. “Denerim” dedim. Minyatüre bu şekilde para kazanmak için başladım ancak sonrasında benim de hiç tahmin etmediğim bir yere geldi. Minyatür bir figür olduğu için bana tezhipten daha cazip geldi. Master ve doktoramı da tezhip üzerine yapmıştım ancak gönlümün istediği ağır basarak minyatür galip geldi. Bu sanatı icra etmeye başladım. Ta ki 2002 yıllarında Yakup Cem Hoca’yla tanışana kadar. Ben profesyonel minyatür yaptığımı zannederken, Yakup Cem Hoca ile tanıştıktan sonra hayatımda bu sanata dair farklı bir pencere açıldı. Bir yıl çalıştık birlikte. Yönüm değişti, kabuğum kırıldı. Zanaattan sanata geçişim de Yakup Hoca’yla oldu diyebilirim. Farklı şeyleri aramaya ve yapmaya başladım, herkesin yaptığını yapmadan yenilik arayışına girdim.
MİNYATÜR İÇSEL DÜNYAMI DIŞA VURMA ŞEKLİM
Zanaattan sanata geçiş… Minyatüre dair neler söylemek istersiniz?
Her şey değişiyor, fikirler gibi. Biliyorsunuz minyatür dönemin belgeleridir. Minyatürün ilk yapılış sebebi de tıpkı fotoğraf makinesi gibi zamanı belgelemektir. Osmanlı döneminde de Selçuklu döneminde de bu böyleydi. Yazıyı desteklemek için resim yapılıyordu. Minyatürler o döneme dair pek çok fikir veriyor bize; dönemin eğlencelerini, yaşam tarzlarını, kültürlerini… Matrakçı Nasuh’un yaptığı İstanbul haritası da öylesine bir harita değil. Onu iyi incelediğimizde kaybolan sarayları ve pek çok yapıyı görme fırsatı yakalıyoruz. Minyatür benim için kendi kültürümden gelen, kendimi ifade etme biçimine dönüştü. Sanat bir ifade etme şekliyse, ben de daha egzajere ederek söyleyebilirim ki gelenekten beslenen bir sanatçı olarak minyatür için kendi lisanımda resim yapma şekli diyebilirim. Özellikle son dönemlerde bu sanat benim için içsel dünyamın dışa vurma şekli oldu. Ben kendimi minyatürün artık çağdaş versiyonunu yapıyor gibi hissediyorum. Artık eskisi gibi sarıklı adamlar, av sahneleri vs. gitti benim için. Teknik aynı, malzeme aynı. Tıpkı bir yemekteki gibi tuz var, karabiber var, malzemeler hazır ancak siz yeni bir tat peşindesiniz. Zaten böyle de olmak zorunda. Çünkü kullandığımız aletler, teknoloji, şehir, insanlar değişti.
Siz şehrin hiç değişmeyen, en tarihi noktalarından birindesiniz. Bu atölyenin kuruluş yıllarına dönebilir miyiz?
1984-1985 yıllarında öğrenciyken bu bölgede çok sık gelirdim kafelere. Burayı çok seviyorduk o yıllarda da ve her zaman burada bir atölyem olsun istiyordum, hayal kuruyorduk. Ancak o dönemde öğrenciyiz, buralar çok pahalı ve bu olabilecek bir hikâye değil diyordum. Fakat evrene demek ki doğru mesajlar göndermişim. 2013 yılında bir atölye aramaya başladım İstanbul’da. Farklı semtlere de bakıyordum ancak benim isteğim tarihî yarımadaydı. Çünkü geleneksel bir sanatçının beslendiği yerler bu coğrafya elbette. Çok modern ve yeni semtte burada aldığınız ilhamı bulmanız mümkün değil. Aksi frak altında şalvar giymeye benzerdi. Bir gün bir baktık Edirnekapı’da bir bina satılık. İnanılmaz yağmur yağıyor ve fırtına var. Emlakçıyı da aradım, kırmadı beni geldi. Binayı gezdiğimde çok etkilendim. Binanın komşusu Kariye Müzesi, etkilenmemek mümkün değil… O dönemde de çok güzeldi şu an ki gibi. Herhâlde bize kısmet olmaz diyerek gezdim içini. Aldığımız fiyatla bizim düşündüğümüz arasında uçurum vardı. Bina sahibiyle çok iyi bir iletişim kurduk, sık sık buluştuk. 5-6 kez buluştuktan sonra artık adını koyalım dedim. Aramızda çok fazla fiyat farkı vardı ama annesinin minyatür sanatından çok hoşlandığını söyledi. Bu kez fiyatı biraz daha düşürerek, benden eser yapmamı istedi ve pazarlığa oturduk. Benim için çok uygundu ancak eşim “Yaptığın eserler çok zaman alıyor, vazgeç bu binadan” dedi. Haklıydı… Ancak ben bu binayı çok beğenmiştim. En nihayetinde o minyatürü hediye ederek mal sahibiyle anlaştık. O da bir İstanbul motifiydi…
Sizin eserlerinizde sık sık İstanbul motifleri var, bu motiflerle özdeşleşmiş birisiniz…
Evet, ilk minyatüre başladığım yıllarda padişah portreleri yapardım. Ardından İstanbul siluetlerini işlemeye başladım. Son zamanlarda çağdaşlardan da etkilenerek daha Mondrian tarzı eserler üretmeye başladım. Hayat yataylardan ve dikeylerden oluşuyor. O hâlde şehirleri bu kadar kusursuz yapmaya da gerek yoktu. Yeditepe’yi ne simgeler, yedi yıl ömrü olan yusufçuk simgeler vs gibi pek çok fikrin çarpışmasından esinlendim ve farklılık peşinde koşmaya başladım. Daha moderne kaydığında da İstanbul’u işliyorum ancak bu defa binanın ruhu da işin içine giriyor sadece mimarisine odaklanmıyorum. Bir insan çıkıyor ve şehrin siluetini değiştiriyor. Örneğin Mimar Sinan… “Bir şehre kim kimlik kazandırabilir?” derseniz, ben buna “Sanatçılar diye cevap veririm. Bu yüzden de ben İstanbul’la, İstanbul benimle özdeşleşsin istedim. İstanbul’a çok şey borçluyum çünkü kafamı nereye çevirsem benim için bir malzeme. Sokaklarda yürüdüğümde her şeyi minyatür olarak görüyorum, al beni işle, diyor. Kimisi eskizle çalışır ben eskiz olmadan çoğu zaman önce bir kubbe ile başlıyorum, gerisi geliyor.
EZANI DİNLEYEREK IHLAMUR KOKUSU EŞLİĞİNDE KAHVEMİ İÇİYORUM
Kuzguncuk’ta oturuyorsunuz, atölyeniz Edirnekapı’da. Çalışmanızı zorlaştırıyor mu?
Ben İstanbul’u yaşamayı çok seviyorum. Evden çıkıyorum, sahilde kahvaltımı yapıyorum, vapura tramvaya biniyorum biraz yürüyorum atölyeme geliyorum. Bazen arabayla İstanbul’u seyrederek geliyorum. İstanbul’da kaçta neresi açık, ezbere bilirim. Her coğrafyanın farklı bir güzelliği var. Evim atölyemle bitişik olsaydı, uyandığımdan atölyeme gelene kadar gördüklerimin ve deneyimlediklerimin hiçbirini yaşamayacaktım. Oysa tüm bunlar insana hayat veriyor. Bir de tabii bin 500 yaşındaki bir binayla komşu olmak çok farklı bir ağırlık getiriyor ve vizyon getiriyor insana. Sabah 5-6’da atölyeye geliyorum. Bazen akşam 8’de, bazen gece 11’de eve gidiyorum. Bazense hiç gitmiyorum, burada uyuyorum. Kışın bu sokak ağaçlardan dolayı ıhlamur kokuyor. Erkenden gelip ezanı dinleyerek ıhlamur kokusu eşliğinde kahvemi içiyorum. Bana inanılmaz iyi geliyor bu ritüel. Bu bölgede ilham kolay geliyor. Saat 15.30, bu saatte bile sessizlik ve huzur hâkim. Bu sessizlik sanatçının da eser üretmesini kolaylaştırıyor.
- Eserlerinde son zamanlarında kompozisyonlar da ürettiğini belirten Alakuş, Ayasofya adlı eserindeki yusufçuk motifine dikkat çekiyor ve şunları anlatıyor: “Bazı böcekler çok estetiktir, yusufçuk gibi… İmajı güzeldir, kanatlarıyla renkleriyle sürrealist gibidir. Yedi yıl ömrü vardır. İstanbul’un yedi tepesini, İslamiyet’te tasvir edilen cennetin yedi katmanını simgeler. Ben de bu sebeple bu eserde yer verdim.”
- Allah yazısı Ayasofya’nın kapısında bulunan yedi metre çapındaki hat yazısını simgeliyor.
- Mekânların hikâyelerine de eserlerinde yer veren sanatçı; eserde görünen meleklerin Ayasofya’daki dört meleğe ait olan serafinler olduğunu söylüyor.
- Eserdeki parmak izi, Alakuş’un minyatürü yaparken parmağının kanaması sebebiyle oluşmuş. Bu izden tesadüfi bir şekilde de sanatçının silueti çıkmış. Kendisi bunu doğal bir imza olarak bulduğunu ve kendinden de bir iz bıraktığını ifade ediyor.
- Alakuş’un eserindeki bir diğer dikkat çeken nokta ise, yapıların eksenlerinin kaymış olmalı. Sanatçı bunu da bilinçli yaptığını vurgulayarak, “Mükemmellik Allah’a mahsustur, bunu bilinçli yaptım. Biz sanatçılar ne olursa olsun mükemmele ulaşmayalım.” ifadelerini kullanıyor.