Fatihli Bestekârlar-II – ITRÎ
Fatihli Bestekârlar-II
ITRÎ
Harun Korkmaz
Musiki ve Kültür Tarihçisi – Müzisyen
Çoğu eski bestekârımızınki gibi, Itrî’nin doğum tarihi de belli değildir. Namı 1660’lar-1670’ler civarında Buhûrîzâde mahlasıyla yayılmaya başlar ve ondan bahseden en erken kaynak olan Evliya Çelebi’de nev-zuhûr hânendeler [yeni yetişen ses sanatçıları] başlığı altında “sâhib-i beste üstâd-ı kâmil bir zât-ı şerîf [besteler yapan, olgun bir üstat, şerefli bir kişi]”, “Hâfız Buhûrîzâde” olarak anılır. Evliya’nın bu kaydı ve dönemin diğer kaynaklarında boy göstermeye başladığı tarihler göz önüne alınarak 1630-1640 civarında doğduğu tahmin edilebilir. İstanbul’da Mevlanakapı civarındaki Yaylak semtinde dünyaya geldiğini, Osmanlı tarihinde musikişinaslar biyografisine dair yazılmış, bilinen yegâne tezkire olan Atrabü’l-Âsâr isimli eserinde, Şeyhülislam Esad Efendi kaydediyor. Yaylak, bugün olduğu gibi o gün de sur içi İstanbul’unun mütevazı bir semtiydi. Bugün burası, Fatih Belediyesi sınırları içindeki Seyyid Ömer Mahallesi’nde Yayla Caddesi ve Yaylak Sokağı’nın kesiştiği yerin çevresinde kalan bir bölgedir. Mahallenin yerlilerinden Ali Abbas Gölge ile yaptığımız görüşmede, babası Mehmed Gölge ve mahallenin diğer büyüklerinden, çocukluğunda Yayla Caddesi üzerindeki ahşap bir evin Itrî’nin doğduğu ev olduğu yolunda bir rivayet işittiğini öğrendik. Mahalledeki bütün eski konak ve evler gibi ne yazık ki bu ev de yıkılarak yerine apartman dikilmiş.
Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi’nin babası “buhur” yani tütsü, koku işiyle uğraşan, bu maddeleri satan bir kimse olmalıdır. Nitekim unvanı kimi kaynaklarda “Buhurcuzâde, Buhurcuoğlu” diye de geçmektedir. O tarihlerde bu lakapla bilinen bir aile olmadığına göre, bir buhurcunun oğlu olduğu için “Buhûrîzâde” unvanıyla anılması kuvvetle muhtemeldir. İlk gençlik yıllarında, belki de çocukluğunda, doğduğu semte çok yakın olan Yenikapı Mevlevihanesi’ne devam etmiş olması muhtemeldir. Nitekim bestekârı bilinen en eski Mevlevi ayin-i şeriflerinden Segâh Ayin-i Şerifi’ni bestelemiş olduğunun kaynaklarda zikredilmesi, ayrıca Mevlevilerin sözlü geleneklerinde Rast Na’t-ı Mevlânâ’nın bestesinin ona atfedilmesi, Itrî’nin Mevlevi olduğunu göstermektedir. Câmî Ahmed Dede (v. 1671/1672)’ye kapılandığı ise kronolojiye uygun bir rivayettir. Ancak bu, kendisi de bir Mevlevi olan Rauf Yektâ tarafından aktarılan ve Sâdeddin Nüzhet’in de söylediği gibi “hiç şüphe yok ki sadece şifahi” bir rivayettir. 17. asır ortalarının en önde gelen talik yazı üstatlarından Siyâhî Ahmed Efendi’den talik hat meşk ettiğine, yazdığı şiirlerin eldeki örneklerine ve Küçük İmâm Mehmed Efendi (v. 1674/1675) ile Hâfız Post (v. 1693/1694)’un vefatı için kaleme aldığı vefat tarihi manzumelerine bakılırsa iyi bir tahsil gördüğü anlaşılmaktadır.
Daha gençliğinde “olgun bir üstat bestekâr” olarak anılması, sıkı bir musiki terbiyesi aldığını ve erken yaşta üstatlığının teslim edildiğini işaret ediyor. Peki, musiki terbiyesini ve yetişmesini kime borçludur? Bu sorunun ilk cevabı Kantemiroğlu’ndan (Dimitri Cantemir) gelmektedir. Kantemiroğlu’nun yazdığına göre Itrî (Buhurcuoğlu olarak zikrediyor) Koca Osman’ın talebelerindendir. Hâfız Kömür, Memiş Ağa, Küçük Müezzin ve Tesbîhî Emîr Çelebi de Koca Osman’ın talebeleri, yani büyük ihtimalle Itrî’nin meşk arkadaşlarıdır. Itrî’nin, vefatlarına tarih düşürdüğü, kendisinden yaşça büyük olan iki değerli musiki üstadı Küçük İmâm ve Hâfız Post’tan meşk etmiş olma ihtimali de kuvvetlidir. Nitekim Osmanlı musiki dünyasında, bir üstada giderek musiki eserlerini ondan, ezberlemek suretiyle alma usulü geçerli olduğundan ve her üstadın o devirde mevcut olan bütün eserleri ezbere bilmesi pek mümkün olmadığından, talebe farklı hocalardan farklı fasıllar ya da eserler geçerdi.[1] Yani Itrî, Koca Osman’ın talebesi olmakla beraber diğer hocalardan da eserler geçmiş ya da çeşitli musiki bahislerinde onlardan istifade etmiş olmalıdır. Zaten pek çok ilimde olduğu gibi musiki ilminde de ilerlemek isteyenler mutlak surette pek çok farklı hocanın halkasında ya da sohbetinde bulunmuş olurlardı.
Itrî’nin iyi yetişmiş bir musikişinas olarak IV. Mehmed devrinden (1648-1687) itibaren Saray’da hanendelik ve hocalık yaptığı belgelerle sabittir. Devrinin önde gelen hanendelerinden biri olduğu kaynaklara yansımıştır. Itrî bu vasıflarının ötesinde çağının ve bütün Türk musiki tarihinin en çok eser besteleyen bestekârlarından biri olarak kayıtlara geçmiştir. Esad Efendi’ye göre eserlerinin sayısı binden çoktur. Eserlerinin çokluğu kastedilerek söylenmiş bir söz olsa da pek az bestekâr için verilmiş olan bu eser miktarı dikkat çekicidir. Nitekim güfte mecmualarına bakıldığında onun en az 350-400 kadar eser bestelediği ve bunların arasından bazılarının epeyce uzun, usul bakımından karmaşık yapılı oldukları ve geniş bir makam yelpazesinde bestelendikleri görülmektedir.
Kıskanıp gizlemiş kazâ ve kader
Belki binden ziyâde bestesini,
Bize mîrâsı kaldı yirmi eser…
Yahya Kemâl Beyatlı
İşte Yahya Kemal’in dediği gibi, yüzlerce eser besteleyen koca bestekârdan bize anca 20 civarında eser kalmıştır. Eskiden musiki eserleri pek notaya alınmadığından, üstattan talebeye meşk edilmek suretiyle aktarılan eserler, belli bir müddet sonra, zamanın yıpratıcı etkisinden kurtulamayarak unutulurdu. Yeni bestekârların eserleri eskilerin yerini alır, elde kadim zamanlardan pek az eser kalırdı. Itrî’nin eserleri de aynı kaderi yaşadı ve yine Yahya Kemâl’in ifadesi ile “Gemiler geçmeyen bir ummânda” kaldı. Ancak eldeki az sayıda eserle bile Itrî efsanesi devam etti. Musiki tarihinin büyük bestekârları arasında ilk akla gelenlerden oldu. Öyle ki aslında anonim olmalarına karşın, asırlardır camilerde okunan Segâh Bayram Tekbiri ve Salât-ı Ümmiye gibi renkli eserler onun bestesi olarak bilinmeye başladı.
Ona ait olduğunu tarihî kaynakların şahitliğinde öğrendiğimiz başlıca eserleri şunlardır: Klasik musikinin harikulâde melodileriyle örülmüş bir şâheser olan Nevâ Kâr’ı, sufi müziğinin abidelerinden Segâh Mevlevi Ayin-i Şerifi, pençgâh makamında iki haşmetli bestesi, ısfahan makamının en güzel örneklerinden olan bestesi ile hisar makamının yapı taşlarından olan bestesi, segâh makamının başyapıtlarından olan ağır semaisi, bestenigâr, buselik, râhatülervâh besteleri, rast ve ırak makamındaki ağır semaileri, bayati ve nühüft peşrevleri ve nühüft makamında, güftesi de kendine ait olan tevşihi.
Itrî, 1711-1712 yılları civarında hayata gözlerini yummuş ve dönemin biyografi yazarlarından Şeyhî’nin aktardığına göre “Mevlevîhâne Yenikapusu hâricinde” defnedilmiştir. Yani bugün Mevlanakapı olarak adlandırılan sur kapısının dışındaki mezarlıktadır Itrî’nin kabri. Bu tarife en uygun mezarlık “Tahir Efendi Mezarlığı” olarak bilinen mahaldir. Ancak Itrî’nin mezar taşına henüz tesadüf edilmemiştir. Surlarla mezarlık arasında Topkapı’dan sahile inen genişçe bir yol bulunduğundan, mezar yeri yol yapımında tamamen kaybolmuş olabilir.
Edirnekapı’ndan Eyüp’e doğru giderken, Mısırtarlası Mezarlığı’nın kuzeybatı tarafındaki köşesinde, Otakçıbaşı mevkiinde bulunan ve 16. yüzyılda yaşamış Buhurcu Şeyh Yakub Efendi’ye ait olan mezarın Itrî’nin zannedilmesi, “Buhurcu” unvanının yol açtığı karışıklıktan ileri gelmiştir. Lahdin ve mezar taşının, Itrî’nin yaşadığı ve vefat ettiği çağlara ait olmayıp en az 150 sene öncesinin özelliklerini göstermesi, bilhassa kabir şahidesindeki başlığın biçimi, ayrıca bu mezar yerini Yakub Efendi’ye ait gösteren tarih kaynaklarının mevcudiyeti, bugün dahi Itrî’nin zannedilen ve ziyaret edilen söz konusu kabrin onunla hiçbir alakasının olamayacağını kesin olarak teyit eder.
Aşağıdaki kare kodu okutarak, Itrî’nin en meşhur eserlerinden Nevâ Kâr’ı, 20. yüzyıl musiki tarihinin en önde gelen ses sanatkârlarından olan üstat Münir Nurettin Selçuk’tan dinleyebilirsiniz.
[1] Eser geçmek: Bir musiki eserini, bir üstada gidip, onunla beraber eserin ritmik kalıbı olan usûlü dizlerine vurmak suretiyle meşk etmek, ezberine almak.