“AŞK OLSUN” SERGİSİ | KALİGRAF VE RESSAM ETEM ÇALIŞKAN
- Pelin Avcı
Resim yapmaya başladığı ilk günden beri fırçasını elinden bırakmayan bir sanatçı Etem Çalışkan. Hiçbir resmin bitmediğine, sonsuza dek sürdüğüne inanıyor. Hayatın kaynayan zenginliğini, fikirlerindeki dinamizmi tuvalindeki lekelerle anlatıyor. Bu lekeler bazen bir figür bazen bir yazı olarak anlam buluyor. Türk yazı sanatının ve resminin duayen isimlerinden Etem Çalışkan’la tuvalleri gibi renkli evinde Yeditepe Fatih Dergisi adına sohbet ettik.
Şuan yaptığınız tabloyu bize anlatır mısınız?
Etem’in E’den T’ye kadar yeni yazıyla yazılışını yapıyorum. M harfini Arap harfi ile yazıyorum. Önemli olan Latin ya da Arap harfi olması değil. Önemli olan lekelerdir. Yazı önemli olandır. Ben buna yazı dedim ama sen bakarsın, burada ne yazdığını anlamazsın.
Şimdi bu birdenbire kendini göstermez. Ben bir resim yapıyorum. Ben bir yazı da yazıyorum. Aynı şey. Resim gibi düşünüyorum. Ya da hiçbirini düşünmeden lekeler koyuyorum. Burada uyguladığınız tekniğin adının bir önemi yok. Burada Uzak Doğu etkisiyle oluşturduğum görüntüde siyah lekeler, çizgiler var. Bunlar bütünleştiği zaman, Uzak Doğu etkisini daha iyi hissettirecek. Biraz baktığımızda yazıya da benziyor. Yazı hareketleri var. Resim ile yazı arasında bir fark yok zaten. Adı değişik. Harflerin resmedilmesi ile yazı oluşur ve okunur hâle gelir. Oysaki mağara resimlerinde çizgiler ve resimler var. Ama alfabesi olan yazılar değiller.
Tuvalin başına geçtiğinizde yapacağınız resim zihninizde planlamış mı oluyor, yoksa doğaçlama mı çalışıyorsunuz?
Kafamda bir şey yok. Var da yok. Çok hoşuma giden bir şiirden bir mısra söyleyeceğim: “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında.” Bu mısra, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan, durumumu özetliyor. Sizin sorunuzun da yanıtı aynı zamanda, ne içindeyim ne dışındayım. Tuvalin başına geçtiğim her an fikir değiştirebilirim.
Hurdacı arabaları aslında kültür arabalarıdır.
Hurdacı arabaları ile kültür arasında kurduğunuz ilişkiden bahseder misiniz?
Hurdacı arabası benim gözümde kültür arabasıdır. Eski alıyorum, eski satıyorum değildir sadece. Mahalle mahalle gezip dolaşıyor. Ve kapılardan birtakım şeyler geliyor. O evde tavan arasında kalmış birtakım eski eserler çıkıyor. Belki de yenidirler.
Hurdacı evlerden topladığı öteberileri kendi biçtiği bir fiyata satar. Hurdacıların çoğu zaman aldıkları malların değerlerinden haberleri yoktur. Çünkü arada görür sorarım hurdacılara. Arabalarındaki eski eşyaların fiyatlarını antika değeri gözeterek belirlemiyorlar. Bir keresinde eski bir televizyon sordum, adam bana 20 lira dedi. Aldığım televizyonun içi elektronik cihazlarla dolu. Antika bir televizyon. Ben onun tüccarı değilim. Ticaretini yapmam. Bana onun formu, eskiliği, nostaljisi gerekli. O televizyon bende anılar bağlantısı yapar.
1960-1970 yılları arasında bir televizyonumuz vardı. Bu televizyon arızalandı. Onu Kadırga’daki televizyon tamircisine götürdüm. Dükkân da denmezdi oraya, üstü örtülü hangar gibi bir yerdi. “Televizyon hastanesi” gibi esprili bir ismi vardı. Hiç unutmuyorum, tamirci televizyonu sıraya koymuş, bana da “Anca 1 hafta sonra biter” demişti. Ortaköy’de hurdacıda rastladığım televizyon beni o günlere, 60 yıl öncesine götürdü. O yüzden hurda arabaları anılarla ve yaşanmışlıklarla doludur. Senelerin izlerini taşıyan bu arabalar kültür arabalarıdır.
Çingenelerin sizin sanatınızı etkilediğini söylüyorsunuz. Anlatır mısınız?
1960-65 yılları arasında Sultanahmet’te oturduk. Burada bir çarşamba pazarı kurulurdu. Evimiz pazarın hemen altındaki sokaktaydı. Apartmanlar biter çingene mahalleleri başlardı. Mahallemizde çingeneler ile aramızda muhabbetimiz ve sevgi vardı. Çingenelerin evleri gayet alçak gönüllü evlerdi. Onlarla çokça vakit geçirdim. Bu yakınlığın sanatıma katkısı çok oldu.
Çingeneler yaratılıştan sanatçı insanlardır. Sanata olan yatkınlıkları her yerde kendini belli eder. Sokaktaki darbukacı çocuklar o çıkan sesler… Ben o sesleri hayranlıkla dinlerim. Parayla çok işleri olmaz. Aynı zamanda müzik ya da sinema birçok sanat dalına konu olmuşlardır.
Çingenelerin kültürü benim sanatımı da eklemiştir. Kültür demek birikim demektir. Bu birikim benim eserlerime yansımıştır. Hayallerimde hep onların evlerinin, mahallelerinin duvarlarına resimler yaparım.
“Aşk Olsun” sergisi ile yıllar sonra Kadırga’ya geldiniz…
Fatih’ten taşınalı çok oldu. Yıllar sonra Kadırga Sanat Galerisi’nde sergi açma vesilesiyle buraya tekrar geldim ve eski mahallemi görmüş oldum. Açıkçası ben başta “Kadırga semtinde sergi açılır mı?” diye yadırgamıştım. Fakat Ali Rıza Özcan ve İbrahim Hakkı Yiğit bana telefon ederek “Hocam Kadırga eski semt gibi değil. Göreceksin.” dediler. Bir de o zamanlar bir sergi vardı. Çok sevdiğim, saygı duyduğum ve Türk hat sanatında çok ender rastlanan maharetlere sahip bir hattat olan Ali Alparslan’ın sergisi vardı. “Zaten” dedim, “Ali Alparslan’ın sergisinin yapıldığı yerden ben uzak durmam. Soru sormam artık.” Ali Alparslan’a bir sergi açılmışsa benim de sergi açma şansım doğmuş demektir diye düşündüm. İşte Kadırga ile bağımız böyle oldu. Belediye başkanımız açılışa geldiğinde sohbet ettik, bu düşüncelerimi onunla da paylaştım.
Serginizde Que Sera Sera isimli şarkı çok sık tekrar ediyor. Sizin için bu şarkıyı özel kılan nedir?
Doris Day’in 1950’li yıllarda seslendirdiği meşhur bir şarkıdır.
Benim Güzel Sanatlar Akademisinde okuduğum yılların şarkısıydı. Bu şarkıyı herkes bilirdi. Çok güzel bir şarkıdır. Bir kız çocuğu daha küçükken annesine, “Ben güzel bir kız olacak mıyım? Ben de zengin olacak mıyım?” diye sorular sorar. Annesinin cevabı her soruya aynı olur: “Que sera sera.” Yani “Olacaksa olacak.” Kız büyür. Bir delikanlıya âşık olur ve ona da gelecekle ilgili birçok soru sorar. Delikanlının cevabı da annesininkiyle aynıdır: “Olacaksa olur.”
Evlenirler, bir kızları olur. O kız çocuğu da bu sefer annesine aynı soruları yöneltir. Tabii aldığı cevap belli: “Que sera sera.” Yani “olacaksa olur”. Kaderciliği anlatan bir şarkı, ben bu sebeple seviyorum. Bence de bu hayatta ne olacaksa olur.
Eserlerinizde hep kelime oyunları var. Mizahı sevdiğinizi söyleyebilir miyiz?
Esprisiz hayat olmaz. Esprisiz yaşarsan kurak iklim gibi yaşarsın hayatı. Su olmaz, ağaç olmaz, canlılık olmaz. Bu nedenle esprisiz de olmaz. Çünkü espri düşüncelerden doğar. Tam tersini de söyleyebiliriz: düşünceler esprilerden doğar. Her düşüncenin bir esprisi vardır.
Yaşaması için hiçbir eserin noktası konmaması gerekir.
Bir eser ne zaman biter? Bittiğini nasıl anlıyorsunuz?
Bitti dersem ölmüşümdür. Eser bitmez. Eğer biterse hayat bitmiştir. Biri biterken diğeri başlar. O bir son değildir. Yaşaması için hiçbir eserin noktası konmaması gerekir. Yarını olmayan bugüne benzer o zaman.
Hattat Emin Barın’ın öğrencisi olmak nasıl bir duygu?
Yıllar geçtikçe hocam Emin Barın’ı dahi iyi anlıyorum. Herkes tarafından daha iyi anlaşılıyor. Zaman geçtikçe birtakım pişmanlıklar başlıyor. Keşke şunu da sorsaydım, kendisinden şunu da öğrenseydim… Hocanız hayattayken her şey daha kolaydır. O yol gösteren biriydi. Hem eski yazıda hem yeni yazıda öncü olmuştur. Eski yazıyı modernleştirmiş ve ileri götürmüştür. Eski yazının mimari ile ilişkisini çok iyi bilirdi. Yapının karakterine uygun yazı tipi kullanırdı. Anıtkabir’in şeref salonuna girerken sağlı sollu gördüğümüz 10. Yıl Nutku ve Gençliğe Hitabe, yapının karakteri ile uyumludur. Seçilerek yapılmıştır. Mesele oraya yazıyı yazmak değil. Nasıl yazdığın önemlidir. Emin hoca mimari ile bütünleşen yazılar kullanırdı. Kendisine sevgim ve saygım sonsuzdur. Rahmetle anıyorum.
Geleneksel sanatlar ile gelenekçiliği birbirine karıştırıyorlar
Geleneksel sanatlar çok güzeldir. Geleneksel sanatların incelikleri öğrenilmelidir. Ama gelenekçiliğe karşıyım. Geleneksel sanat ile gelenekçilik aynı şey değillerdir. Geleneksel sanatlardaki tutucular bana korku verir. 3 noktayı da birisi buldu. Ondan önce kaç noktadan yazılıyordu? O zaman da güzeldi. Güzellik 3 noktayla, 5 noktayla ölçülmez. Sanat belki zamanında anlaşılmaz, ama sonradan değeri mutlaka ortaya çıkar. Van Gogh gibi. Hayattayken hiçbir resmini satamayan bir ressamdı. Eserleri o öldükten sonra astronomik fiyatlara satıldı. Onun başarısı eserlerinin satılmasıyla da ölçülemez. Ancak eserlerinin ve fikirlerinin anlaşılması onu başarılı kılar. Eğer o da tutucu davransaydı bu değerlerin hiçbirisi onun sanatında ortaya çıkmazdı.