Hikmet Feridun Es’in Kaleminden Fatih’te Hayat

Farklı kültür, meslek ve yaş grubundaki birçok insanla değişik konularda yaptığı mülakatlarla Akşam ve Hürriyet gazetelerinin efsanevi yazarı, seyahat ve biyografi yazılarıyla tanınan, Türk kültür ve edebiyatına dair birçok malumatı kalıcı kılan gazeteci ve yazar Hikmet Feridun Es (6 Haziran 1909 İstanbul- 6 Haziran 1992 İstanbul) yaşadıkları ve eserleriyle unutulmazlar arasına girmiştir. Meşhur gazeteci Hikmet Feridun Es eski İstanbullu bir ailenin evladı olarak Fatih’te doğmuş ve uzun yıllar burada yaşamıştır. İtalyan Lisesi ve İstanbul Erkek Lisesi’nden sonra girdiği Orman Fakültesi’ni bitirmeden 1926’da Vakit gazetesinde meslek yaşamına atılan Es’in birçok eseri neşredilmiştir. Es’in Bugün de Diyorlar ki adlı kitabı ile “Tanımadığımız Meşhurlar” yazı serisi ve İstanbul’la ilgili yazı ve hatıralarını içeren Kaybolan İstanbul’dan Hatıralar başlıklı kitapları Selçuk Karakılıç’ın hazırlamasıyla Ötüken Neşriyat tarafından yayımlanmıştır.
Kendini Türkiye’nin “ilkler” kuşağından sayan Es’e göre onlar kadar “ilk” gören ve “ilkler” yaşayan bir başka nesil olmamıştır.

Hikmet Feridun Es’e göre Fatih
Fatih Kürsüsünden kitabında halkın ve aydınların durumu ele alan Mehmet Akif Ersoy’u bir karakter abidesi olarak gören Sezai Karakoç’un Mehmed Âkif başlıklı kitabına göre “Fatih semti, İstanbul’un içinde ikinci bir İstanbul’dur. Yüzde yüz Fatih şehridir.” Devletin yürek köşesi Fatih’te doğan Hikmet Feridun da Türk kültürünün merkezlerinden biri olarak gördüğü Fatih semtine eserlerinde özellikle Selçuk Karakılıç’ın hazırlamasıyla Ötüken Neşriyat tarafından yayımlanan Kaybolan İstanbul’dan Hatıralar’da sıkça yer vermiştir.

Cumhuriyet’in ilk yıllarının Fatih’inde gündüz vakitleri tenha olan sokaklara karşın sabahlarla akşam üstleri kalabalığın görünür olduğu zamanlardır. Ona göre iki tane Fatih vardır: Köhne Fatih, yeni Fatih… Köhne Fatih tamamıyla eskinin korunduğu, değişimin olmadığı, hiç mi hiç değişmeyen, ahşaptan yapılmış, yamru yumru binalardan oluşan “bir evden elinizi uzatsanız, öbür evde konsolun üzerinde duran saati çekip alabilirsiniz. Eski Fatih böyle bir Fatih’tir. Nişanca, Hafız Paşa ve civarı…”ndadır. Bir felaket olan yangından ders çıkaran Fatih halkı evlerini yenileyerek tuğla ve kârgirden yeni Fatih’i inşa etmiştir.

Yeni Fatih’teki Yeni Tramvay Caddesi, Hafız Paşa Caddesi’nin ehemmiyetini kaybettirdiğinden herkes tramvayın geçtiği caddeye meylettiği için hayat o tarafa akmıştır. İstanbul’un hiçbir tarafında üç nüfuslu bir ailenin yirmi beş lirayla yaşayamadığı dönemde küçük esnafın ekonomiyi yönlendirdiği Yeni Fatih İstanbul’un en ucuz yeridir.

Fatih’te hayat
Hikmet Feridun Es’e göre İstanbul’un en erken uyanan semti Fatih gün ağarmadan gerine gerine, mafsallarını çatırdata çatırdata esneye esneye uyanan bir yapıdadır. Kaybolan İstanbul’dan Hatıralar’a göre sineması, barı olmayan misafirin bile yatsı ezanı ile uykuya çekildiği mazbut bir semt olan Fatih, İstanbul semtlerinin en erkencisidir. Sabahın alacakaranlığında gözlerini açan Fatih’te pencereden dışarıya bakıldığında işe, bir yere yetişmek telaşında olduğu yürüyüşünden belli olan insanları, şehre ıspanak, pırasa gibi sebzeleri götüren çingene kadınları, kömür taşıyan sürü sürü develeri görürsünüz. İnsanların bir kısmı ise sabah vakti Laleli’de Hasanpaşa Fırını’nda yeni çıkan peynirli pide ile çaylar yudumlayıp işe koyulmaktadır. Dönemi itibariyle nüfusun azlığından dolayı fazla hareketli olmayan Fatih’te gündüz hayatı olmadığı gibi gece hayatı da yoktur. Hikmet Feridun’a göre “Gece, kafesli pencerelerde, perdelerin üstündeki gölgeler nihayet saat dokuza kadar hareket eder. Sonra lambalar kısılır, kapılar sürmelenir ve Fatih mışıl mışıl uyur. Yalnız geceleri ses olarak çocuklu evlerden salıncak gıcırtısı işitilir.” Entelektüelin tercih ettiği Fatih’in kültür hayatının belirleyicileri medreseler ve kitapçılardır.

Sirkeci otelleri
İnsanların muvakkaten konakladıkları, geçici evler olan otellerin birçok kişi için kalıcı konutlar hâline geldiği bilinen hakikatlerdendir. Oteller bir şehrin, ilçenin, beldenin hareketliliğinin en iyi göstergesi olduğundan bu işletmeler genellikle ulaşımın kolay ve imkânların geniş olduğu mahallerde yaygınlık göstermiştir. Farklı zamanlarda farklı gerekçelerle kalınan oteller Cumhuriyet’in ilk yıllarının İstanbul’unda Beyoğlu ve Sirkeci’de toplanmıştır. Bu otellerin misafirlerinden biri olan Hikmet Feridun Es Kaybolan İstanbul’dan Hatıralar’nda naklettiğine göre Sirkeci otelleri yeryüzündeki otellerin en garibi olmasına rağmen karın her tarafı kapadığı zaman tramvay, vapur, otomobil filân olmadığı için bu otellerden birinde gecelemek mecburiyetinde kalmıştır. Kapının yanında bir ayağı kırıldığından tamir edilmiş masada oturan adama ismini yazdırdıktan sonra otelin altındaki gazinomsu yere dalan Hikmet Feridun’un gözü koyu sigara dumanına, burnu koyu zifir kokusuna alıştıktan sonra etrafını tetkike başlamıştır. Her zaman üşüyen Reşat Nuri Güntekin Anadolu Notları’nda anlattığı soba yerine cayır cayır yanan büyük bir ocak, ocağın önü de çubuklarını tüttüren uzun seferlerin yolcularını arayan Es, “cemiyeti akvam içtimaları”nı andıran çeşitliliği içindeki, Fatih’in hareketliliğinin alamet-i farikası olan oteli şöyle tasvir etmiştir: “Sağımdaki masada oturanlar Kayseri şivesiyle, solumdaki masada oturanlar Urfa ağzı ile konuşuyorlardı. Önünde oturanların konuşuşlarından anlıyorum ki Bursalılar, arkadakilerin dilinden anlıyorum ki Rizeliler… Bu otel kahvesinde her masanın başka bir dili var. Bir bakışta şu masanın Bursalılar masası, şu masanın Rizeliler masası, şu masanın Kayseriler masası, şu masanın Safranbolular masası olduğunu anlıyorum.
İşin garibi bu ayrı gayrilik yattıktan sonra da devam ediyor. Otelin altı yedi yataklı odalarının her biri ayrı bir şehrin, hemşerilerini tahsis ediliyor. Hatta otelciye soracak olursanız size sayar:
— 11 numara Bursalılar odası, 18’de Rizeliler oturur. 22’de Kayserililer…
(…) Faraza sabahleyin kalktığınız zaman şu odadan bir Karadeniz şarkısı, bu odadan bir Aydın havası, öteki odadan bir Akdeniz yahut bir cenup şarkısı mırıldanıldığını işitirsiniz…”

Hayatını kalemiyle kazanan Mahmut Yesari ile öylesine bohem hâlleri olmuştu ki Sirkeci’de bir otelci kendilerini rehin tutmuştur. Otelci, prayı almadan bırakmamıştır. Yesari’nin otelden çıkması için Sedat Simavi himmet etmiş ve otel ücretini ödeyip onu kurtarmıştır.

Hikmet Feridun Es Tanımadığımız Meşhurlar’da Muallim Naci’yi anlatırken Mithat Paşa’nın babası Hacı Eşref Efendi’nin Sirkeci’deki konağının yerinde yeller estiğini, o arsada Edirne Oteli yükseldiğini yazmıştır.

Rüya dolu çocukluğun seyyar satıcıları
Cahit Sıtkı Tarancı’nın meşhur “Çocukluğum” başlıklı şiirinde bahsettiği olandan bitenden habersiz, çocuk saflığında gülüşlerin yüzlerde görüldüğü, insanın cenneti olan çocukluk yılları büyük şeylerde gözün olmadığı, mutlu günlerin yaşandığı kıymetli zamanlardır. O saf, o mutluluk dolu günlerde herkesin zihninde yer eden gelmesi dört gözle beklenen, nerdeyse çölde su arar gibi aranan seyyar satıcıları rüya dolu çocukluğun özel anları olarak anan Hikmet Feridun Es çocukluğunun geçtiği Fatih’te seyyar satıcıların peşinde koşmuş bahtiyarlardandır. Hikmet Feridun’un Kaybolan İstanbul’dan Hatıralar’nda naklettiği üzere ileri yaşında bile hatırladığı iskeledeki seyyar satıcıların o zamanın gözde çikolataları olan üç köşe Tobler, mavi kâğıtlı Victorya’yı “Naneee… Limoooon…, Tobler… Kaymaklı Victorya… Nestle mestle ye canını besle!” diyerek bir reklam cıngılı ile satış yapmalarını heyecanla anlatmıştır.

Hikmet Feridun Es’e göre birer çocukluk masalı kahramanı gibi zamanla ortadan kaybolan, ahenkli ve müzikli çağırışıyla mahallenin bütün çocuklarını etrafını toplayan, ince uzun tahta çubukla çocukların en büyük sevgilisi macunu satan seyyar satıcılar çocuklar tarafından sevgilisinin yolunu gözleyen aşıklar gibi beklenmiştir.

2000 yılları öncesinde İstanbul’da yaşayanların tanıdığı, küçük yaşlardan itibaren Şehir Hatları vapurlarında satış yapan efsane satıcısı “Burhan Pazarlama” olarak bilinen Burhan Demircan’ın öncüllerine de kitaplarında yer veren Hikmet Feridun Es, satıcıların yiyecek içecek dışında akla gelmeyecek şeyler sattığını yazmıştır. Satıcıların, sıcak havalarda ortaya çıkan tahta kurusu, bit, pire ve sineklerden kurtulmak isteyenlere Amerika’daki fabrikalardan hususi surette celp ettikleri asrın kimya harikası Titoks pire tozunun satışı da onun kalemine girmiştir.

Kış mevsiminde, çocukların yemiş makamında yedikleri pekmezin tatlandırıcı olarak kullanıldığı sicimlerin üstlerine uzun uzun dökülen cevizli sucuklar, hindistancevizi tozuna bulanmış tabaka tabaka nişastalı pekmezler, çocukların ağızlarını sulandıran enerji veren yiyecekler olarak Fatih Camii’inin arkasında, çocukların nerdeyse her gün açılmasını murat ettikleri ancak belli günler kurulan “çocuk yemişleri sergisi”nde satılmaktadır. Soğuk kış günlerinde okula giden çocukların ceplerine konan, tadı Hikmet Feridun’un damağından gitmeyen dut kurusundan vişne kurusuna, kavrulmuş fındıktan rezzaki kuru üzüme kadar birçok yiyecek yazın evde hazırlanmanın yanında seyyar satıcılardan ya da belli zamanlarda kurulan yerlerden alınmaktadır.

Eminönü’ndeki Üsküdar İskelesi’nin önündeki satıcılar büyük edebiyat numunesi sayılabilecek seyyar satıcı edebiyatı öncesine göre geri olsa da parti liderlerine taş çıkaran bir hitabet yeteneği ile müşteriyi celbetmiş her zaman hedef kitlesi olan çocukların dikkatini çekmiştir. “Valdeeeee! Oğlunu beslemeden evlendirmeeee! Oğlunu beslemeden evlendirme! Hanım teyzeeee, oğlunu beslemeden evlendirmeeeeee! Mahcup olur çocuk 250 gramı 25 lira…” diye bağırarak satış yapan satıcı müşterisini şaşırtan bir ifadeyle “Kan yapıyor, can yapıyor; ölüleri diriltip kaldırıyor! Fındık üzüüüüm!” diyerek dikkat çekmeye, satışını artırmıştır.
Hikmet Feridun’un ifadesiyle seyyar berber, ağzı tahta çiviyle dolu, köşe başına oturup bütün semtin ayakkabısını tamir eden, pençeleyen seyyar kundura tamircisi ve ötekiler gibi kaybolan diğer renkler de tatlı bir hatıra olarak anıları süslemeye devam edecektir.

Samatya’nın pazar alemleri
Fatih’te Kocamustafapaşa ile Yenikapı’dan sonra yer alan sahil yolunda, eski bir Rum semti olan Samatya’nın adının “kumlu” anlamına gelen “Psemotya”dan geldiği düşünülmektedir. Samatya, bir sahil semti olmasından dolayı deniz mahsullerinin envaî türlerinin satıldığı pazarı ile maruftur. Midyenin, karidesin Ermenilerin meşhur topiğinin enfes çeşitlerinin satıldığı Samatya balık kokusunun peşine takılanların mekânıdır. Farklı kültürleri içinde barındıran Samatya’nın pazarı Eshâb-ı mezâk’ın yani lezzet avcılarının mekânı olmuştur. Bir akşam üstü Samatya sahile giden Hikmet Feridun burada gördüğü şenliği şöyle anlatmıştır: “Deniz üstündeki gazinoların hepsinde radyolar başlamış. Sahilde, deniz hamamlarının yanında karınca gibi kayık kalabalığı… Kayıkların birinden utla bir taksim geçiliyor, ötekinde orta yaşlı bir adam ayağa kalkmış omuzlarını titrete titrete çifte telli oynuyor. Anlaşılan biraz çakırkeyif olmalı çünkü bir kaza falan olabileceğini düşünmüyor bile.

Öteki sandalların birçoğu çifte telli oynanan kayığın etrafında halka olmuşlar. Bizde her yaz denize ait birçok icatlar yapılır. Bazen motorsuz istimbot, bazen ayakla yürüyen kayıklar vesaire yapılır. Bu yaz da deniz arabası diye bir şey çıktı. Üstünde kupa arabalarında olduğu gibi kapak, odamsı yeri bulunan acayip bir kayık… Pazar olduğu için bunlar da Samatya’ya akın etmişler. Hepsinin de ismi asrî şeyler: Paris je t’aime, Fleur d’amour, Ramona…”

Samatya’da günlerini gayet güzel geçiren bir aileye rastlayan Es, ailenin bir teknede yazı geçirdiğini anlatırken keyfine düşkün aileyi de tebrik etmeyi ihmal etmemiştir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tevarüs eden sosyolojik yapıdaki çok renkliliğin en iyi göründüğü yerlerden biri olan Samatya’yı insan meşherine benzeten Es’e göre Samatya tıpkı pazarı gibi başka bir alem.

Start typing and press Enter to search