Prof. Dr. Azmi Özcan ile “Bütün Yönleriyle Sömürgecilik”
İlim camiasında monografik çalışmaları ve makaleleriyle tanınan, birçok telif eser üretmiş; özellikle de Panislamizm eseriyle dikkatleri üzerine çekmiş bir isim. Prof. Dr. Azmi Özcan, hukuk, ilahiyat ve tarih alanlarında yurt içi ve yurt dışında aldığı eğitimler sayesinde akademik hayata farklı perspektiflerden yaklaşmış; İSAM Başkanlığı ve Bilecik Üniversitesi Rektörlüğü gibi idari görevler üstlenmiş olsa da akademik yolculuğunu kesintisiz sürdürmüş, binlerce öğrenci yetiştirerek “hocaların hocası” unvanını hakkıyla kazanmıştır. Kendisiyle, Fatih Belediyesi Kültür Yayınları’ndan çıkan Bütün Yönleriyle Sömürgecilik kitabı üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Öncelikle kitabınız hayırlı olsun. Kitabın içeriğine geçmeden önce bu kitap fikri nasıl ortaya çıktı, anlatır mısınız?
Teşekkür ederim. Yaklaşık 20 yıldır bu konuda bir farkındalık oluşturmak için çeşitli platformlarda konferanslar, söyleşiler, dersler ve bilimsel faaliyetler yürütmekteyim. Bana göre insanların maruz kaldığı en büyük felaket, en dehşetli tecrübedir sömürgecilik. Bu çerçevede Zeyrek Akademi’de gerçekleştirdiğimiz seminerlerin kitaplaştırılması gündeme geldiğinde memnuniyetle kabul ettim. Oradaki arkadaşlarımız çok güzel bir iş ortaya koydu. Eser, kamuoyunda da büyük teveccüh gördü. Bu vesileyle Sayın Başkan Ergun Turan Bey’e, İhsan İlze ve Muzaffer Şahin Beylere, editörümüz ve öğrencim İbrahim Akkurt’a ve emeği geçen diğer ilgililere teşekkür ederim.
MOĞOLLARI VE HAÇLILARI TÜRKLER DURDURDU
Dünya tarihinde önemli kırılma noktaları nelerdir? Bu kırılmalar ile Türklerin tarih sahnesine çıkışı arasında bir bağlantı var mıdır?
Şüphesiz bizi ilgilendiren en önemli kırılmalardan biri İslam’ın zuhurudur. 611’de başlayan bu tarih, 711 yılında Çin’den Fas’a kadar geniş bir coğrafyaya ulaşmıştır. Normal şartlarda 100 yıl gibi kısa bir sürede bu kadar geniş bir coğrafyaya hâkim olunabilmesi mümkün değildir; teknoloji, bilim, ordu yetersizdir. Ama bazen mesajlar, fikirler, düşünceler tarihi değiştirebilir. İslamiyet’in hikâyesi buna tipik bir örnektir. Doğduktan on yıl sonra bulunduğu zaman ve mekâna hâkim olmuş, 18. yüzyıla kadar da bu hâkimiyetini sürdürmüştür.
İkinci önemli kırılma 13. yüzyıldır. 1215 civarında Moğollar, önlerine kattıkları herkesi süpürerek gelmiştir. Moğollar, Türkleri harekete geçirmiş, yerlerinden etmiş ve Türkler de gittikleri her yerde devletler kurmuştur. Haçlı Seferleri de bu döneme denk gelir. Ama hem Moğolları hem Haçlıları durduran Türkler olmuştur. Eğer 13. yüzyılda Anadolu’da Türkler olmasaydı, İslam’ın hikâyesi orada bitebilirdi.
Daha sonra Osmanlı Devleti’nin yükselişi de tarihin seyrini değiştirmiş ve günümüze kadar uzanan bir hikâyenin temel taşlarından biri olmuştur.
Bu kitapta anlatılan sömürgecilik, siyasi ve ekonomik sömürüden ziyade bilimsel, zihinsel ve kültürel sömürgeciliktir diyorsunuz. Bu konuyu biraz açar mısınız? Kaç çeşit sömürgecilik vardır?
Sömürgeciler, kendi çıkarları uğruna gerekirse dünyanın yanmasına bile kayıtsız kalabilecek bir zihniyetle yetişir. Bu kasıtlı değil, sistematik bir süreçtir. Geçmişte sömürge hâline getirdikleri ülkelerde milyonlarca insanın ölümü onları rahatsız etmemiştir; çünkü bu eylemleri dini, biyolojik, kültürel ve bilimsel meşrulaştırma araçlarıyla haklı göstermişlerdir.
Bir şeyi meşrulaştırmak demek, haksız olsanız bile karşı tarafın sizin yaptığınızı kabullenmesini sağlamak demektir. En uç ifadesiyle, diğerinin sizi yönetme hakkına sahip olduğunu kabul etmektir. Bugünkü dünya düzeni de bu şekilde işler. Kültürümüz, hayat tarzımız ve standartlarımız hep bu düzenin yansımasıdır. “Avrupa standardı” gibi ifadeler bu anlayışın ürünüdür.
Modern bilim adı altında anlatılan pek çok disiplin, aslında bilgiye olan açlıktan değil, tarihsel olarak burjuvazinin egemenliğini pekiştirme arzusundan doğmuştur. Bu bağlamda bilgi üretimi bile sömürgeci zihniyetin bir aracı hâline gelmiştir.
DOĞU’NUN “CENNET” İMAJI
Batı’nın Doğu’yu yönetme isteği ne zaman, nasıl ortaya çıkmıştır?
15. yüzyıl sonunda Avrupa, küçük şehir devletlerinden ibarettir. Salgın hastalıklar, savaşlar, iç rekabetler vardır. Bundan dolayı kurtuluşu denizlere açılmakta bulurlar. Coğrafi keşifler başlar. Doğu’nun zenginliği, Haçlı Seferleri ve Marco Polo’nun gezi notlarıyla hayal edilen bir “cennet” gibidir.
Doğu sıkıntıya düşünce kurtarıcı bekler; Mehdi, Mesih gibi figürlere yönelir. Batı ise çözümü dışarıda, denizde, keşifte arar. Amerika’yı bulduklarında bile Hindistan zannederler. Bu iki farklı yaklaşım, Batı’nın Doğu’yu yönetme arzusunun temelinde yatar.
Sömürgecilik karşısında Osmanlı Devleti’nin ve hilafet müessesesinin tavrı ne olmuştur?
Osmanlı padişahları Yavuz Sultan Selim’den itibaren “İslam halifesi” sıfatını taşımışlardır. Osmanlılar güçlü oldukları dönemlerde hilafete fazla ihtiyaç duymamışlardır. Ancak Mekke ve Medine’yi Portekizlilere karşı korumaya başlayınca, İslam dünyasında dinî bir imtiyaza kavuşmuşlardır.
18. yüzyıldan itibaren Osmanlı siyasi ve askeri olarak zayıflamaya başlayınca, halifelik unvanını diplomatik bir araç olarak daha fazla kullanmışlardır. II. Abdülhamid, halifelik kurumunu Avrupa’ya karşı caydırıcı bir unsur olarak kullanmak istemiştir. Hacca gelenlere kitaplar dağıtarak “Osmanlı’ya yardım edin, sizi Avrupalılardan koruyalım” mesajı verilmiştir. Askeri güç azaldıkça, dinî karizma inşa edilmiştir.
KAVRAMI KİM KOYUYORSA DÜNYAYI O YÖNETİR
Sömürgecilik ile Oryantalizm ve Misyonerlik arasında nasıl bir ilişki vardır?
Sömürgeciler, gittikleri yerlere ilim insanlarını da götürmüş, böylece “Şarkiyatçılık” (Oryantalizm) adlı disiplin doğmuştur. Bu disiplinin amacı, hedef toplumları tanımak ve onları yönetmek için stratejiler geliştirmektir. Kültürel değerlerin itibarsızlaştırılması, toplumsal hassasiyetlerin tespiti, özgüvenin kırılması temel hedeflerdendir.
“Yerli oryantalizm” dediğimiz ise, bireyin kendi kültürüne ve toplumuna yabancılaşmasıdır. Kendisinden utanma, kendini küçük görme hâlidir. Bu durum daha tahripkâr bir zihniyet yapısıdır.
Batı, sadece dışarıdan tanımlamakla kalmaz; doğunun kimliğini, sınırlarını, tarihini de kendisi tayin eder. “Orta Doğu” kavramı bile bu anlayışın ürünüdür. Kavramları kim koyuyorsa, dünyayı da o yönetir. Çünkü insanlar kavramlarla düşünür. Bizim bugün dünyaya sunabildiğimiz bağımsız bir “işletim sistemimiz” yok. Bu nedenle iddiamız da olamıyor.
Tarihten sürgün edilmek, geçmişinden koparılmak, kültür ve inanç değerlerinin itibarsızlaştırılması anlamına gelir. Oryantalizm en çok tarih ve inanç alanına yüklenir. Çünkü bunlar bir toplumun kimliğini oluşturur. Tarihi sizden alır, yerine kendi yazdığı tarihi koyar. İnancınızı küçümser. Böylece sizi siz yapan değerlerden koparır.