SUR İÇİ İSTANBUL’DA MÜZİKLİ BİR ROTA: INTRA MUROS ISTANBUL

Çağlar Fidan, Osmanlı- Türk Müziği alanında eserler üretiyor. Bir süre önce de yeni albümü Intra Muros Istanbul’u dinleyicileriyle buluşturdu. Intra Muros Istanbul’un suriçi İstanbul’unda müzikli bir rota oluşturduğunu söyleyen sanatçıyla yaptığı müziği ve bu müziğin tarihsel sürecini konuştuk.
Pelin Avcı

Müziğinizin popüler olduğunu iddia edebilir misiniz?
Yaptığım müzik elbette popüler bir müzik değil. Geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısı için tam tersi iddia edilebilirdi ancak son 50 yılda bu müzik popülaritesini yitirdi. Diğer yandan bu durum negatif bir his uyandırmamalı diye düşünüyorum. Bunda icracıların veya dinleyicilerin iradesi söz konusu değil. Hangi sanat akımı zamana direnip de popülaritesini sonsuza kadar sürdürebilir?
İncesaz müziği incelmiş bir beğenin ifadesi
Osmanlı-Türk Müziği hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Bugün bu müzik “Türk Sanat Müziği” adıyla biliniyor. Bu isimlendirme terminolojiye 20. yüzyılın ortalarında dahil edildi. Bugün ise akademik mecrada çoğunlukla “Osmanlı-Türk Müziği” olarak adlandırılıyor. 19. yüzyıl sonlarındaki adlandırması ise “İncesaz müziği” idi. Aslında “incesaz” ifadesi bu müziğin sosyokültürel konumlandırılmasında bir fikir verebiliyor. Müzik sosyoloğu Güneş Ayas’ın da iddia ettiği gibi sanırım bir beğeni hiyerarşisine referansta bulunuyor bu ifade. Şehrin okur-yazar ve “üst kültür” tabakasına ait olan “zarif”, “incelmiş” bir beğeninin adlandırılması gibi: İncesaz.
Nitekim bu müziğin icracılarına ve dinleyicilerine baktığımızda da çoğu zaman okur-yazar ve sosyoekonomik anlamda avantajlı sınıfa ait insanlar görürüz. Geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminden çoğu müzisyen aynı zamanda bürokraside görev yapıyordu. Çok sevdiğim bir hikâye var. Muallim Naci anlatır: 19. yüzyıl sonlarında Direklerarası’nda Hacı Reşid adında birinin işlettiği bir kıraathane varmış. Hacı Reşid Fuzuli hayranı birisiymiş. Duvarlarında Türkçe ve Farsça beyitlerin asılı olduğu bir kıraathaneymiş burası. Müşterileri de Ahmed Rasim, Cenab Şahabbettin, Muallim Naci gibi isimlermiş. Bir gün omzunda sazıyla bir âşık girmiş Hacı Reşid’in kıraathanesine. Çıkarmış sazını çalmaya başlamış. Fakat kimse yüz vermemiş âşığa. Biraz daha çalmış âşık ama kimsenin dönüp baktığı yokmuş. Hacı Reşid’e seslenmiş sonra: “Evlat, burada şairler varmış. Göster yarışalım, meşhur-ı zaman olalım.” diye. Kıraathanedeki müşterilerden biri âşığa cevap vermiş: “Burada saz şairleri ötemezler. Ötseler de dinleyen olmaz. Buraya gelenler hep kalem şairleridir, anladın mı kuzum Burası Tavukpazarı değildir.”
Tavukpazarı, Çemberlitaş’ta bir bölgeydi ve burada bulunan kahvehaneler 19. yüzyıl başlarında Anadolu’dan gelen âşıkların kendilerini gösterip ün kazanma yarışına girdikleri mekânlardı. Kıraathanedeki müşteri “kalem şairi” derken “divan şairi”ni kastediyordu. Yani öyle “okuma yazma bilmeyen, taşradan şehre gelmiş bir şairin/müzisyenin, okur-yazar takımının arasında işi yok” demeye getiriyordu. O müşterinin üsttenci yaklaşımı maalesef tekil bir örnek değil. Ancak bütün bir Osmanlı müziği geleneğine mal etmemeliyiz o tepeden bakışı. Diğer yandan bu hikâye, Osmanlı-Türk müziğinin toplumun hangi katmanlarında karşılık bulduğu sorusuna iyi bir örnekmiş gibi gelir bana hep.
İlk olarak halk müziğiyle tanıştım
Osmanlı-Türk Müziği ile ilgilenmeye nasıl başladınız?
Bu müzik türü ile ilgilenmeye başlamam geç bir döneme rastlıyor. Ailem Urfa’nın Birecik ilçesinde doğup büyüdü, bu yüzden olsa gerek onların yönlendirmesiyle ilk olarak halk müziği ile tanıştım. Yedi yaşımdayken beni bağlama kursuna yazdırmışlardı. Bugün icra ettiğim müzik türüne ilgi duymam ise 15-16 yaşlarıma tekabül ediyor. Ama janra değişikliğinin nedenini iyi hatırlayamıyorum. O dönemlerde henüz bu müziğin tarihî ve sosyal arka planına bir ilgim yoktu. O süreç, tanıdığım kimi insanlar sayesinde gelişti. Onların en önde geleni tez danışmanım Namık Sinan Turan’dır. Kişisel kitaplığımın yarısından fazlasını Sinan Hoca oluşturmuştur desem yeridir. Bir kere bile odasından elimde yeni kitaplar olmadan çıktığımı hatırlamıyorum. Onun yol göstericiliği, yaptığım müziğin akademik tarafını ele alma çabamda büyük öneme sahip oldu hep.
Konservatuar mezunu olmak sizce Türkiye’de nasıl bir deneyim?
Ben İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuvarı’ndan mezun oldum. Bu okulda ses eğitimi bölümünü bitirdim. Kanun çalmayı da burada, hocam Serkan Halili ile öğrendim. Müziğin pratik kısmı için konservatuvarlar elbette kolaylık sağlıyor. Ancak geleneksel müziklerin istihdamındaki sınırlılık, öğrencileri düşündüren önemli sorunlardan biri. Piyasada devam etmek de bir seçenek fakat kamu istihdam alanlarının sağladığı güvenceyi piyasa elbette sunamıyor.
Müziğinizin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Farklı sanatçılar ve müzik türleriyle iş birliği yapma konusunda biraz gecikmiş hissediyorum. Buraya daha fazla mesai harcayacağım bir döneme gireceğim sanırım.
Duvarlar arasında İstanbul
“Intra Muros İstanbul” albümünüzün ismi oldukça ilgi çekici. Bu ismi seçerken sizi etkileyen en önemli unsurlar nelerdi? Albümün temasını nasıl tanımlıyorsunuz?
“Intra muros Istanbul” ifadesiyle ilk olarak Osmanlı tarihçisi Suraiya Faroqhi’nin bir makalesinde karşılaştım. Daha sonra okuduğum başka akademik metinlerde de karşılaştım “intra muros Istanbul” ile. Sur içi İstanbul’u yani tarihî yarımadayı niteleyen bir ifade bu. “Intra muros” Latince “duvarlar arasında” demek. Sonrasında bu isimle bir albüm yapmak istedim. Yani önce isim belirdi, ardından içeriği oluşturdum.
Intra Muros Istanbul’da sekiz şarkı bulunuyor. Her şarkı Osmanlı dönemi sur içi İstanbul’unda bir mekâna ve karaktere referansta bulunuyor. 1630’larda Polonya’daki bir savaşta esir düşüp İstanbul’a getirilen Albert Bobowski’nin (Müslüman olduktan sonra Ali Ufki ismini aldı) notaya aldığı ve Sultan İbrahim’in huzurunda oynanılan bir dans müziği, 18. yüzyılda kürk tacirliği yapan ve tanbur çalan Rum bir müzisyen olan Zaharya’nın semaisi, 19. yüzyıl Kumkapı Ermenilerinden Udi Afet’in (Hapet Mısırlıyan) bir şarkısı, Vezneciler’deki Letafet Apartmanı’nın giriş katındaki gazinoda ud çalan Fahri Kopuz’un bir şarkısı albümde yer alan müziklerden birkaçı.
Ali Ufki’nin çabalarıyla notaya alınan eserler
Osmanlı döneminde müzik meşk sistemiyle hafızaya dayalı olarak aktarılıyordu. Bu bağlamda Ali Ufki’nin müzik eserlerinin nota kullanarak aktarımı konusundaki çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
İfade ettiğiniz gibi Osmanlı müzik geleneğinde eserler hafızaya dayalı bir sistemle, meşk sistemiyle aktarılıyordu. Bir talebenin öğrenmek istediği müziği hafızasında bulunduran bir hoca, o müziği defalarca seslendirerek talebenin hafızasına almasını sağlıyordu. Bu sistem 19. yüzyıl sonlarına dek başat öğretim sistemiydi. İstisnaları yok değildi. 17. yüzyılda Ali Ufki bu istisnalardan biri. Ali Ufki aslen Polonyalıydı. Bir savaşta esir edildi ve İstanbul’a getirilip saraya alındı. Muhtemelen Polonya’daki yıllarında nota yazmayı öğrenmişti ve İstanbul’da bulunduğu yıllarda kendi döneminde icra edilen yaklaşık 500 kadar müzik eserini nota kullanarak kayda geçirdi. Ali Ufki’nin çabası olmasaydı o eserlerin çoğu -belki de hiçbiri- bugüne gelemeyecekti.
Yüksek lisans tezinizi Osmanlı İstanbul’undaki kahvehanelerin müziği ve sosyal topoğrafyası üzerine yazmışsınız. Kahvehane müzik kültürünün albümünüz üzerindeki etkileri nelerdir?
Geç Osmanlı İstanbul’u -yani 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı İstanbul’u- söz konusu olduğunda, şehrin sosyalleşme alanları arasında iki mekân vardı ki bugün bu mekânlar birbirine karıştırılabiliyor: Kahvehane ve kıraathane. Kıraathanelerde elbette kahve servisi de bulunuyordu fakat kahvehanelerden farklı olarak, adındaki “kıraat”ten de anlaşılacağı üzere okuma odaklı mekânlardı buralar. Müşterileri okur-yazar tabakadan insanlardı. İlk örneği 1857’de Sarafim Efendi tarafından Beyazıt’ta açılmıştı. Gazetelerin, mecmuaların okunduğu hatta kitap yayınlarının yapıldığı bir yerdi burası. Sonrasında yine çoğunlukla Beyazıt, Divanyolu ve Şehzadebaşı civarında olmak üzere başka kıraathaneler de açıldı ve buralarda müzik performansları da yapılmaya başlandı. İşte buralarda yani kıraathanelerde sahnelenen müzikler, bugün benim de icra ettiğim müziğin (Osmanlı Müziği, Osmanlı-Türk Müziği, Türk Sanat Müziği veya İncesaz Müziği) repertuvarına dahildi. Buradan hareketle kıraathanelerde gözlemlenebilecek ayrı bir müzik kültüründen söz edilemez diye düşünüyorum. Albümümdeki müziklerle kıraathanede icra edilen müzikler aynı müzik geleneğinden besleniyor ancak albüm, kıraathanelerin müziğini vurgulayan bir konsepte sahip değil.
Albümünüzü dinleyen bir kişi bu müzik rotasını takip ederken Suriçi İstanbul’undan nasıl bir ruh hâlini veya hikâyeyi hissetmeli? Dinleyicilere vermek istediğiniz mesaj nedir?
Intra Muros Istanbul, sur içi İstanbul’da müzikli bir rota vadediyor dinleyiciye. Buna benzer çok sayıda rota oluşturulabilir, İstanbul buna çok müsait bir şehir. Yani şehrin tarihinin müzikle bağı çok kuvvetli. Kumkapı’ya gidiyorsunuz ve işte karşınızda Udi Afet… Vezneciler’de İstanbul Üniversitesi Su Bilimleri Fakültesi’nin binası önündesiniz ve işte Letafet Apartmanı… O apartman şimdi o fakülte binasının olduğu yerdeydi ve bir yüz yıl önce Udi Fahri Kopuz o apartmanın giriş katındaki salonda konserler veriyordu. Diyelim ki Topkapı Sarayı’ndasınız. Zaharya, 25 Ocak 1738 tarihinde o sarayda sultanın huzurunda kendi bestelerini seslendiriyordu. Bu, benim şehirle bir bağ kurma metodum.

Start typing and press Enter to search