Aşk ve Hat: Bir Naht Sanatkârının Hikâyesi
Naht, hat sanatının ahşapla buluştuğu, sabırla işlendiği, incecik kıl testeresiyle ruh verilen bir sanat dalı. Aslında özü hat; çünkü yazıdan kopuk bir naht, sadece kesilmiş bir şekilden ibaret. Hattın estetiğine sadık kalarak, kalem kalınlığını pire bacağı inceliğinde koruyarak yapılan her bir kesim, mananın da emeğin de yolunu açar. İşte bu yolda, hattın izinden yürüyerek ahşaba ruh üfleyen usta bir isim var: Süleyman Sırrı Şenol.
Bir Tohumun İçten İçte Filizlenişi
Süleyman Sırrı Şenol’un hikâyesi, çocuk yaşlarda kapının önünde tesadüfen gördüğü bir Türkiye haritası formundaki tahta parçayla başlar. O an farkında olmasa da iç dünyasına düşen bu küçük kıvılcım, yıllar sonra alev alır: “Ortaokuldaydım. Hasan ve Hüseyin adında iki kardeşin elinde kıl testeresiyle kestikleri ahşap bir Türkiye haritası vardı. ‘Ne güzel bir şey bu’ dedim. Gösterdiler. O an içime bir şey düştü. Unutulmadı.”
Doğayla, toprakla, ahşapla çocukluktan gelen bu bağ, yıllar sonra askerde geçirdiği ruhsal dönüşümle derinlik kazanır. Ankara Mamak’ta askerlik yaptığı dönemde bir sabah camiye emanet edilmesiyle içindeki ibadet arzusu yeni bir mecraya yönelir. Çarşıda gördüğü kelime-i tevhid yazılı kartpostalla onu nahtla buluşturur. Hemen bir kıl testeresi alıp camideki kayısı kasasına yazıyı çizer ve keser. Sanatla değil belki ama içten gelen bir yönelişle…
Yazıya Saygı, Hat Sanatına Giriş
Askerlik sonrası daha önce de yaptığı gözlükçülük mesleğine dönen Şenol, nahtla uğraşmayı bırakmaz. Bir gün Konya’dan gelen bir müşterisine kapısına yazdığı yazıyı gösterdiğinde aldığı tepki, onu gerçek bir sanat eğitimine yönlendirir: “‘Siz hattat mısınız?’ dedi. ‘Yok, kendim yazıyorum’ dedim. ‘Senin hattı bozmaya hakkın yok,’ dedi. İçim burkuldu ama yolum da açıldı. Hüseyin Kutlu Hoca’dan ders alabileceğim söylendi. Gittim. Yazılarımı gösterdim. Gülümseyip küçük bir yazı verdi, kesip getirmemi istedi.”
Hocasından aldığı yazıyı eve dönerken yolda kaybeder. Utanarak tekrar hocanın yanına gidip, yeniden alır. Bir hafta sonra eseri götürdüğünde hocası onu karşısına alarak yazıyı göstermeye başlar. O anı hâlâ şöyle anlatıyor: “Sanki elektroşok aldım. Hiçbir şey bilmediğimi, hattı da, nahtı da anlamadığımı fark ettim. O günden sonra yıllarca meşk ettim. Sabırla, sebatla yazı çalıştım.”
Ustalığın Eşiğinde
Yıllar sonra Hüseyin Kutlu Hoca’dan icazet alabileceğini duyduğunda sevinçten bayılacak gibi olur. Hocası ondan içinden geçen üç yazıyı getirmesini ister. O yazılar arasında defalarca eline aldığı ama her seferinde ertelediği bir yazı vardır: Hâmid Aytaç’ın yazısı. Kaderin bir cilvesi gibi Hüseyin Kutlu hocası bu yazıyı seçer. Şenol’un hafızasında unutamadığı bir Aytaç hatırası vardır: “Süleymaniye civarında Aytaç’ın mekânına uğradım. Loş, tek katlı bir yerdi. Son zamanlarıydı. Bana kamış alıp gel dedi. İlk dersi verdi. Ama işyerinde izin alamadığım için devam edemedim. Sonra bir gün gazetede ‘Devrin üstadı Hakk’ın rahmetine kavuştu’ haberini okudum…”
Ahşapla Kurulan Gönül Bağı
Şenol, bugün çalıştığı atölyesini bir hatıra mekânı olarak görüyor. Duvarlara boya badana yapamıyor, çünkü her şeyin bir hikâyesi var: “Bu lamba mesela… İlk günden beri yanımda. Gece geç saatlere kadar ışık verdi bana. Atamıyorum. Zımpara yaparken düşen bir parçaya bile dokunamıyorum. O parçalar ‘Beni bırakma, bu eserin parçasıyım’ diyor. Onu bulmazsam içim eksik kalır.”
1994’ten beri kestiği yazıları saklıyor. “Gittiğim yere elim boş gitmeyeyim,” diyor. Ona göre her eser bir tanıklıktır; sanatın, hayatın ve kalbin şahitliğidir.
Sanatın Ruhu, Ticarete Yenilmemeli
Şenol, nahtla ilgilenen çok kişi olduğunu söylüyor ama bir hassasiyetle ekliyor: “Birçok kişi bunu zanaat olarak yapıyor. Ama hattat nezaretinde yapılmıyorsa o, gerçek naht değildir. İlahi bir aşktır bu. Fiyat koymak bu aşkın önüne set çeker. Para geri planda olmalı. Çünkü bizden sonrakilere bir medeniyet parçası bırakıyoruz. Allah güzeldir, güzel olanı sever.”