Edebiyatın Kapalıçarşısı
EDEBİYATIN KAPALIÇARŞI’SI
- Beşir Ayvazoğlu
Refik Halid Karay, Akşam gazetesinde 18 Mart 1945 tarihli sayısında yayımlanan “Kapalıçarşı’nın Romanı” başlıklı yazısında, bu çarşının aşağı yukarı beş asırlık tarihinde İstanbul’un giyim kuşam, süs ve zarafet hayatını belirleyip kadınına ve erkeğine dört yüz küsur yıl boyunca cazibeli elbiseler giydirdiği için önemli olduğunu ve feyizli bir kalemden çok emek verilerek yazılmış bir “Kapalıçarşı Tarihi” yahut “Kapalıçarşı Romanı” beklediğini söylüyordu. Bu yazı yayımlandıktan tam otuz dört yıl sonra Kapalıçarşı’nın Romanı (1979) isimli bir kitap çıktı. Çelik Gülersoy imzasını taşıyan bu kitabın sadece ismi “roman”dı, kendisi değil. Ama galiba Kapalıçarşı’nın tarihine ve bu çarşı etrafında şekillenen kültüre ve yaşama tarzına dair derli toplu ve bol resimli ilk kitaplardan biri olması bakımından önemliydi.
Fatih’in yaptırdığı Cevahir ve Sandal Bedestenleriyle başlayıp daha sonraki yüzyıllarda eklenen çarşılarla bugünkü karmaşık yapısına kavuşan Kapalıçarşı gerçekten büyüleyici bir mekândır; büyüklüğü, labirente benzeyen sokakları, renkli, hareketli, cıvıl cıvıl atmosferiyle asırlar boyunca büyük bir merak konusu olmuş ve oryantalistlerin muhayyilesini sürekli tahrik etmiştir. İstanbul’a yolu düşen yabancı yazar ve ressamlar, Kapalıçarşı izlenimlerini kendi sanatlarının diliyle anlatıp durmuşlardır. Şaşırtıcı olan, Türk edebiyatının Kapalıçarşı’ya kapalı oluşudur. Evliya Çelebi’nin anlattıkları olmasa, eskilerin bu çarşıya gözlerini kapadıklarını düşünebilirdim.
Modern edebiyatımız da Kapalıçarşı fakiridir. Ahmet Rasim’in Fuhş-ı Atik’te Kalpakçılar Caddesi’nin uzun uzun tasvir ettiği bölümü hatırlıyorum. Peyami Safa’nın Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nda romanın kahramanı Ferit, hayatında önemli bir kırılma noktası teşkil eden krizi Kapalıçarşı’da geçirir. Kemal Tahir’in Yol Ayrımı’nda ise Kapalıçarşı’ya 1930 yılında gazeteci Murat ve arkadaşı Selim’le birlikte gireriz. Bu romanda “İstanbul Bedesteni’nde, çok uzun zamandan beri, ele geçen her şey gelişigüzel içine atılmış bir mahzenin karışıklığı, loş görüntüsü, küflü rutubeti vardı,” cümlesiyle başlayan ve tam üç sayfa süren tasvir, edebiyatımızda Kapalıçarşı üzerine yazılmış dikkate değer metinlerden biridir.
Huzur’un kahramanı Mümtaz da Kapalıçarşı’yı İkinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği günlerde dolaşır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tasvirinde -Kemal Tahir’de olduğu gibi- birbiri ardınca yaşanan savaşların yarattığı ekonomik çöküntü açıkça hissedilmektedir. Bu, bir zamanlar imparatorluğun âdeta bütün zenginliklerini teşhir ederek şaşkın Frenk gezginlerini hayranlıktan dilsiz kılan Kapalıçarşı değil, gelinlik kızların sandık odalarını hatırlatan fakir, tenha, modernlik hevesiyle ihmal edilmiş, hatta gözden çıkarılmış, birbirinin içine girmiş loş ve rutubetli sokaklarıyla biraz da ürkütücü bir mekândır. Bununla beraber güneş gibi, batarken de muhteşem görünen bir imparatorluğun yadigârıdır ve her an gizli kapılarından birini açarak benzersiz zenginliklerini teşhir edebilir.
Kara Kitap’ın Galip’i de bir gün köşe yazarlığı yaptığı Milliyet gazetesinin binasından gözünde kara gözlüklerle çıkıp yazıhanesine değil, Kapalıçarşı’ya yönelir. Çok uykusuzdur. Nuruosmaniye kapısından içeri daldığı çarşıda yürürken gördüğü “deri çantalar, lületaşından pipolar ve kahve değirmenleri, insanların içinde binlerce yıldır yaşaya yaşaya kendilerine benzettikleri bir şehrin nesnelerini değil”, sanki “milyonlarca kişinin geçici olarak sürgün edildiği anlaşılmaz bir ülkenin korkutucu işaretleri”ni çağrıştırmaktadır. O sıralarda kafası Hurufilikle meşgul olduğu için her şeyde farklı bir anlam ve esrar arayan Galip, Terlikçiler Sokağı’nda bir halıcı dükkânının vitrinine bakarken düşündükleri, Orhan Pamuk’un anlatımıyla şöyledir:
“… içinden gelen bir dürtüyle, sergilenen halıları daha önceden gördüğünü, kendi çamurlu ayakkabıları ve eski terlikleriyle yıllarca onlara bastığını, kapı önünde kahvesini içerek şüpheyle kendisine bakan dikkatli dükkâncıyı iyi tanıdığını, dükkânın küçük üçkâğıtçılıklar ve küçük kazıklanmalarla dolu tarihini ve toz kokan hikâyesini, kendi hayatı gibi bildiğini düşündü. Aynı şeyi, kuyumcu, antikacı ve ayakkabıcı vitrinlerine bakarken de düşündü. Aceleyle iki sokak daha değiştirdikten sonra, bakır ibriklerden kefeli terazilere kadar Kapalıçarşı’da satılan bütün eşyayı bildiğini, müşteri bekleyen bütün tezgâhtarları, sokaklarda yürüyen bütün insanları tanıdığını da düşündü. Bütün İstanbul tanıdıktı.”
Bu sezginin yarattığı huzur duygusuyla sokaklarda rüyada gezinir gibi yürüyen Galip, işsiz tezgâhtarların kapı önlerinde pineklediği Kavaflar Sokağı’nı geçtikten sonra küçük bir dükkânın girişinde sergilenen parlak renkli kartpostallar görür. Bu kartlardaki “bayat ve basmakalıp” İstanbul görüntülerine bakarken şehrin kendinden gizli hiçbir esrarı olamazmış gibi bir duyguya kapılırsa da bedestenin dar sokaklarına girer girmez bu duygu kaybolur ve korkuyla “Birisi beni takip ediyor,” vehmine kapılır.
Aranırsa başka romanlarda da Kapalıçarşı tasvirlerine rastlanabilir. Ama bu, modern edebiyatımızın Kapalıçarşı fukarası olduğu gerçeğini değiştirmez. Orhan Veli, Sezai Karakoç ve Ece Ayhan’ın şiirleri sayılmazsa, Türk şiirinin de bu çarşının yolunu bildiğini söyleyemeyiz. Behçet Necatigil, muhtemelen kendi şiirinin kapalı dünyasını ifade eden bir mecaz olarak ilk şiir kitabına Kapalı Çarşı (1945) ismini vermişti.
Türk şiiri ve Kapalıçarşı’dan söz ederken bu çarşıda yıllarca antikacılık yapan Edip Cansever’in hatırlamamak imkânsızdır. Ece Ayhan’ın -kendisi gibi İkinci Yeni’nin önemli şairlerinden biri olan- Cansever’i orta seviyede bir şair saydığı ve şiire katkısından söz ederken ailesinin Kapalıçarşı’da bir dükkânı bulunduğunu ima ederek ondan “çarşı esnafı” diye bahsettiği bir yazısı vardır. Edip Cansever ise bir antikacı olarak otuz yıl yaşadığı Kapalıçarşı’dan sadece bir yazısında söz eder. Babasının “dolab”ında çalışarak başladığı antika eşya ticaretini zoraki yürüttüğü anlaşılan Cansever, zamanla bir parçası hâline geldiği bu çarşının sesini, rengini, kokusunu tarif edemez, başkalarının gördüklerini göremez hâle geldiği için isimlerini bilmese de yüzlerini hiç unutmayacağı Kapalıçarşı müdavimlerine hayranlıkla baktığını, bunlar arasında Cihat Burak gibi tanıdıklarının da bulunduğunu söyledikten sonra, “Kapalıçarşı’yı onlardan öğrenmek isterdim,” diyor, “yani dolaylı olarak kendimi.”
Edip Cansever’in ilk dükkânı, Bizans yapısı olduğunu zannettiği, aslında Fatih tarafından yaptırılmış dört kapılı bir çarşı olan Cevahir Bedesteni’nin yanı başında, ikinci dükkânı ise Sandal Bedesteni’nin hemen ağzındaymış. Bu mekânlardaki kasvetli atmosferi, yalnız kendisinin görebildiği “Mutluluk yasaktır!” “Bahar giremez!” gibi sözlerin yazılı olduğu hayali tabelalarla açıklayan Cansever, sınıf ayrımının en somut olarak görülebildiği Kapalıçarşı’nın kendisi için hiçbir zaman “kapalı kutu” olmadığını söyler ve “Herhangi bir eşyaya sadece para değerini düşünerek bakan koleksiyoncuların o kendine özgü jest ve mimiklerini izlemeliydiniz,” der.
Edip Cansever, yukarıda sözünü ettiğimiz yazısının sonlarına doğru Kapalıçarşı’nın nasıl koktuğunu sorduktan sonra, kumaş kokusuyla kösele kokusu, halı kokusuyla mobilya cilası kokusu, bakırla altın kokusu arasındaki gidip gelen kokuyla ilgilenmediğini, bu çarşıda duyulan asıl kokunun ülkelerin ve çağların kokusu olduğunu söyler. Sesine gelince… Cansever, Kemal Tahir’in Yol Ayrımı’nda tasvir ettiği dolaplı Kapalıçarşı’yı az da olsa tanımış ve antika meraklısı Midhat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’unda isimleri zikredilen antikaları görmüş, çökmekte olan zengin sınıfların o güzelim ustalıkları bir bir bırakıp gittiklerine, bırakılanların da yurt dışına taşındığına şahit olmuştur.
Cansever, Kapalıçarşı’yı “Çapalı Karşı”ya dönüştüren aykırı şair Ece Ayhan tarafından “mülkiyet” tutkusuyla suçlanmaktan korktuğu için mi çarşı esnaflığını kötülüyordu, bilmiyoruz. Kapalıçarşı’nın tarihi ve kapılarının, kubbelerinin çokluğuyla hiç ilgilenmemiş, şiirinde “bu koca labirent için” tek imaj bile kuramamış olması şaşırtıcıdır.
Yeri gelmişken, bizde ilk mizah gazetesi Diyojen’i çıkaran Teodor Kasap’ın da Kapalıçarşı’da, Astarcılar Hanı’ndaki bir dükkânda çıraklık yaptığını, bu dükkânda bir yandan müşterilerle ilgilenirken bir yandan da kendi kendine Fransızca öğrendiğini, Kırım Harbi sebebiyle İstanbul’da bulunan bir Fransız levazım albayı tarafından keşfedilip Paris’e götürülerek eğitim görmesinin sağlandığını hatırlatmakla yetiniyorum. Ece Ayhan, “Çapalı Karşı” şiirinde Teodor Kasap’ın ismini belki de bu bilgiye dayanarak anmıştı:
Kollarında eski balık dövmeleri
teodor kasap perhiz ahali içmez
ay türkçe rakı çıkmıştır kapalı
ve geniş muhlis sabahattin’den
ayşe opereti ne güzel bir hiç
Orhan Veli’nin çarşısı da Tanpınar’ın Huzur’undaki gibi 1940’ların Kapalıçarşı’sıdır ve dükkânlarından birinin camekânındaki “gelinlik” Garip şairine “Hürriyette gelin olacaktı, yaşasaydı” dediği ablasının sandık odasını, telini duvağını hatırlatır. Camekândaki mankenlere giydirilmiş mavi mavi, yeşil yeşil fistanlar ve pembezar gömleklerin de kim bilir ne hikâyeleri vardır. Hâsılı, Kapalıçarşı, bakmasını bilmeyenler için bir kapalı kutudur:
Kapalı Çarşı deyip geçme;
Kapalı Çarşı,
Kapalı kutu.
Sezai Karakoç’un “Kapalıçarşı” şiirinde Orhan Veli’nin dışarıdan bakıp kapalı gördüğü kutunun içine girip derinliklerine nüfuz etmek istediği söylenebilir. Nitekim “Kapalıçarşı içinde kapalı rüya çarşıları” mısraı birden Kapalıçarşı’nın sınırlarını sonsuzluk ölçeğinde genişleterek onu kapalı bir mekân olmaktan kurtararak kalıcı ve değişmez değerlerin sembolü yapar. Şair bu sembol etrafında, “onlar”la, yani kutsal değerleri yok sayan materyalist çevrelerle hesaplaşmıştır:
Sen cuma gününün hürriyet kadar kutsal
Olduğunu onlara anlat
Benim aynamı küçültüp büyülten onlar
Kapalı çarşılar içinde fikre ve gerçeğe
Neler neler etti anlarsın onlar
Bugünün kalabalık, ışıklı tabelalara boğulmuş turistik Kapalı Çarşı’sına gelince, onun şiirini yazan var mı bilmiyorum, ama altını oyan oyana…