Bir Kadınlar Şehri: İstanbul

Prof. Dr. Ümit Meriç

SOSYOLOG-YAZAR

Hani o masal dünyası yalılar,

Hani o kayıklar ki kızca beyaz,

Hani o kadınlar ki sevdalılar,

Renk renk şemsiyeler altında bir yaz.

 

Ahmet Muhip Dıranas

Gerçekten de dünyanın başka hiçbir şehri, İstanbul kadar kadınların ve kızların şehri değildir. Ne Marie-Antoinette’in Parisi; ne Kraliçe Viktorya’nın Londrası; ne Katerina’nın Saint-Petersburgu.

Bir Mevlevî dervişi gibi, bir ayağımızı Boğaz’ın serin suları ile yıkanan ve şehrin küçücük bir kalbi mesabesinde olan Kız Kulesi’ne sabitler, öbür ayağımızla şehrin ufuklarını fır dolayı dönersek, bizi İstanbul’un her semtinde ya mahcup bir genç kızın gamzeleri ya olgun bir hanımefendinin derin tebessümü karşılayacaktır.

Kız Kulesi’ne adını veren prensesin hikâyesini, küçücük bir kız çocuğu iken annemden dinlemiş ve küçücük bir kız çocuğu iken kızıma anlatmıştım. Bütün İstanbulluların bildiği üzere bu binlerce yıl önce yaşamış, muhtemelen sarı uzun saçlı, buz mavisi gözlü hemşehrimiz, sanki İstanbul’a vapurla gelen bütün seyyahlara “Hoş geldiniz”, İstanbul’dan vapurla giden bütün yolculara da “Yolunuz açık olsun” demek için ordadır. Kâhinler tarafından, altın işlemeli mor ipekten kaftanlar içinde, sedef beşiğinde uyurken, bir yılan tarafından sokularak öleceği haber verilen bu masum yavruyu, Doğu Roma İmparatoru olan babası, her türlü tehlikeden uzak olması için dadısı ile beraber, denizin ortasındaki bir kaya parçası üzerinde inşa ettirdiği kuleye yollamış ve orada büyümesini sağlamıştır. Dünyanın şüphesi, bu en güzel adasında göz açıp kapayıncaya kadar bir genç kız olan prensesimiz, Boğaz yamaçlarında yaprakların kızıl sarıya döndüğü bir sonbahar günü, kulenin rıhtımına saraydan yollanan kayıkla gelen bir üzüm sepetini görünce, neş’e ile koşmuş ama üstü asma yapraklarıyla örtülü sepetin içine çöreklenen gümüşî bir yılan kehribar üzümlere uzanan o narin parmaklardan birini sokunca genç kızımız, rıhtımın taşlarına boylu boyunca düşüp, ruhunu o anda Rabb’ine teslim etmiş.

Bazen düşünürüm: Acaba o güzel genç kız, dolunayın İstanbul’u nura gark ettiği yaz gecelerinde, herkes uykuya dalmışken, dalgalı sarı saçlarından inciler damlayarak, açık mavi tülden elbisesi ile Kız Kulesi’nin kenarındaki kayıklara ilişip, kendisini dinlemeye gelen denizkızlarına, altın ışıltılar saçan bir arp ile hiç bilmediğimiz Bizans ezgilerinden birini çalıyor mudur?

Kız Kulesi’nden dev bir kuğunun sırtına binelim ve Boğaz’ın Karadeniz çıkışına kadar uçalım. Orada bizi böyle hüzünlü bir manzara beklemiyor. Telli Baba’nın ışıltılı sandukasını ziyarete, bugün allı pullu bir gelin geliyor. Bu gelin, belinde bekâreti simgeleyen, kırmızı atlastan bir kurdele; siyah giysili acemi bir damadın kolunda, kim bilir ne zaman utanarak alıverdiği teli sandukaya iade etmenin neşesi içinde dik merdivenleri tırmanıyor. Annesi Anadolu’nun köyünde ya da kasabasında doğmuş olan o genç kız, İstanbul’da dünyaya gözlerini açan ilk kuşak olarak, Hazret’e çorbadaki tuzunu haber vermiş, yuvasına şükür secdesi yapmaya koşuyor.

Devasa kuşumuzun sırtına tekrar binelim ve altımızda yunuslar, Karadeniz’den Marmara’ya göç eden balıkları yutmak için omuz omuza vermiş. Boğaz’ın sularına dalarken, tekrar Üsküdar’a dönelim.

Üsküdar… Romalıların Skutarion’u, Osmanlı’nın Eski Dar’ı, bizim Üsküdar’ımız. İşte Mimar Sinan’ın, Kanunî ile Hürrem’in sevgili kızları, Rüstem Paşa’nın saltanatlı zevcesi Mihrimah Sultan için inşa ettiği caminin avlusunda yüzyıllık nice baharların neş’esini yaşamış ulu ağaçların gölgesinde, nice kışların tokadını yiyerek oyuk oyuk oyulmuş taşların üzerinde sekerek bir öğlen namazından çıkmış, vakti ile denize indiği söylenen iki taraflı taş merdivenden inip iskeleye doğru ilerliyoruz. Sultan hanım, cami avlusunun iskele tarafındaki duvarına dayanmış, az önce kendisine rahmet gönderdiğimiz için hafif bir tebessümle bize bakıyor. Adı: Mihrimah. Yani güneş ve ay. İlk cami adını taşıyan güneşin (mihr) İstanbul’a ilk merhabasını yolladığı Üsküdar’da inşa edilmiş. Yine Mimar Sinan’ın inşa ettiği ikinci cami ise dolunayın (mah) şehre veda ettiği Edirnekapı’sında…

Vapura biniyoruz. Ama Üsküdar’dan bizi yalnız Mihrimah Sultan uğurlamıyor. Onun yanı başında IV. Mehmed’in güzel eşi Rabia Gülnûş Emetullah Sultan’ın endamının gölgesi var. Padişaha sultan olan iki şehzade hediye eden Rabia Gülnûş Emetullah, Sultan’a her şehzade doğuruşunda yeni bir isim verilmiş. Girit’in Resmo kentindeki Verzizi ailesinden iken, Serdar-ı Ekrem Deli Hüseyin Paşa tarafından Topkapı Sarayı’na takdim edilen ve padişah eşi olduktan sonra bile, devlet işlerine pek karışmayan bu Egeli güzel kadın, Üsküdar’dan Eminönü’ne giden vapuru izleyen martılarla, kayınvalidesi Hatice Turhan Sultan’a “Eteklerinden pûs etme niyazı”nın haberlerini yollayacaktır. Turhan Sultan, Tanpınar’ın deyimiyle Haliç’in sahiline yanaşmış bir rüya gemisine benzeyen camisinde hünkâr mahfilinin penceresinde mavi gözlerinin derinlerinde binbir hatıranın menevişiyle Boğaz’dan koyup gelen turkuaz dalgacıkların köpürmesini seyretmektedir. On iki yaşında iken esir düştüğü Kırım Tatarları tarafından Rusya’nın sisli ormanlarından koparılmış, İstanbul’a getirilerek saraya satılmıştır. Topkapı Sarayı’nın yaprakları Kösem Sultan’ın fırtınasıyla savrulmaktadır, o yıllarda. Valide-i Kebire kızıl saçlarının aleviyle nice canlar yakacak, yeniçeri ağalarını kullanarak, ne dolaplar döndürecek, sonunda kendisi de bir dolabın içinde saklandığı gizli hücrede perde kordonuyla boğularak öldürülecektir.

Turhan Sultan’ı kimi tatlı, kimi acı hatıralarıyla baş başa bırakıp hızlı tramvaya binip, Gülhane’deki III. Ahmed’in kızı Zeynep Sultan’ın adını taşıyan caminin önünden Sultanahmet’e doğru çıkarsanız, solda sizi Ayasofya karşılayacaktır. Bin beş yüz yıldır saltanatından hiçbir şey kaybetmeyen koca kilise-caminin içine girerseniz, Bizans İmparatoriçesi Theodora’nın hikâyesi sizi kapıda karşılayacaktır (Theodora, Muhibbetullah demek). Bir hipodrom bekçisinin kızı iken, sahne oyuncusu olmuş, çekiciliği ile veliaht Justinianus’un kalbini çalmış, sevgilisi tahta çıkmadan onunla evlenmiştir. Fabrikatör oğlu ile evlenen işçi kızını anlatan Türk filmine benzeyen bu başlangıçtan sonra Theodora zekâsı, hırsı, paraya ve gösterişe düşkünlüğü, şahsî cazibesi ile adını imparatorluk için dikilen tüm anıtlarda kocası imparator Justinianus ile birlikte yazdırarak tarihe geçmeyi başarmıştır. Fenerbahçe’de yaptırdığı yazlık sarayında bir nice safalar süren imparatoriçe ile dünya gözü ile tanışmak istiyorsanız, Ayasofya’nın maketini Hazret-i İsa’ya sunarken onu görmeniz mümkündür.

Yolumuza devam edelim. İşte Sultanahmet Camii’nin önündeyiz. İtilaf Kuvvetleri’nin uçakları İstanbul semalarını işgal ediyor ama minareleri “İlahî sanatkârın elinden çıkmış beyaz neyler gibi” mavi boşluğa yükselen caminin önünde Halide Edip dişi bir aslan gibi kükrüyor. Kara çatma başında, Türk’ün ateşle imtihanını 6 Haziran 1919’da ateşli bir nutukla iki yüz bin kişiye irad ediyor. O an, yedi kat semavata yükselmeye başlayan salâya yeryüzünden “Allah var, Allah vaaar!” diye haykırarak cevap veriyor: Gecenin en karanlık anı, sabahın en yakın olduğu andır.” Öyle de olmuyor mu?

Yolumuza devam edelim. Parkın karşısında, Divanyolu’nda, Türk Edebiyat Vakfı var. Taş binanın üç-beş basamağından inerek içeriye giriniz ve plaketi okuyunuz: Cevri Kalfa Sibyan Mektebi. III. Selim’i tahttan indirenler genç şehzade II. Mahmut’u da tarih sahnesine çıkmadan nisyan ile malûl etmek istedikleri için hareme saldırınca, Çerkez cariyelerden Cevri Kalfa mangaldaki külleri mütecavizlerin yüzüne serperek şehzadenin kaçıp saklanmasını sağlayacak, böylece de “devlet-i ebed müddeti sadık bir bendesi olarak kurtaracaktır.”

Mahmutpaşa’nın kalabalığına hiç girmiyoruz. Ama Mercan’da Sultan Ahmet’in Üsküdar’daki Çinili Camii ve Külliyesine vakfedilmek üzere yaptırdığı Büyük Valide Hanı’nın İstanbulların 456 yıldır hizmetinde olduğunu unutmuyoruz. Başımızı çevirip Kösem’e, eşinin yanındaki sandukasına Fatiha’mızı yolluyoruz. Orada Fatih’in sütannesi (dayesi) Ümmü Gülsüm Hanım’ın 1485 tarihli camisi var. Bir gün cami avlusundaki türbesini ziyaret etme sözünü Daye Hatun’a verip koşar adım yola devam ediyoruz.

Aksaray’a yaklaşırken Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın kızı Zeynep Hanım’ın konağının önüne geleceğiz. Zeynep Kâmil Hastanesi’nde doğan, ömrünün kırk yılını onun Beyazıt’taki konağının yerine yapılan Edebiyat Fakültesi’nde geçiren bir “Zeynebî” olarak bütün Zeynepler adına, Üsküdar’daki hastanenin bahçesindeki türbesine mahcup Fatihalar yolluyorum.

Artık Aksaray’dayız. İşte hotozlu bir gelin duvağına benzeyen Pertevniyal Valide Sultan Camii. Taksim’e dönelim. Bir dakika, Şehzadebaşı’ndan Fatih’e doğru uzanan geniş caddenin orta refüjündeki çınarların Türk Tarihinde Osmanlı Asırları’nı yazan ve şimdi Merkez Efendi Haziresi’nde nurlarla yatan pek muhterem, Samiha Ayverdi Hanımefendi’nin kalem tutan elleriyle dikildiğini asla unutmuyoruz. Mübârek hanımefendi ağaca olan hürmetini bütün eserlerini yazarken açtığı kurşun kalemlerin yongasını, ateşi ile ahiret yolculuğunun öncesinde suyunun ısıtılması için biriktirirmiş.

Karagümrük’e Canfeda Hatun Camii’ne kadar gidersek yolumuz çok uzar. Sarayın avlusunda bir miraç gecesinde, servilerin kıbleye secde ettiklerini görüp, birinin ucuna yemenisini bağlayarak herkesi bu mucizeye ortak eden Canfeda Hatun’un bir de Beykoz Akyazı’da camisi vardır. Yolumuzdan ayrılmayalım diye, hızla dönüp, Unkapanı’na doğru ilerliyoruz. Sağda Şebsefa Hatun Camii. Cami yaptırdığı halde ansiklopedilerde ismi yok. Kim bilir hangi sultanın sofu gözdesi, hangi bebekken ölüvermiş ve ismi unutulmuş nâzik şehzadenin validesi idi! Annemin çocukluk teravihlerine katıldığı bu caminin iç duvarlarında, zamanı içine hapseden bir aynanın olmasını ne kadar isterdim! Anneannem, anneannemin Fatihli annesi, kim bilir kaç yaz ve kış iftarından sonra o tuğla duvarların arasında, bazen üşüyerek bazen sıcaklayarak Rab’lerine secde etmişler, Şebseda Hatun’a her seferinde Fatihalar yollamışlardır? Hayır-hasenat sahibi ecdadımızı unutursak bir ağaç fidan dikenimizi yüz yıl sonra kim anar? Kim anar? Söyleyin kim anar?

Yokuşun sonunda, Şişhane’nin orta yerinde Loğusa Hatun Türbesi bizi bekler. Kendisi dünyadan ayrıldıktan sonra, bebeğini dünyaya getiren o garip ana, küçük türbesinin penceresinden size “Yavrunuzu bağrına basmanın doyumsuz lezzetini bir kere de benim için yaşayın” diye yaşlı gözlerle fısıldayacaktır. Artık yorulduk. Yolumuz Taksim’e bir hayli yaklaştı. İngiliz Konsolosluğu’nun koca bahçesinin yanı başında, yüz yıl önce Lawrence’a kaptırdığımız toprakları, beş yüz yıl önce bütün şiddet ve celâli ile fetheden Yavuz Sultan Selim’e “ak sütünü helâl eden” bir sütannenin camisi var: Kamer Hatun Camii.

İstanbul’un bir kadınlar şehri olduğunu anlatmak, Anadolu gibi mübarek analarla dolup taştığını ispatlamak için yolu ve sözü daha fazla uzatmaya gerek var mı, Allah aşkına!

Galeri

Start typing and press Enter to search