Bir Gökyüzü Gerdanlığı: Mahya

“Biz İslamiyetin cemiyetimizde tatbikatına, ne kadar zevk ve incelik katmışız. …o kadar güçlü ve üzerlerinde asırların bize mal ettiği kuvvetli bir ananemiz vardır ki başka memleketlerin aşırma ve muzır olanlarına ihtiyacımız yoktur. Bunlarla bir millet olmuşuz ve bunların muhafazasıyla mevcudiyetimizi ve şahsiyetimizi koruyabiliriz. İşte bunlardan biri de bütün dünyanın hayran kaldığı mahyadır…”

Prof. Dr. Süheyl ÜNVER, Tarih Dünyası, Sayı 6, İstanbul 1950, S. 236-241. 

Gönlümüzü ve ruhumuzu şenlendiren Ramazan’da şehirlerin semâları yine yıldızlarla aydınlandı. Yaklaşık 50 yıldır mahya sanatıyla uğraşan Kahraman Yıldız, bu yıl da camileri mahyalarla donattı.  

Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde görevini sürdüren Kahraman Usta, Eyüp Sultan Camisi’ndeki Cuma namazının ardından dualarla ilk mahyayı astı. Gündüz güneşin, gece ayın nöbet tuttuğu İstanbul semalarında mahyalar parlarken, Süheyl Ünver Hoca’nın deyişiyle asırların bize mâl ettiği bu güzel geleneği, devşirdiği yıldızlarla gökyüzüne yazan klâsik mahya sanatının son temsilcilerinden Kahraman Yıldız ile konuştuk.

Bildiğimiz kadarıyla Üsküdarlısınız; aileniz kaç kuşaktır İstanbul’da yaşıyor?

Babam da dedem de Üsküdarlı. Hatta büyük dedelerim Beykozludur. Oraya ilk yerleşen Türklerden geliyoruz.

Mahyaları ilk gördüğünüz zamanı hatırlıyor musunuz?

Çocukken mahyayı ilk kez Üsküdar’da Atik Valide Sultan Camisi’nde gördüm. Ramazan’da dışarıda top oynarken kandiller yandığı vakit eve haber verirdik, “Kandiller yandı” diye, oruç bozardık. Ben 1971’de Vakıflar’da çalışmaya başladım. 1975 yılında Vakıflar’da bir şefimiz vardı, elektrik teknikeri Münir Can. Bir gün bizi topladı ve Dolmabahçe Camisi’ne götürdü. Mahzeninde bir yığın kablo, ampul, makara ve duy vardı. Rahmetli Münir Ağabey kâğıda bakarak, “Şuraya duy takın, buraya duy takın” dedi. Biz de yaptık. Sonra halatlar takarak aldık Sultanahmet Camisi’ne gittik. Karşıdan karşıya halatlar gerildi. Lambaları birer birer astık oraya ama pek bir şey de bilmiyorum. Yaşım 18 filandı. Akşam gittim, baktım, “Fethin kutlu olsun” yazıyordu. O gün 29 Mayıs 1975 günüydü, fetihle tanıştım, mahyalar elimdeydi. O gerdanlığı astık oraya.

Daha sonra Cağaloğlu’nda Namazgâh Camisi’nde çalışırken yine Vakıflar’dan şefim aradı ve “Seni Hacı Ali Ceyhan’la tanıştıracağız” dedi. Hacı Ali Ceyhan, iki padişah döneminde mahyacılık yapmış Osmanlı döneminin son mahyacısı. Yağ kandillerinden mahyalar yapmış. Cumhuriyet döneminde de İstanbul’a elektriğin gelmesiyle, mahyaların elektrik sistemine geçişini sağlamış rahmetli. Onunla beraber Dolmabahçe’deki bütün malzemeleri aldık, Fatih Camisi’ne getirdik. Ufak ufak mahya işine başladık. Kendisine “Hacı Baba” derdik. Hacı Baba, 1984 yılında vefat etti. Aziz Usta da Hacı Baba’nın yanında bir süre kaldı. Rahmetli bize el verdi. Yaklaşık 50 yıldır Ramazan ayında, İstanbul’daki selâtin camilerde, Edirne Selimiye Camisi’nde ve Bursa Ulu Cami’de bu işleri yapmaya çalışıyoruz.

Mahya ustalığı babadan oğula geçen bir zanaatmış eskiden. Sizin tecrübeniz ustanızdan geliyor. Biraz ustanızdan bahseder misiniz?

Kendisi İstanbulludur. Çok küçükken merak sarmış bu işe. Fatih Camii mahyacısının yanında çıraklık yapmış, sonra Sultanahmet Camisi’nin mahyacısı olmuş. Rahmetli çok hassas ve ince ayarları seven bir insandı. Duyu bir santim aşağı taksan, “Olmadı, biraz geri çek” derdi, bastonla geri çektirirdi. Elindeki kâğıda bakarak bize izahatlarda bulunurdu. Mesleğe çok önem verirdi ve titiz davranırdı. Hatta bir gün kendisine “Hacı Baba bu nedir?” diye sorduğumda, “Oğlum sanat öğretilmez, sanat çalınır” demişti rahmetli. Öğrenmeye çalıştık. Öğrendiğimiz kadarıyla da ekip arkadaşlarımızla yürütmeye devam ediyoruz. O günden bugüne bütün takımlar onun istediği şekildedir, onun ölçülerindedir. Bu bir anıdır, hatıradır, bozmak da istemiyoruz.

Kültürümüzde usta-çırak ilişkisi çok önemlidir. Ustalar çıraklarına sadece zanaat ve sanatlarını değil aynı zamanda yaşamı öğretirler…

Yaşamı öğretiyorlar, doğru. Yaşça benden bayağı büyüktü ustam. O zamanki cehaletimizle ustamızdan anladığımız şeyleri aldık, anlamadığımız şeyleri alamadık. Onun terbiyesiyle bizim terbiyemiz farklıydı. Bir de gençliğin verdiği enerji var. Daha hızlı hareket ediyorduk. Hacı Baba daha yaşlı, oturaklı, bastonla gezen biriydi. Camiye gittiğimizde bizimle beraber gelirdi. Sandalyesi vardı, orada oturur bizi izlerdi. İşimizi, ustamızın tarif etmesiyle öğrendik.

Ustanız geçmiş döneme dair anılarını paylaşır mıydı?

Evet, Osmanlı döneminde her caminin ayrı mahyacısı varmış. Bu mahyacılar yazı yazma ve güzel resim yapma konusunda aralarında yarış yaparmış. 15’i resim, 15’i yazı olmak üzere mahyalarda resim ve yazı yazılırmış. Kız Kulesi, cami, çeşme, güvercin ve çiçek gibi resimler yapılırmış. Yağ kandilleri gelirmiş, içlerine gramla zeytinyağı konulur, fitilleri yakılırmış. Mahyacılar da minareye çıkarak, birer birer yakarmış mahyaları. Tabii o zamanlar sinemanın ve televizyonun olmadığı dönemler. Görsel yayın yok, bir tek mahyalar var, bir medeniyet bu. Bütün halk cami cami dolaşarak mahya izler, yazılarına ve resimlerine bakarmış. Hatta 1800’lü yıllarda İstanbul’a gelen Avrupalı bir gezgin anlatıyor… İstanbul geceleri kapkaranlık, elektrik yok. Yağ kandilleri lambaları yanıyor mahallelerde. Minarelerdeki bu yazıyı görünce “Türkler medeniyeti çoktan yakalamış, gökyüzündeki yıldızlarla yazı yazmışlar” diye beyanatta bulunmuş. Bu çok güzel bir olay.

Yazdığınız, astığınız yazılara kim karar veriyor?

2010 yılında çıkan genelgeye göre Din İşleri Yüksek Kurulu’nun verdiği temalar var. Bu seneki temamız “şifa”. Geçen sene de şifayla ilgili yazı yazdık; Edirne Selimiye Camisi’nde “Evde kal Türkiye” yazdık, İstanbul’da “Hayat eve sığar” dedik, “Şifa senden ya Şâfi” tarzı güzel yazılar yazarak biz de pandemi sürecine mahyayla destek olduk.

Nasıl bir hazırlık dönemi geçiriyorsunuz?

15 gün önceden başlıyoruz, Şaban’ın 15’inde. İstanbul’daki her cami için 4’er, Edirne Selimiye ve Bursa Ulu Camii için 2’şer yazı yazıyoruz. Mahyaları Fatih’te Eminönü Yeni Camii, Sultanahmet ve Süleymaniye Camisi’ne asıyoruz.

Her caminin ayrı ayrı ölçülü bir mahya takımı var. Mesela Sultanahmet Camisi’nin yazısı üç satırdır. Süleymaniye Camisi’nin yazısının harfleri büyüktür ama iki satırdır. Büyük ve merkez bir cami olduğu için ve nereden bakarsanız bakın gördüğünüz için Süleymaniye’nin yazısının harfleri büyüktür. İki şerefe arası dar olduğu için Eminönü Yeni Camisi’nin yazısı iki satırdır. Eyüp Sultan’ın uzaktan okunma durumu olmadığı ve yakın mesafe olduğu için harfleri küçüktür ama üç satırdır. Üsküdar Cedit Valide Sultan Camii ise üç satırdır. Ama Edirne Selimiye Camii, Kapıkule’den hatta Yunanistan’dan okunma özelliğine sahip olduğu için harfleri büyüktür ve üç satırdır. 

Atölyenizde mahya takımlarını hazırladıktan sonra nasıl asıyorsunuz?

Mahya takımını açarak, birer birer harfleri ve yazıları yazıyoruz. Daha sonra bunları bir düzene göre numaralandırarak katlıyoruz, camilere gidiyoruz. Camide karşıdan karşıya çelik halat geriyoruz, diğer çekme halatlarını geriyoruz ve makara sistemini kuruyoruz. Mahya takımlarını kornişe perde takar gibi birer birer asarak, ipleri birer birer çekiyoruz. 3-5 gün sonra o yazıyı toparlıyoruz, ikinci bir yazı oluşturuyoruz. Bu şekilde her camiye aynı işlemi yapıyoruz.

Mahya asılıyken hava şartlarından etkilenen veya arızalanan lambaları nasıl tamir ediyorsunuz?

Bizim duylarımız yağmur tipi, şapkalı duylardır, içine yağmur girmiyor. Takımı yaparken izolasyon sistemini ona göre yapıyoruz. Karda da mahya kurduk. Mahya buz tuttu, ipler dümdüz oldu Edirne’de. Ampul patladığı zaman ampulünü değiştiriyoruz. Camileri gezerek tamirini ve bakımını yapıyoruz. Ampullerimiz 15 wattlık akkor ampuller; kandil ışığına en yakın olandır. 15 wattan büyük olursa uzaktan baktığınızda yazıyı okuyamazsınız. Yazı ışık topu haline gelir. Tane tane okunması için küçük wattlı ampuller kullanmayı tercih ediyoruz.

Harfler arasında sizi en çok uğraştıran hangisi?

Harfler zorlamıyor aslında. Bazı yazılar karışık oluyor. Yazıyı önce bir kâğıda yazıyoruz. Bu kâğıdın üstünde çalışıyoruz. Artık yıllarca bu işi yaptığımız ve bildiğimiz için zor olmuyor. Bir de el alışkanlığı var tabii, hangi harfi kaç ampulle yazacağımızı biliyoruz.

İşinizin en meşakkatli kısmı mahya postalarıyla minareye çıkma kısmı olsa gerek…

İşin hamallığı bu kısımda oluyor. Beş ipten bir harf oluşuyor. Bu beş ipi topladığınız zaman bir posta oluşuyor. Bir posta, iki posta, üç posta sırtımıza koyup, minareye çıkıyoruz. Bazen de yukarıdan aşağıya bir halat indiriyoruz. Halatı bağlayarak yukarıya el gücümüzle çekiyoruz. Başka türlü yapamıyoruz çünkü orada bir makine sistemi olmaz. Bu bizim için daha emniyetli oluyor. Diğer türlü olsa ampuller ve duylar sağa sola çarpıp kırılır. Tedbirli şekilde malzemeyi yukarı çekerek alıyor ve asıyoruz.

Asma işlemi ne kadar zaman alıyor?

Birinci yazılarda halat açma, gerdirme ve yazıyı asma olayı var. Neredeyse günü dolduruyoruz. İkinci yazılarda sabah çıktığımız zaman, birinci yazıyı sökmüş ve ikinci yazıyı asmış olarak akşama doğru minarelerden iniyoruz.

İlk mahyayı asmaya nerede başlıyorsunuz?

Her sene Cuma günü Eyüp Sultan Camisi’ne gidip hayır duamızı ederiz ve mahya asmaya oradan başlarız. Sonra diğer camiler… Ramazan’a beş gün kala da Edirne ve Bursa’ya gidiyoruz. Onların yazılarını yazıp halatlarını gerip İstanbul’a geliyoruz. Sonra ikinci yazılara başlıyoruz. Üçüncü, dördüncü yazılar derken İstanbul’da son yazıları da asıp Ramazan’ı bitiriyoruz.

Bu zahmetli işin sizi en çok sevindiren, gönlünüzü şenlendiren kısmı nedir?

Gece çıkıp geziyorum, mahyaları izliyorum. Haz veriyor. İnsanlar bakıp izliyor. Üsküdar’da “Güleryüz sadakadır” yazdık. Akşam aşağı indim, baktım herkes gülüyor. Arkadaşı yanındakine soruyor, “Niye gülüyorsun?” diye. O da, “Mahya ‘Güleryüz sadakadır’ yazıyor, o yüzden” diyor. En azından insanlara güler yüzü aşılamış oluyoruz, israfın haram olduğunu aşılamış oluyoruz. Bilen, bilmeyen oraya bakıp bir şey öğrense kâfî.

Bir mahya ustası olarak kendi ustanız Hacı Ali Ceyhan haricinde mahya tarihinde zikretmek istediğiniz, bu işin pîrî başka ustalar da var mı? 

Tabii. Abdüllatif Efendi, Süleymaniye Camisi’nin başmahyacısı. Ailece mahyacı. 1800’lü yıllarda sinemanın olmadığı dönemde ‘gezen, yürüyen mahya’  yapıyor, kayıklı ve köprülü. Üç şerefeye ayrı ayrı mahya kuruyor, halatları çekerek hareket ettiriyor. O günün şartlarında bu çok büyük bir olay. Ahmed Efendi var mesela Aksaray Camisi’ne mahya kurmuş. İşin asıl pîrî Hattat Hafız Ahmed Kefevî, mahyanın asıl doğduğu cami Sultanahmet Camii. Ahmed Kefevî bir atlas işleyerek Sultan Ahmet’e sunuyor. Padişah beğeniyor, ‘kurulsun’ diye talimat veriyor. Damat İbrahim Paşa döneminde ise tüm selâtin camilere mahya kurulmaya başlanıyor. Hatta Eyüp Sultan Camisi’nin minarelerini yükseltip çift şerefe yapıyorlar. Üsküdar’da Mihrimah Sultan Camisi’ne ikinci bir minare yapılıyor. O zamanki şartlarda halk istiyor ve yapılıyor.

İnternetin ve akıllı telefonların başrolde olduğu dijital bir çağda yaşıyoruz,  mahya için de muhakkak alternatifler gelişecektir. Mahyanın geleceğine dair bir öngörünüz var mı?

2010 senesinde İstanbul Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında mahya ele alındı. Bir mahya yarışması yapıldı ki ben de jürideydim. Orada gençlere dijital ve elektronik mahya konusunda bir kapı açıldı. İstanbul’un ve Anadolu’nun her yerinden hatta yurtdışından talepler geliyor “mahya asılsın” diye. Ramazan’da her yere yetişemiyoruz. Bir de bizimki geleneksel Osmanlı tarzı klasik mahyadır. Bu yüzden bir tasarım yarışması yapıldı. Şu anda dijital mahya İstanbul’da, Anadolu’da hatta yurtdışında birkaç camide uygulanıyor. En son Çamlıca Camisi’nde uygulandı ki iki minare arası mesafesi 90 metre ve çok rüzgârlı bir yerdir. Ampul patladığı zaman bizim yazıyı toplamamız ve takmamız zor. Oraya yapıldı, güzel de oldu.

Geleneksel ve klasik mahyaya nazaran dijital mahya daha kolay olsa gerek…

Evet mahyayı asıyorsunuz, aşağıda telefondan ya da bilgisayardan veciz sözü, yazıyı değiştiriyorsunuz. Bizde böyle bir şans yok. Biz yazıyı asıyoruz ve kalıyor, ancak söküp değiştirebiliyoruz. Ama klasik mahyayı da halkımız seviyor. Rüzgârda uçuşan, salınan lambaların o estetik duruşu daha farklı oluyor.

Osmanlı döneminde İstanbul her anlamda bir başkent olduğundan ve selatin camiler Suriçi’nde yoğunlaştığından mahyacılık özellikle bu bölgede gelişmiş, Anadolu’ya gitmemiş. Ama işin bir de maddi yanı var galiba…

Tabii maddi boyutu da var. Senede bir ayda Ramazan’da yapılıyor ki bir ayda maddiyat aranmaz. Bir takım yaptıktan sonra bunun geriye işçiliği kalıyor. Bir de ampul patlarsa ampul olayı ve nakliyesi var. Yeni bir şey yapacaksanız masrafı biraz fazla olabilir. 1970’li yıllarda Ankara’dan bir firma geldi ve Süleymaniye Camisi’ne floresan ampullerle elektronik mahya astı. Ama randıman alınamadı. O günün şartlarındaki elektronik mahya oydu. Bugünün şartlarında led var. Led ampuller az watt çekiyor, tasarruflu ve dayanıklı oluyor. 3-4 wattlık rustik led ampuller var, ben de onlara geçmek istiyorum. Eski ampuller flamanlı olduğu için vurduğunuz zaman flaman dökülüyor, ampul yanıyor. Günışığı ve amber rengi var. Amber nasıl olur tam karar veremedim. Minare amber rengi çünkü. Yazının daha açık, yıldız rengi olmasında fayda var.

Bu zanaatı aktarma şansınız oldu mu, sizden sonra bu mesleğin âkıbeti ne olacak?

Bu bir gelenek ve biraz da devlet işi. Dükkânın sahibi kendiniz olsanız dışarıdan iki kişiyi alır çalıştırırsınız, olmazsa gönderirsiniz başkasını alırsınız. Ama devlet dairesinde gönderemezsiniz kimseyi. O yüzden bu gönül işi, biraz da sevda işi; bunun tozu, hamallığı var.

Gençliğimiz farklı. Masa, telefon, internet ve bilgisayar ister. Bu iş el sanatına giriyor. Sanatçı olmak kolay iş değildir, bazı fedakârlıklar ister. Gazete gibidir mahya, erteleyemezsiniz.

MAHYA

Ramazan ayında birden fazla minareli camilerin iki minaresi arasına kurulan ışıklı yazı veya resim panosu olan mahya, Farsça mah “ay” kelimesi ile Arapça -iyye ekinin birleşmesinden oluşmuş Osmanlıca mahiyye (aylık, aya mahsus) kelimesinin günümüz Türkçesindeki şeklidir. Arapça mahya, Hz. Peygamber’e salatü selam getirilen meclis, zikir meclisi anlamına gelir. Tarihi kaynaklarda, “leyletü’l-mahya” denilen mübarek gün ve gecelerde zikir meclisi kurulan ve halkın ibadeti için gece boyu açık kalan camilerin kandillerle donatıldığı, mahya tekniğine benzer usullerle süslendiği ve geleneğin İslamiyet’in ilk asırlarına kadar uzandığı ifade edilmektedir.

Mahyanın, iç mahya, dış mahya ve gezdirmeli mahya gibi çeşitleri vardır. Fatih Camisi müezzinlerinden Hattat Hafız Ahmed Kefevî’nin iki minare arasına işlediği mahyaya benzer çevreyi Sultan I. Ahmet’e gönderdiği, Sultan’ın da bunu beğendiği ve dini adaba uygun olması şartıyla Ramazanlarda minareler arasına kurulmasını istediği belirtilir. İstanbul’da ilk mahya Sultan Ahmet Camisi’nde, ikincisi 1683’te Süleymaniye ve Yeni Cami’de, üçüncüsü ise 1755’te Atik Valide Sultan Camisi’nde kurulur.

1578 yılında İstanbul’a gelen seyyah Salomon Schweigger’in seyahatnamesinde, iki minare arasına asılmış kandil resmi yer alır. En çok maharet isteyen mahya türü hareketli olan “gezdirmeli mahya”dır ve II. Mahmut döneminin meşhur mahyacısı Abdüllatif Efendi (ö.1876) bu türü en güzel uygulayan üstat olarak bilinir.

 

Galeri

Start typing and press Enter to search