Ali Emiri Efendi
Röportaj: Ayşe Böhürler
SPOT:
‘Mecânîn-i kütüb’dendi. “Ama Ali Emirî’nin diğer kitap düşkünlerine oranla fâik meziyeti topladıklarını okumuş, bilgilenmiş ve elinden geldiğince yayınlamış, bilgilerini paylaşmış olmasıdır…” Türkiye’de sahaflık denilince akla gelen ilk isim olan Emin Nedret İşli’nin gözüyle Ali Emirî portesi…
“Ömrümün hâsılı rûhum gibidir iş bu kitâb
İzzetin hakkı içün senden umaram yâ Rab
Korkarım ben ölicek câhil ü nâdâna düşe
Hayr ile sâhibini yâd eden yârâna düşe”
Ömrünün hâsılı kütüphanesini ‘hayr ile sâhibini yâd eden yârân’ olması için Millet’e armağan etti. Evlenmedi, kedileri ve kitaplarıyla yaşadı. Aslında sadece kitaplarıyla yaşadı. Kediler değerli kitaplarının farelere karşı muhafızı olarak en yakın silah arkadaşlarıydı.
“Bende kitap merakı dokuz yaşında hâsıl olmuştur. Bugün tam altmış senedir ne gecem gece ne gündüzüm gündüzdür. Ömrüm kâmilen bu merak arkasında koşmuştur” diye anlatır Ali Emirî Efendi (d:1857- ö:1924) onulmaz kitap müptelalığının nasıl başladığını. Maliyeci, defterdar, maliye müfettişi bir Tanzimat memuru olarak her gittiği yerde kitap toplayan, elde edemediklerini elle yazarak kopyalayan Ali Emirî Efendi Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk dönemi arasında geçen bereketli ömrünü kitaplara adadı. Emekli olduktan sonra yerleştiği İstanbul’un sahaflar çarşısının da başgediklisi oldu.
O, manası çeviri Türkçesine sığmayacak ölçüde mecânîn-i kütüb’dendi. Frenkçe ‘bibliyoman’ın tarif ettiği kitap hastaları gibi ne aldığı kitapları istifleyip sakladı ne de kimselere göstermeyecek kadar hasis davrandı. Ruhu mesabesindeki kitaplarının her satırını dikkatlice okuyup notlar aldı, tasnif edip gelecek kuşaklara ulaştırmak için didindi. En emin şekilde muhafazalarını temin etti.
Bir kitap düşkününü yine en iyi bir kitap düşkünü anlar. Onları anlamak için kitap atmosferinde soluklanmak gerekir. Ben de bu atmosferden bir nefes almak için Ali Emirî Efendi’yi, kitaplarla yaşayan, onları kaybolmaktan kurtarıp bugüne taşıyan, okuyan, okutan, Türkiye’de sahaflık denilince akla gelen belki de ilk isim olan Emin Nedret İşli’yle konuştum.
KİTAPLARLA DOLU BİR HAYAT
Ali Emirî Efendi çok yönlü bir alim, Türk tarihi ve edebiyat tarihi araştırmacısı, kütüphaneci, yazar, şair, gazeteci, biyograf ve bibliyograf… Bir sahaf gözüyle siz Ali Emirî Efendi’yi nasıl tarif edersiniz?
İstanbul’da Millet Kütüphanesi banisi, alim, şair, allame Diyarbakırlı Ali Emirî Efendi’yi sahaflık mesleğini hasbelîcâb uzun yıllardır icra etmeye çalışan bir esnaf olarak tanıtmak, hayatından bahsetmek, profiline dair söz söylemek benim gibi yaşı o devirlere ulaşmamış “mübtediler” için aslen büyük bir cesaret işidir. Fakat büyük bir vatanperver, bilgin Ali Emirî Efendi için eski kitaplarla iştigal eden bir erbab-ı ticaret birisinin okudukları, duydukları, Emirî hakkında dinlediği, menakıbından çıkarımlarını yazmak, sahaf gözüyle yorumlamaya çalışmak bu kadar neşriyata rağmen ilk olacak bir teşebbüstür.
Velhasıl Ali Emirî Efendi’nin kitaba düşkünlüğü, yazma eserlere olan meclubiyeti, eski âsar üzerindeki vukufu, ömrünü eski kitap peşinde tüketmiş olması her yerde yazılan, altı çizilen en büyük hususiyeti olarak belirlenmiş olmasına rağmen ne bir sahaf gözüyle Ali Emirî ne de Ali Emirî Efendi gözüyle bir sahaf yazısı ortalıkta gözükmemektedir. Umalım ki ben bu konuda yanılıyor olayım ve bulan araştırmacıdan özür dilemek keyfini süreyim.
Ali Emirî ile sahaflar ilişkisinden tümüyle hiç söz edilmemektedir demek de doğru değildir. Çünkü gerek Emirî’nin yazılarında gerekse ona dair yazılanlarda satır aralarında veya notlarda bazı bilgiler bulunur. Hatta Emirî’nin hayatı sahaflar ve kitaplarla doludur.
BU VADİDE BİR YILDIZDIR
Siz de bir kitap tutkunusunuz. Kitap mecnûnu olmak nasıl bir şey? Ali Emirî Efendi’nin mecnûnluğu üzerine ne söylersiniz?
Enis Batur Kitap Evi isimli eserinde, “Kitap mecnûnu bir tür evrensel âdemdir; hangi ırktan, budundan, dilden, inanıştan, yeryüzünün hangi köşesinde olursa olsun standart tepkileri vardır, huyları birbirine benzer onların, davranış mekanizmalarını belirleyen neredeyse organik bünyelerinden tıpatıp kararlar çıkar. Farklı hareket etmeyi, düşlemeyi bayılırlar ya, bunu hayata geçirdiklerine rastlanmaz. Dilini tanımadıkları, alfabesini sökemedikleri ülkelere gittiklerinde bile kitabevlerine girmeden, vitrinlerini uzun uzun incelemeden yapamazlar örneğin” diye tanımlar kitap tutkunlarını. Bu modern tanımın eski ve şarka mahsus versiyonudur Ali Emirî Efendi. Gittiği her yerden kitap toplamış, ömrünü sadece ve sadece kitaba, yazma ve okumaya vakfetmiştir. Zaten mecânîn-i kütüb kitapla hemhaldir ve kitapla ilişkisi olmayan zamanı yok gibidir. Ali Emirî bu hâletin zirvelerinden biridir. Ali Emirî’nin diğer kitap düşkünlerine oranla fâik meziyeti topladıklarını okumuş, bilgilenmiş ve elinden geldiğince yayınlamış, bilgilerini paylaşmış olmasıdır. Bağışladığı kitapları, yazdığı eserler onu alelade bir kitap toplayıcısı olmaktan çok öteye götürür. O adeta bu vadide bir yıldızdır.
Hayatını ilmi eserleri toplamaya adamış olan Ali Emirî Efendi’nin kitaplara ilgisi nasıl başladı?
Ali Emirî’nin kitaplarla olan ünsiyetini Diyarbakırlı şairler üzerine kaleme aldığı “Tezkire-i Şuârâ-yı Âmid” isimli eserinin kendini anlattığı bölümünde yazmaktadır: “Henüz sekiz, on yaşında iken mebâni-i kadime üzerindeki yazılara merak ederek bunların haline pek çok çalışırdım. Bir derece ki bir yerde mahkûk bir şey gördüm mü anı hal etmeksizin geçmek pek müşkil idi. Ebyâta da evvela Aşık Ömer’den ve sonra da Sümbülzade Vehbi Divanı’ndan başladım. Henüz dokuz yaşında iken büyük amcamız ati ü’l tercüme Şaban Kâmi Efendi Hazretleri bendenize Mısır basması bir (Nevâdir ü’l Âsâr) verdi. Ne kadar sevindiğimi tarif edemem. Beş yüzden ziyade şuârâmızın havi olduğu dört bin beyit eşarı az müddet içinde tamamen ezber edildi.” Bu ifadeden anlaşılacağı gibi Ali Emirî Efendi ilmiye sınıfına mensup bir ailenin ilim ve irfan halkalarıyla çevrelenmiş bir muhit içinde doğmuş ve yetişmiştir. Ali Emirî’nin ailesinin tamamı alim, şair, mütedeyyin kimselerden oluşur. Bu yüzden Ali Emirî’nin kitap merakı çocukluk çağlarında başlar ve artan bir iştiyakla ömrünün sonuna kadar devam eder.
DÎVÂNU LUGÂTİ’T-TÜRK’Ü NASIL BULUP ALDI?
Ali Emirî Efendi’nin Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü buluşunun hikayesini anlatır mısınız? “Bu kitap değil bir Türkistan ülkesidir. Türkistan da değil, bütün bir cihandır. Günlerce bu eseri evimde kimseye göstermeden tetkik ettim” diyen Ali Emirî Efendi kitabı aldıktan sonra nasıl muhafaza eder?
Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün keşfi sadece Türk dünyası ve kültürü açısından mucizevi bir keşif değildir. Eseri sadece Türk dili ve dünyası ile sınırlandırmak onun öneminin az anlaşılmasına neden olur. Ali Emirî Efendi tarafından bulunan bu eser bütün bir insanlık mirasıdır. Ulusal öneminin büyüklüğü yanında uluslararası bir dereceyi taşır bu eser.
Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün bulunuş hikâyesinin en önemli kaynağı kitabın ilk kez yayımını gerçekleştiren Ali Emirî’nin mutemed adamı Kilisli Muallim Rifat Bilge’nin kaleme aldığı yazılardır. 1945 yılında Yeni Sabah Gazetesinde “Üstad Kilisli Muallim Rifat Anlatıyor: Bildiklerim!” başlıklı bir seri yazı çıkar. Kilisli Rifat Bey “Bildiklerim”de Ali Emirî’den naklen şöyle yazar:
“Bize şöyle anlattı: Adetim veçhile haftada iki üç kere Sahaflar çarşısına uğrar, yeni bir şey var mı diye kitapçılara sorarım. Dün de uğradım. Kitapçı Burhan beyin dükkânına oturdum. ‘Bir şey var mı?’ dedim. Kitapçı:
‘-Bir kitap var amma sahibi otuz lira istiyor. Bu kitap bana geleli bir hafta oldu. Ben, bunu yüksek fiyatla alır diye Maarif Nazırı Emrullah Efendi’ye götürdüm. O da ilmiye encümenine havale etti. Encümen tetkik için bir hafta müsaade istedi, ben de kabul ettim. Bir hafta sonra uğradım on lira teklif ettiler. Ben de ‘Kitap benim değil, başkasınındır. Otuz liradan bir para aşağıya vermiyor’ dedim. Cevaben ‘Biz otuz liraya bir kütüphane satın alırız. Al kitabını istemiyoruz!’ diye kitabı iade ettiler. ‘Kitap sahibi ile tayin ettiğimiz müddet yarın bitecektir. Yarın kitabı vermeye mecburum. Bakınız, eğer işinize gelirse siz alınız!’ dedi.
Kitabı elime alınca bayıldım. Otuz lira değil, otuz bin lira değeri var. Dünyada eşi menendi görülmemiş bir kitap, Hicrî 466’da telif edilmiş, bir Türk kamusu ve grameri. Fakat kitapçıyı şımartmamak, fiyatı artırmaya bırakmamak için, nazlı davrandım: ‘Dağınık bir eser. Acaba tamam mı, değil mi? Hem de müellifi Kaşgarlı bir adam imiş. Kimdir, necidir? Belli değil. Sarı çizmeli Mehmet Ağa… Mamafih ne de olsa bir eserdir. Maarif on lira teklif etmiş ise, ben 15 lira veririm’ dedim. Kitapçı:
‘- Hayır arz ettiğim gibi benim değildir. Benim olsaydı verirdim. Fakat sahibi mutlak mutlak otuz lira istiyor. Almayacak olursanız sahibine iade ederim’ dedi.
Sordum:
‘- Sahibi kimdir?’ dedim.
‘- Yaşlıca bir hanımdır, Eski Maliye Nazırı Nazif Bey’in mensubatından… Paşa bu kitabı ona verirken: ‘Bak sana bir kitap veriyorum. İyi sakla! Sıkıldığın zaman kitapçılara götür. Altın para otuz lira eder, aşağıya verme!’ demiş. İşte bu otuz lira kadının kulağına küpe olmuş… Yoksa kendisi aceze bir kadındır. Alacak isen, bir kadına iyilik etmiş olursun’ dedi.
Bunun üzerine:
‘- Evet şimdi işin şekli değişti: bir kadına muavenet bir vazifedir. Peki kabul ettim’ dedim ve kitabı aldım. Fakat o dakikada şöyle düşündüm: Yanımda ancak 15 lira var, eve gidecek olsam kitap dükkanda kalacak, mümkün ki başka birisi gelir, kitapçı tamahkârlık ederek ona da gösterir, o da alır. Paranın üstünü yarına bırakayım desem olmaz, olmaz. Başladım içimden Allah’a yalvarmağa: Allahım bir dost gönder, bana yardım etsin. Beni kitaptan ayırma.
İki dakika sonra baktım ki, dostlarımdan eski Darülfünûn’un edebiyat Muallimi Fâik Reşat Bey oradan geçiyor. Hemen çağırdım. Gizlice: ‘Varsa aman bana yirmi lira ver’ dedim. Çantasını açtı, on lira varmış onu verdi.
‘-Üst tarafını da şimdi acele eve gider getiririm’ dedi. Ben de kitapçının dükkânında kısmen huzuru kalple oturdum.
Birkaç dakika sonra Fâik Reşat Bey geldi, parayı getirdi. Otuz lirayı Burhan Bey’e verdim.
Burhan Bey, ‘Pekala, ya benim bahşişim yok mu?’ dedi.
Üç lira da ona verdim, vedalaştım. Dükkândan kalktım, Reşat Beyle konuşa konuşa çarşıdan çıktık. Fakat arkamıza baktım: Acaba Burhan Bey pişman olup da arkamızdan koşmasın diye korku içindeydim. Neyse baktım ki gelen yok: ‘Oh Elhamdülillah!’ dedim.”
Eseri sahiplenen Ali Emirî Efendi aylarca kitapla hemhal olur. İstanbul’da kitabın şöhreti dilden dillere dolaşmaktadır. Bu kitabın şöhretini duyan Ziya Gökalp bir türlü göremediği bu eseri görme ve neşr etme sevdasına düşer. Bütün kilitleri açacak kişi Kilisli Muallim Rıfat Bey’dir.
Ziya Gökalp Bey onunla buluşur; Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün basılması iznini almak için bir plan yaparlar. Ali Emirî Efendi’nin üzerinde büyük etkisi olan Talat Paşa devreye konulur. Pek çok şeyhülislâm çıkarmış hanedan bir aile olan Piri-zâde’lerden Adliye Nazırı İbrahim Bey’in konağına bir iftar yemeği sonrası Talat Paşa gelerek Ali Emirî Efendiye medh-ü senalara boğarak basım iznini alır. Kitabın neşri işini de Ali Emirî Efendi tek güvendiği kişi olan Kilisli Muallim Rıfat’a havale eder. Eser “Kitab-ı Dîvânu Lugâti’t-Türk” adıyla Matbaa-i Amire’de (Devlet Matbaası) 3 cilt olarak basılır. İlk iki cilt 1917’de üçüncü cilt 1919 yılında basılır.
MİLLET KÜTÜPHANESİ NASIL KURULDU?
Feyzullah Efendi Medresesi’nden başlayarak Millet Kütüphanesi’nin kuruluşuna uzanan süreci anlatır mısınız? Kütüphanenin adı neden Millet Kütüphanesi oldu?
Millet Kütüphanesi (bugünkü adıyla Millet Yazma Eserler Kütüphanesi) 1700’de Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi tarafından inşa ettirilmiş bir medresededir. Medresenin kütüphanesinde 2 bin 189 adet yazma eser mevcuttur. Ali Emirî Efendi’nin biriktirdiği kitapları bağışlayıp, bir kütüphane kurulması için aranan yerin Feyzullah Efendi Medresesi’nin bu amaca uygun olduğu kesinleşince, 1916 yılında medresenin yazmalarıyla birlikte Ali Emirî Efendi kitapları bu binaya yerleştirildi. Çıkardığı dergide kütüphanesi hakkında bazı mektup ve yazılar yayınlayan Ali Emirî Efendi, kütüphanedeki kitaplar için kitapların isimleri, lisanları, ciltlerindeki bilgiler, nadir kitaplar, meşâhir hatları, meşâhir mühürleri, resimli kitaplar, sanatlı ciltler, tezhipli kitaplar konularında birçok katalog hazırladığını belirtir.
Ali Emirî kendi kitapları dışında civarda 10 bin cilt Batı kitabını alacak bir bina yapılmasını, ayrıca bir de okuma evi adı altında yeni bir bina inşasını planlamıştır. 16 bin kitabın bulunduğu kitaplığını Feyzullah Efendi Medresesi’ne taşıyan Ali Emirî Efendi’nin “Millet” adını verdiği kütüphanesi 17 Nisan 1916 tarihinde törenle açılmıştır. Kütüphanenin nazırlığını ölümüne kadar sürdürmüş olan Ali Emirî’nin yazma eserlerinin tasnifini Amasya tarihi müellifi Hüseyin Hüsameddin Efendi yapmıştır. 1962-1993 yıllarında il halk kütüphanesi olarak hizmet veren bina 1999 depreminde hasar görmüştür. Kitapları Süleymaniye Kütüphanesi’ne nakledilen yapıda 3 bin 704’ü Arapça, 519’u Farsça, 2 bin 485’i Türkçe olmak üzere 6 bin 708 adet yazma eser vardır. Günümüzde yazma kütüphanesi olarak hizmet vermektedir.
“ALLAH-I TEÂLÂ HAZRETLERİNİN RIZASIYÇÜN…”
Ali Emirî Efendi’nin bugüne kalan mirasının önemi nedir? Bugünkü araştırmacılar için değeri nedir? Bu değerin yeterince bilindiğini düşünüyor musunuz?
Ali Emirî Efendi’den günümüze kalan somut mirası kitapları, topladığı eserler, keşfettiği Dîvânu Lugâti’t-Türk’tür. Ama bütün bunların arka planında güçlü bir vatan sevgisi, millet bağlılığı, mütedeyyin bir hayat görüşü bulunmaktadır. Toplayıp vakf ettiği kitaplara vurduğu mühür üzerinde “Allah-ı Teâlâ Hazretlerinin rızasıyçün vâkf eyledim. Diyarbekirli Ali Emirî” yazılıdır. Kütüphanesinin ismini “Millet” koyması, kitapları için kazıttırdığı mühürdeki ifade, Ali Emirî Efendi’yi bütün güzelliğiyle açıklamaktadır.
Ali Emirî Efendi’den bizlere kalan mesaj vatan, millet sevgisiyle kitap sevgisini mecz etmesi, gelecek nesillere kültür hazinelerini ulaştırmakta, aktarmakta köprü vazifesi görmesidir. Topladıkları yazma/basma eserler gelmiş ve gelecek bütün araştırmacılara yardımcı, onlara büyük imkanlar sunan, ufuk açan malzemelerden oluşur. Dünyada eşi benzeri olmayan eserler Ali Emirî Efendi tarafından derlenmiştir. Yokluktan kurtarılarak Millet Kütüphanesi’nde akademisyenlerin, araştırmacıların, kitap dostlarının hizmetindedir. Bu nadir eserlerde hep Ali Emirî Efendi’nin emeği, gayreti, maddi fedâkârlığı vardır.
Ali Emirî Efendi bizim coğrafyada yaşayan önemli insanlara göre az hakkı yenmiş bir kişi olmasına rağmen, Batılı bir coğrafyada yaşayan mümasillerine göre yine de kadri, kıymeti bilinmemiştir denilebilir.