Küçük Ayasofya’da Meşk Var!
Fatih yani İstanbul tarih boyunca birçok millete başkentlik yaptı. Bu merkez olma hâlinin getirdiği birikim Türklerle beraber sanatta ve estetikte zirve dönemini yaşadı. Çok değil bundan bir yüzyıl önce Fatih’te Vezneciler, Direklerarası ve Süleymaniye sanatçıların özellikle de musikişinasların, yaşadığı semtlerdendi. Lutiyeler, müzik mağazaları, meşkhaneler, semai kahveleri, musikişinasların evleri de buradaydı. Hatta ilk konservatuvarlımız Darü’l-Bedayi ve Darü’l-elhan burada açılmıştı. Peyami Safa’nın meşhur romanı Fatih Harbiye’de de geçtiği üzere klasik musikinin kalbi Dersaadet’te atıyordu. Cumhuriyet döneminde İstanbul büyümüş, taşmış Silivri’den Tuzla’ya kadar her yer İstanbul’a dahil olmuştu. Beşerî coğrafyanın ve demografinin değişimi İstanbul’un kendi içinde yeni merkezlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu yeni merkezler ve semtlerde farklı müzik türleriyle eşleşti; caz ve rock için Taksim-Kadıköy, rap içinse Bağcılar-Esenler gibi. Türler değişiyor, semtler dönüşüyor fakat redd-i miras yapmayan Fatih ve Üsküdar klasik Türk musikisiyle anılmaya devam ediyor. Artık cumbalı konaklardan ağır semailer, kârlar işitilmiyor; tekke meydanlarından tevşihler, sayhalar yükselmiyor. Peki Itri’nin, Dede Efendi’nin, Tanburi Cemil Bey’in Fatih’inden, “eski musikimizden” bugüne ne kaldı? Hû, hû deyip Hû’ya karışmışlara Fatiha okuna dursun, biz şimdinin resmine bakalım.
Bugün Türk musikisi çeşitli vakıflarda, liselerde, konservatuarlarda musikini inkılabının sektesine rağmen büyük gayretlerle öğretilmektedir. Bu meyanda ömrünü musikimize vakfetmiş büyüklerimiz emeklerini vefayla yad etmek boynumuzun borcudur. Ancak ben başka bir gerçekliğe dikkat çekmek istiyorum. Maişet kaygısıyla turistik şovlara dönüştürülmüş, tüketim nesnesinden gayrı, kültür sanat sezonunda bu da olsun diyerek konulmuş konserlerden hariç gündelik hayatın varoluşunda musikimiz nerededir? Şimdilerde gönüllere düşüp beste olmuş kadim nağmeler gizli kubbelerin altında tekrar semaya mı yükselmektedir, bilemiyorum. Ancak görünen o ki turistik mekanlarda, sigara dumanın içinde, dedikodulara arka plan müziği olarak kafelerde çalınmakta; akademik kaygılarla gerçekleştirilen, çalışan kesimin gidip dinleyemeyeceği vakitlerde, ciddi salonlarda icra edilmektedir.
Şimdi Türk kültürüne, tarihine meraklı bir misafir hayal edelim. İster yurtdışından olsun ister şehir dışından, misafiriniz size gelip “turistik olmayan bir yerde, zevk için müzik yapan, müzisyenlerin gözlerinin içine bakıp, onlarla keyiflenip klasik Türk müziği dinleyebileceğim bir yer var mı?” diye sorsa, ne cevap verirdiniz? Nereye götürürdünüz?
Yaz mevsiminde (kültür-sanat sezonu kapalı olduğu için etkinlik bulmak oldukça zordur) değilseniz konserler imdadınıza yetişebilir. Ancak günümüzün beklentileri oldukça farklı, artık insanlar içlerinde kayboldukları konser salonlarından ziyade gerçek bir deneyimin peşinde. Kimseyle tanışmadan, merhaba bile demeden girip çıkacağınız etkinlikler bizleri metropolün yarattığı anomi hâline ve yalnızlığına sürüklemeye devam ediyor. Bu yüzden kitlesel etkinliklerin yanı sıra insanların aktif bir katılım sağlayabileceği ortamlar oluşturmak oldukça önemli.
Burada “yavaş hareketini” hatırlatmadan edemeyeceğim. Yavaş hareketi hızlı modern hayatı eleştiren, hızlı tüketim kalıplarının karşısında yer alan, hızlı olmak zorunda bırakıldığımız şeylere direnen toplumsal bir harekettir. Birçok farklı alanda karşımıza çıkmaktadır: yavaş yemek, yavaş kent, yavaş sinema vb. Musiki ve sanatsal etkinlikler de bu hareketten nasibini alıyor. Tıpkı İstanbulluların akşam yemeği için Sultanahmet’teki turistik restoranlara gitmemeleri gibi. İnsanlar otantik ve yerel olanı deneyimlemek istiyor. Bu sebeple biraz yavaşlamak, dinlenmek, dinlemek; hayatı kaçıracağım korkusuyla koşuşturmak yerine durup hayatı yakalamak gerekiyor. O yüzden Türk müziğinin yaşatılması, tanıtılması adına yapılacak olan uygulama ve destekler, yerel, otantik, ahenkli yani aslına uygun bir şekilde yapılmalıdır.
Şimdi misafirimizin sorusuna geri dönelim. Eğer musiki talebesiyseniz misafirinizi devam ettiğiniz bir derse götürebilirsiniz, o da hoca kabul ederse. Tabii, misafirinizin solfej ve uzun saz etütleri dinlemekten de zevk alması gerektiğini unutmayalım. O hâlde biz var olmayan, eskimiş, geçmişte kalmış bir musikiyi mi arıyoruz? Bu müzik müzelerde vitrinlerin arkasında sergilenen saraylık eşyalardan bir tanesi midir? Dinleyicisi nerededir? Bugün Türk müziği kitlesinin ekseri ya sesiyle ya sazıyla icracıdır yahut akademisyendir. Salt musiki dinleyicisi parmakla gösterilecek kadar azdır. Belki de biz dinlemediğimiz için dinletemiyor, dinletemediğimiz için dinlenmiyoruz. Dinlenmeyenin meclisi nasıl olsun?
Ancak her şeye rağmen böyle bir meclis, bir müzik mahfili Küçük Ayasofya Külliyesi’nde mevcut. Küçük Ayasofya Külliyesi bin altı yüz yıllık tarihinde Bizans döneminde Hristiyanlara, Osmanlı döneminde Müslümanlara ve hassaten dervişlere hizmet etmiş olan tekke-mescit formundaki bir komplekstir. İstanbullular için şehrin kaosundan kaçılacak, tefekkür için gelinecek bir uğrak noktası olmuştur. Külliye 1993 yılında Hoca Ahmed Yesevi Vakfı’nın kullanımına geçmiştir. Vakıf, Türk kültürünün köklerinden beslenerek bu zengin mirası geleceğe aktarma vazifesini üstlenmiş, medresenin hücrelerini geleneksel sanatlarda faaliyet gösteren ustalara tahsis etmiştir.
Yıllarca zanaatkâr ustaları ve tarihî külliyeyi ziyaret eden insanların, müzisyenlerin, revaklar arasında kadim nağmeleri dinlemek isteyen gönüllerin hayali 2022 yılında gerçek oldu. Daha önce farklı mekânlarda, kafelerde meşk yapan grupların ve kişilerin Küçük Ayasofya’da buluşmasıyla meşk asli hüviyetini ve yeni anlamlarını kazandı. Bu buluşmaya vesile olan hanende Evren Evin’e, rebabî Hatice Hepsev’e; yıllardan beri büyük bir özveriyle meşklere devam eden musikişinaslardan Abdulgafur Elarac, Hamza Demirci, Abdussamet Fedakar, Numan Üstün, Sevde Duran, İsmail Doğanpınar, Omar Awadhi, Léa Jacquot ve Vildan Akbay’ı teşekkürle anmak gerekir. Ayrıca her zaman bizleri destekleyen Hoca Ahmed Yesevi Vakfı yönetimi ve çalışanlarına, soğuk kış günlerinde olumsuz hava koşulları nedeniyle Art Cafe’nin -Küçük Ayasofya Camii’nin arkasında- kapılarını bizlere açan sanatçı dostu Adem Ağabey’i de sevgi ve minnetle anıyorum. Bu ailenin büyümesinde emeği geçen herkesle beraber semtin sakinlerinden, her meşk akşamında meclistekilerin himmetiyle, hayır niyetiyle pilav pişirip ikram eden Nihal Öğretmenimizi ve bizleri müzik konusunda yetiştiren perküsyonist Mert Nar Hocamıza da ayrıca teşekkürlerimi arz ederim.
Meşk iki haftada bir salı günleri akşam namazına müteakiben medresenin avlusundaki bahçede başlıyor. Meşkin daimî kadrosu tarafından hicrî aylar dikkate alınarak hazırlanan ilahi fasılları yatsı namazına kadar icra ediliyor. Meşkte olması gereken hürmetten gayrı bir ast-üst ilişkisi bulunmuyor. İki yıldır devam etmesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi de bu hoşgörü ortamı olsa gerek. Yatsı namazından sonra da meclisin keyfine göre ve zuhurata tâbi olarak meşk devam ediyor ya da nihayete erdiriliyor. Başta, ortada ve sondaki aralarda meşke gelenler birbirleriyle hasbihal ediyor, müzik hakkında sohbet ediyor. Böylece meclis ziyaret edilecek bir mahfil olma özelliğine de kazanıyor. Bir dinletiden ziyade meclis kavramını vurgulamamın sebebi gelenlerin birbirleriyle tanışması, sohbet etmesi, arkadaşlıklar kurması, müziği öğrenmesi, öğretmesidir. Meclis bütün bunları ve daha fazlasını kapsayan medeniyetimize ait bir kavramdır.
Her salı akşamı başka bir sürprizle dolu, zira Külliye’nin turistik bir destinasyon olması meşkin herkese açık olması gibi sebeplerle bu akşam kimin misafir olacağı, bize kendinden hangi güzelliği ikram edeceği katılımcıların her meşki iple çekmelerini beraberinde getiriyor. Benlikten uzakta samimiyetin içerisinde, tarihî bir mekânda olmanın getirdiği huşu insanın ruhundaki güzellikleri ortaya çıkarmasında da kolaylıklar sağlıyor. Bu iki yıl zarfı içinde meşk Dünyanın birçok yerinden, farklı dilden ve farklı dinden insanı bünyesinde ağırladı. Doktorlar, akademisyenler, psikologlar, öğrenciler hepsi birer âlem olan onca insan. Birbirine bu kadar uzak insanı müzikle birleştirdi, müzikle iyileştirdi. Hepsinin ortak noktası amatör olmalarıydı. Amatör kelimesinin Latince amator “seven”, “bir işi zevk için yapan” manasına geldiğini unutmamak gerekir. Bizler meşklerde sevgiye, göz yaşlarına, hikmete tanık olduk. Her meşkten bize romanları aratmayacak cinsten manzaralar, hikayeler kalmıştır. Bir medresenin avlusunda meyve ağaçlarının arasında onlarca insan ellerinde sazları, dillerinde ilahileri medeniyetimizden bize miras kalanları meşk etmektedir. Bu meşke sadece müzik değil adap, hoşgörü, muhabbet de dahildir. Tıpkı geçmişte olduğu gibi şimdi de gelenek yaşamaya devam etmektedir. Artık meşkin daimî üyesi olmuş Bahreynli Omar Awadhi’nin kudüm ikalarında, Fransız Léa Jacquot’nun kemanında, Aziz Mahmud Hüdai’nin halvete girdiği mekânda, ilahisini dinlemek geleneği yaşa(t)mak değilse nedir? Vildan Akbay’ın el emeğiyle yaptığı bendirlerin müzisyenlerin ellerinde sofyan usulüyle dile gelip anlattıklarını dinlemek, yapımcısının yüzündeki tebessümü izlemek; bütün bunlar olurken ressam Faruk Erçetin’in elinde fırçasıyla Küçük Ayasofya’nın dibinde, tekkenin şeyhi Hüseyin Efendi’nin şahidesinin yanı başında gerçekleşen bu manzarayı resmetmesini izlemek hangi kelimelerle anlatılabilir?
Türk-İslam medeniyeti dediğimiz, tohumları selamet, hakikat, bediiyat olan bu ağacın meyveleri Küçük Ayasofya’da büyümeye devam ediyor, gelenek yaşıyor. Artık misafirinizi getireceğiniz bir yer var, adresi biliyorsunuz.