MEKANIN ÇOCUKLAR İÇİN DE BİR DİLİ VAR

Sevda Dursun

Şehir yaşamında özgürlük alanları kısıtlı olan, üstelik salgın döneminde hiç olmadığı kadar dört duvar arasında yaşamak durumunda kalan aileler için yaşanabilir şehirler kurmak daha da önemli hale geldi. Şehrin daracık evlerinde çocuk yetiştirmenin zorluğu bir yana, Osmanlı döneminde Batı tarafından parmakla gösterilen çocuk yetiştirme metotlarımız diğer tarafa. Salgın dönemindeki sıkışmışlığımız belki çok yeni ama bu mesele salgından önce de böyleydi. Özellikle son yıllarda çocuklar nefes almakta zorlanılan evlerde, paylaşmayı, saygıyı, sevgiyi öğrenmeden büyüyor, mekânın ferahlığını tadamıyor. Mekânın çocuklar için de bir dili olduğunu ne zaman anlayacağız?  

Şehir denilince akla bir tarafta yüksek binalar, lüks, şatafat, diğer tarafta daracık sokaklardan yükselen çocuk çığlıkları, küçücük mekânlara sığmaya çalışan aileler geliyor. Hele de İstanbul deyince, en çok beton duvarlara sıkışmış çocuklar üzüyor insanı. Salgın dönemi de işin tuzu biberi… Nerede o eski günlerdeki gibi akşam ezanlarına kadar sokaklarda oynayan çocuklar? Anneler artık köşe başındaki bakkal dükkanına bile gönderemez oldu çocuğunu. Anaokulu çağına kadar doğru düzgün bir arkadaşa sahip olmak şans meselesi. Akrabalar birbirinden uzak semtlerde oturduğu için, çocukları ayda bir, en iyi ihtimalle haftada bir görüşebiliyor. Hal böyle olunca da şehir yaşamını özellikle aileler ve çocuklar için kolaylaştırmak öncelik kazanıyor.

Eskiden kadınlar tarlada bayırda çalışır, şimdilerde makinelerin kolaylaştırdığı ev işleriyle bütün gününü meşgul eder, çocuklara ekstra bir emek harcamazdı. Çünkü geniş ailede çocuklarla ilgilenecek bir büyük mutlaka olurdu. Kardeşler, kardeş çocukları birbirine arkadaş; babaanne, dede yoldaş olurdu. Şimdiyse tek çocuğun peşinde koşmaktan helak olmuş anneler görüyoruz. Çünkü hiçbir yardımcısı yok. Baba işe gidince, anne markete, pazara gitmek için bile çocuğunu emanet edecek kimse bulamıyor. Eğitiminden sosyalleşmesine, hastalığından alışverişine kadar her şeyiyle anne ilgilenirse, çocuk da anne de nefes alamaz hale geliyor. Hele de büyük şehirde bu mesai hiç bitmez.

Şehirde çocuk büyütmenin zorluklarını ve çözüm önerilerini, geçmişten günümüze çocuk yetiştirmenin inceliklerini konunun uzmanları Çocuk Eğitimcisi Gülsüm Mehdiyev ve Tarihçi Nermin Taylan’la konuştuk.

ÇOCUKLAR İÇİN MEKAN TASARIMI

Şehirde çocuk yetiştirmenin birtakım zorlukları olduğunu söyleyen Gülsüm Mehdiyev, çocukların nefes aldıkları mekanlar olan çocuk parklarının çocuğa uygun olarak tasarlanması gerektiğini ifade ediyor. Mehdiyev, yerel yönetimlerin çocuğa yönelik alan yaparken çocuk gelişim uzmanı ve eğitimcilere danışmasının uygulamalara artı değer katacağını belirterek, “Şehirlerde çocukların oyun oynayacağı alanlar çok fazla yok. Onların ihtiyacı olan boş alanlar, boş kütükler, yeşillikler, kendilerinin oyun yaratacağı mekânlar. Böyle yerler olmayınca çocuk parka gidip saatlerce hiçbir şey yapmadan sallanabiliyor. Bir park yaparken veya çocuğa ait bir mekân tasarlarken çocuk gelişimcilerin fikirleri alınarak tasarım yapılırsa, çok daha sağlıklı mekânlar ortaya çıkar.” diyor.

Yapı üreticilerinin de konut ve konut alanlarını tasarlarken, çocuklara öncelik vermeleri gerektiğine dikkat çeken Mehdiyev, “Herkes mesleğini yaparken çocukları düşünmeli, bu mesele milli bir değer gibi olmalı. Örneğin konut tasarlanırken ‘Nasıl çocuklara boş alan bırakırım’ diye düşünülmesi lazım. Eskiden avlulu evlerimiz vardı, geniş ve ferah. Şimdi bakıyorsunuz, en büyüğü 3 oda 1 salon, onda da çok eşya kültürü olunca maalesef çocuklar için boş bir alan kalmıyor. Hiperaktivite ve dikkat dağınıklığının artmasının bir sebebi de çocuğun doğal ortamlardan kopuşu. Sık sık doğa yürüyüşleri yapmak çocukların sınırlarını anlaması için çok önemli.” sözleriyle şehrin yakınlarındaki yeşil alanlarda ailece doğayla bağ kurulmasının önemini vurguluyor.

YEDİKULE BAHÇE’DE TOPRAKLA İÇ İÇE

Mehdiyev’in dediği gibi çocuklar için olduğu kadar yetişkinler için de doğayla kurulacak yakın bir bağ ruh ve beden sağlığı için gerekli. Ancak metropollerde yeşil alana ulaşmanın zorluğu herkesin malumu. İşte bu noktada da yeşil alanları vatandaşın ulaşacağı yakınlığa getiren yerel yönetim anlayışı devreye giriyor.

Çocuklarda çevre bilinci geliştirmek, toprağa dokunmalarını ve bitki yetiştirmeyi öğrenmelerini sağlamak amacıyla tasarlanan “Yedikule Bahçe” tam da bu ihtiyaca yanıt veriyor. Çocukların ve ailelerinin birlikte vakit geçirmeleri, doğayla bağlarını güçlendirmeleri için ideal mekanlardan biri olan Yedikule Bahçe, herkesin toprakla buluşmasına imkan sunan şehrin ortasında yemyeşil bir alan. Çocuklar doğaya saygıyı, toprağın değerini ve emeğin karşılığını öğrenirken, kadınlar da toprakla uğraşma ve bahçeciliğin inceliklerini tanıma şansı buluyor.

Salgın dolayısıyla okulların kapalı olması, ailelerin çok fazla dışarıya çıkamamaları sebebiyle bugünlerde kısa bir mola verilmiş olsa da, Yedikule Bahçe şehirde büyüyen çocuklar için büyük bir şans.

EKRAN YERİNE SOHBET MUHABBET

Salgın dönemi hangi etkinliğin kapısına kilit vurmadı ki. Belki de bunca karamsarlığın tek sebebi, dört duvar arasına sıkışıp kalmışlığımız. Salgın döneminden en çok çocukların etkileneceğini söyleyen Mehdiyev, bu süreci sağlıklı atlatabilmek için, çocukların ekran sürelerini azaltıp, yerine sohbeti, muhabbeti koymak gerektiğinin altını çiziyor. “En garantili çözüm sohbet. Bizim kültürümüzde zorluklar aile bağlarını güçlendirir, bunu da fırsata çevirmek gerekiyor. Ama ‘çocuk’ deyince aklımıza eğitim ve eğitim bakanlığı, online eğitim ve ders gelirse olmaz. Onun da bir insan olduğunu, bizim gibi kaygılıyken eğitim gerçekleşemeyeceğini düşünüp rahat bırakmamız lazım. Salgından sonra dünyada hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyoruz, ama nedense çocuklar için her şey eskisi gibi olsun istiyoruz. Sadece ders ve ödev konuşuyoruz onlar için. Çocuğun serbest oyun için zamanının kalmaması demek, sosyolojide çocuğun kurumsallaşması demek. Bugün çocukların serbest oyun zamanı kalmadı. Mesele çocuk büyütmek değil, insan yetiştirmek. Onları kendi haline bırakmazsak eğer, insanoğluna yolculuğunu tamamlayamazlar.”

ESKİNİN FERAH MEKÂNLARI

Eskinin çocuk yetiştirme metotlarına göz attığımızda, mekânın çocuklar için ne kadar önem arz ettiğini fark ediyoruz. Bunu uzmanlar da dile getiriyor. Osmanlı’da sadece saray hayatında değil, şehirde konak hayatı veya köy hayatında, evlerin duvarlarının yüksek olduğunu ve insanların o duvarların içinde genişçe bir yere sahip olduğunu söylüyor Tarihçi Nermin Taylan. Mekânın çocuklara sağladığı ferahlığı ve büyük ailenin ne kadar önemli olduğunu şu ifadelerle anlatıyor: “Çocuklar doğduklarında dedelerinin, babalarının dizlerinin dibinde, onların terbiyelerini alırdı. Çoğu zaman içerisinde su fıskiyesinin olduğu bir konakta, diğer amca çocukları, belki teyze çocuklarıyla beraber büyürdü. Paylaşmayı, büyüğe saygıyı, küçüğe sevgiyi yeri geldiğinde fedakârlık etmeyi biliyordu çocuk.

Günümüze baktığımızda, çekirdek ailede çocuk, büyük küçük nedir bilmiyor, dedenin, babaannenin kültürünü tanımıyor. Şehir içerisinde tek dairede sıkışmış kalmış, belki ayda bir defa, belki haftada bir defa kendi amca çocuğunu veya başka çocuğu görüyor, paylaşmayı öğrenemiyor. İki kardeş bir daire içerisinde bir odayı paylaşamıyorlar.”

Geçmiş dönemde padişahlar veya devlet adamları kime bakarsak bakalım, bir hedef belirliyorlardı ve hedefe doğru ilerliyorlardı. Ama şimdi çocukların tek bir hedefi var, ‘sınava çalışmak.’ Osmanlı döneminde bizim çocuklarımız Batılı gezginlerin hatıratlarında örnek gösterilirken, şimdi biz Avrupalı turistlerin ne kadar söz dinleyen çocukları olduğunu söylüyoruz. Fransız yazar ve gezgin Dr. A. Brayer, “Türk çocukları başka memlekettekilere benzemezler, ne gürültü ederler ne ağlayıp dururlar. Şarkta geçirdiğim üç seneye yakın zaman zarfında hiçbir Türk çocuğunun bağırıp çağırdığını işitmedim sokakta” notunu düşüyor. Sokakta bağırıp çağırmanın ayıp olduğunu söyleyen Nermin Taylan, “Bu ayıbı onlara aile içerisindeki dede-babaanne yahut anne-baba öğretiyordu” diyor.

MOTİFLERİMİZİ KAYBETTİK

Taylan, geçmiş uygulamaları arka plana atarak neler kaybettiğimizi şu ifadelerle ortaya koyuyor:  “Çocuk sokakta veya aile içinde bir edepsizlik görmediğinden, kendisi de bunu yapmıyordu. Eskiden annelerimizin işlediği kanaviçeler vardı, işte onun gibi biz motiflerimizi kaybettik.  Evlerimizin içindeki, gönüllerimizdeki, beynimizdeki evlatlarımıza nakşettiğimiz motiflerimizi kaybettik. O ince nüanslar gidince, ortaya zaten kabalık çıkıyor, başka bir şey değil. Osmanlı çocukları okullarda bahçe dersi, eşya dersi görüyordu. Eşyaya isim veriyor, eşyanın da bir canı, bir kıymeti olduğunu öğreniyorlardı. Eşyayı incitmek, hor görmek, basit görmek yoktu.

En önemlisi de, o çocuk öyle bir dünyaya doğuyordu ki, dokuz milyon kelimeyle konuşulan bir dile sahipti. Bir üzüntü kelimesinin 15 farklı karşılığı vardı. Beyin balon gibi, ne kadar verirsen o kadar genişler. Siz beyne elli kelimeyle konuşmayı öğretirseniz, düşünce dünyası da o kadar dar olur. O çocuklar öyle bir topluma doğuyorlardı ki, diline hakim, kültürüne hakim, edebin ne olduğunu kendi ailesinden biliyor, anne babaya saygıyı da bizzat anne babasından öğreniyor. O dönemin güzelliklerini ne kadar alabilirsek o kadar kârdır diye düşünüyorum.”

BAŞKASININ MAYASIYLA OLMAZ

Kültürümüzden kopuşumuzun bedellerini çok ağır ödediğimizi söyleyen Mehdiyev ise Osmanlı’nın çocuk terbiyesindeki başarısının altında tamamen İslami bir birikimin yattığını şu sözlerle vurguluyor: “Bugün çocuk terbiyesi denilince kimsenin aklına peygamberimizin çocuklarını nasıl terbiye ettiği gelmiyor. Terbiye; sevgi demek, şefkat demek. Peygamber terbiyesi dediğimizde bunu anlamamız lazım.

Başkasının mayasıyla bizim çocuklarımız mayalanırsa tutmaz. Oradaki ödül ceza sistemleri olduğu gibi alınmış, bize uygulanmaya çalışılmış. Yıllar önce bebekleri beşiklerde yalnız bırakmanın, kucağa almadan saatlerce ağlatmanın yanlışlığını kendileri keşfetti. Hem çocukla ilgili hem de kadınla ilgili kendi kültürümüzde bağlamsal çalışmalar yapmamız gerektiğini düşünüyorum.”

Mekânsal anlamda çocuğun ve ailenin doğayla bağının kurulmasına yönelik yapılacak çalışmaların yanı sıra, eğitim ve terbiye noktasında da bütüncül bir yaklaşım sayesinde, yaşanılan mekana aidiyeti olan, köklerini ve değerlerini tanıyan, mutlu çocukların yetişmesine ortam sağlanmış olacaktır.

Start typing and press Enter to search