Medrese Davutpaşa

 

BİR İADEİİTİBAR HİKÂYESİ: MEDRESE DAVUTPAŞA[1]

Kübra Kuruali Yaşar

 

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler,

Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler…

Necip Fazıl Kısakürek

 

Üsküdar vapuru Eminönü’ne yaklaşırken Tarihî Yarımada’ya baktığımızda, İstanbul’un yedi tepesinden ilk altısı hemen bize göz kırpar. Yedincisini görmek için ya Marmara Denizi’ne doğru açılmamız ya da Yenikapı sahilinde bulunmamız gerekir. Tarihçilerin periferi (merkezden uzak, kenar) olarak tanımladıkları Koca Mustafa Paşa – Cerrahpaşa Tepesi, bu sebepten olsa gerek, turist rehberlerinin görülmesi gereken yerler listesinde diğer tepelere göre nadiren yer alır.

Aslında Bizans dönemine, fetihten sonraki ilk iskânlara veya sonrasına baktığımızda bölge oldukça canlıdır. Alman Seyyah Hans Jacob Breüning, 1579 yılındaki İstanbul gezisini anlattığı seyehatnamesinde görülmeye değer eski eserlerin en önemlilerinden birinin burada, Avratpazarı adı verilen meydandaki Arkadios Sütunu olduğunu anlatır. Breüning’den, helezon biçimindeki 233 basamaklı merdivenle tepesine çıkıldığını da okuduğumuz sütunun; günümüze ulaşan bazı parçaları İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenirken, kaidesi iki bina arasında sıkışıp kalmıştır.

İşte bu kaidenin önünden devam eden yol, Bizans döneminde şehrin ana ulaşım aksını oluşturan “Mese”nin, yani imparatorların “zafer yolu”nun bir parçasıdır. Bir kısmı bugünkü Aksaray’a ulaşarak yedinci tepeye tırmanan hat boyunca, yalnız Bizans döneminden kalma eserler değil, Davud Paşa (1485), Haseki (1551), Cerrah Paşa (1594), Bayram Paşa (1634) ve Hekimoğlu Ali Paşa (1735) külliyeleri de bulunmaktadır. Sadece Cerrahpaşa’dan Kocamustafapaşa’ya kadar uzanan bu kültürel doku bile Tarihî Yarımada’nın diğer bölgeleri kadar, bu bölgenin önemini de kanıtlamıyor mu?

 

DAVUDPAŞA NAHİYESİ

Batılı seyyahlar 15. yüzyıl İstanbul’unu “boş ve harap” olarak anlatır. Bu görünüme son vermek için başta Fatih Sultan Mehmed olmak üzere Osmanlı padişahları şehri iki önemli politikayla canlandırmak ister. Birincisi, Anadolu’ya Rumeli’den getirilen halkın zorunlu yerleşimi ile mahallelerin kurulmasıdır. İkincisi ise yeni bölgelere gönüllü yerleşimin sağlanmasıdır. Cami, medrese, zaviye ve ticaret yapıları etrafında kurulan yeni mahalleler, doğal yolla şehri iskân ederler.

Davudpaşa Nahiyesi de bu şekilde gelişen bölgelerden biridir. Aslen Arnavut kökenli olduğu ve Sultan II. Mehmed döneminde Enderûn-ı Hümâyûn’da yetiştiği < edilen Davud Paşa, II. Bayezid’in 15 yılı aşkın görev yapan sadrazamlarındandır. 1485 yılında İstanbul’un yedinci tepesi olan bölgede inşa ettirdiği külliye ve vakfettiği yapılarla şehrin gelişiminde büyük rol oynamış ve semtin adı ile anılmasını sağlamıştır.

Külliyenin yeri 1546 tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri’nde “Nezd-i Dikilü Taş der Bazar-ı zenan” yani Dikilitaş nezdinde Avrat Pazarı yakınında olarak tarif edilir. Sadrazam Davud Paşa’nın vakfettiği yapılardan imaret, büyük hamam ve han çeşitli nedenlerle günümüze ulaşamamıştır. İstanbul ve çevresinde 16.yy’dan 20.yy’a kadar şiddeti 7’den büyük sekiz adet deprem meydana geldiğini düşündüğümüzde yok olmaların bir kısmı bunlarla bağlantılıdır. Külliyenin inşa tarihine en yakın olan 1509 depremidir. 45 gün devam eden sarsıntılarda Davud Paşa Camii’nin minaresi dahil şehrin tüm minareleri yıkılır. Anıtsal ve sivil mimari üzerindeki tahribatlarda diğer etken yangınlardır. Sadece 18.yy içerisinde kaydedilmiş 90 adet yangının verdiği hasarın ne kadar büyük olduğu, dönemin tarihçilerinin eserlerinden de anlaşılır. 24 Temmuz 1660’da Haliç’te başlayan ve üç gün süren yangının Davudpaşa kıyıları, Samatya ve Langa’ya kadar uzandığını Katipzade’den öğreniriz: “Vardı andan Yenikapı semtin âteş kapladı / Gelmeden kaldırdılar esbabı Cellâtçeşmeli / Langa bostanı içine döktüler esbabların / Geldi yaktı nâr-ı ibret kaldı yerinde külü / Geldi andan Davudpaşa iskelesine geçip / Etyemezde dökündü üçüncü kolu hâsılı…” Sultan Selim Yangını olarak bilinen 1918 yangını ise Cibali üzerinden Haseki ve Kocamustafapaşa’ya ulaşmış, içerisinde Davud Paşa Külliyesi’nin de bulunduğu yaklaşık 7500 yapı tahrip olmuştur. İstanbul’u etkileyen büyük afetler ve insan kaynaklı tahribatlar nedeniyle özgün hallerini tam olarak koruyamasalar da, inşa edilmelerinin üstünden 500 yılı aşkın bir süre sonra külliyenin yapılarından cami, medrese, türbe, çeşme ve iskele hamamı günümüze ulaşmıştır.

DAVUDPAŞA MEDRESESİ

Âşıkpaşazâde Târihi’nde “Âsâr-ı Dâvûd Paşa, İstanbul’da bir imaret ve bir ulu cami yaptı, önüne bir latif su dahi getirdi” diye bahsedilen külliyenin medresesi, klasik Osmanlı tipinde, revaklı bir avlu etrafında sıralanan kubbeli on altı hücreden ve ortada büyük kubbeli bir dershaneden oluşur. Hücrelerin önlerindeki kubbeli revakların sütun ve başlıklarının bazıları Bizans yapılarından toplanmış ve devşirme parça olarak tekrar kullanılmıştır. Özellikle sanat tarihçilerinin ilgisini çeken bu başlıklarda floral desenler, kuş figürleri vardır. 16. yüzyıla ait bir Vakıf Tahrir Defteri’nde kadrosu önce kırklı, sonra ellili olarak belirtilen medresede; 1546 tarihli bir kayıtta müderrise 40, talebeye 30, kapıcıya 2 akçe tayin edildiği yazar.

1766 depreminden etkilenen medresenin bahsi arşiv belgelerinde şöyle geçer: “Dershane mahalli ile iki odası müceddeden yapılmağa, on dört odası ve bahçe duvarı da tamire muhtaçtır.” Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde yer alan bir defterden ise depremin ardından yıkılan dershane kubbesinin yerine renkli boyalı ahşap bir kırma çatı inşa edildiğini öğreniriz.

19.yüzyıla gelindiğinde yine depremlerin yol açtığı hasarlar nedeniyle medresenin birçok defa onarım geçirdiği, hatta vakfın bazı onarımları karşılayacak durumu olmadığı için sadece en gerekli kısımların tamir edildiği, 1894 depreminin ardından o günlerde 16 öğrencisi olan medresenin, 16 odasının tamamının da harap durumda olduğu kayıt altına alınmıştır.

22 Aralık 1918 gecesi Sultanselim’den başlayan yangın Davudpaşa, Kocamustafapaşa, Topkapı ve civarında da etkili olur. Çok sayıda mahallenin zarar gördüğü yangın sonrası evleri yanan insanlar konaklamak üzere Atik Ali Paşa, Koca Mustafa Paşa ve Davud Paşa Medreselerine yerleştirilir.

Bu olayla birlikte kapasitesinden fazla mevcudu kaldıramayan medrese amacı dışında kullanılmasına bağlı da hasar görür. Davud Paşa Medresesi’nin geçirdiği kapsamlı ilk onarım 1948 yılına aittir. Fakat çok değil, iki yıl sonrasının kayıtlarında medresenin maalesef ki ahır olarak kullanıldığını ve harabiyetinin arttığını okuruz. Aradan geçen yirmi yılda durum daha da kötüye gider ve 1971’de ahırın yanısıra gübre deposu olarak da kullanılır. 13 Mayıs 1994 tarihinde Kültür Bakanlığı’na gönderilen bir belgede Davud Paşa Medresesi’nin kapısının kırılarak kurban kesimi ve hayvan barındırma amacı ile içine girildiği ve iş makinelerinin çalıştırılması sırasında iki sütunun yıkıldığı bilgisiyle, durumun açıklanması talep edilir. Bu tarihlerde İslam Ansiklopedisi’ne “Davud Paşa Külliyesi” maddesini yazan Semavi Eyice, medresenin içler acısı durumundan da bahseder: “İstanbul’da bu türden yapıların en eskilerinin başında gelmesine rağmen günümüzde de birtakım kişilerin işgalinde kalarak korkunç surette tahrip edilmektedir.”

Külliye yapılarının korunması 2016 yılında yeniden gündeme alınır ve medresede restorasyon çalışmaları başlar. Davud Paşa Medresesi, fiziksel olarak değişmeden günümüze ulaşsa da, ne yazık ki yüzyıllar boyunca külliye yapıları arasında en fazla tahribata, yine o uğrar.

 

MEDRESE DAVUTPAŞA

Buraya kadar anlattıklarım nihayet bizi asıl mevzumuza getirdi. 536 yıl sonra Fatih Belediyesi tarafından iadeiitibarı verilen ve kapılarını ihtisas öğrencilerine açan Medrese Davutpaşa, 2020 Kasım ayından itibaren vakfiyesine uygun olarak yüzyıllar boyu yüklendiği eğitim misyonunu devam ettiriyor. Dilerseniz tarihi hatırlatmalar eşliğinde, hem bugünkü işleyişini görmek hem de öğrencilerle konuşmak için medreseyi birlikte ziyaret edelim.

Medrese Davutpaşa’nın sorumlularından, aynı zamanda Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi (Gazi Üniversitesi, İletişim Fakültesi) gazetecilik bölümünde doktora öğrencisi İbrahim Cihangir bizi kapıda karşılıyor. Onunla yüksek lisans ve doktora öğrencilerine tahsis edilen medreseyi gezmeye başlıyoruz. Sınıf ortamı gibi olmasın, farklı disiplinler birbiriyle kaynaşsın diye değişik bölümlerden öğrencileri oda arkadaşı yaptıklarını, bilgisayarıyla gelmeyen öğrencilerin araştırma odasındaki bilgisayarları kullanabildiğini, çalışmalarıyla ilgili destek ve çıktı almak isteyenlere yardımcı olduklarını anlatıyor: “Birinci etapta 75 öğrenci kaydettik. Bunların çoğu Fatih’te oturan arkaşlardı. İkinci etapta kaydettiğimiz 108 kişinin bir kısmı farklı semtlerden geliyor. Yüksek lisans ve doktora yapanların yanı sıra araştırma görevlisi olup çalışma mekânı arayan kişiler de var burada. Bir öğrencinin medreseyi kullanım süresi 4 ay. Aynı kişi eğer isterse belediye ilana çıkınca yeniden başvuru yapabilir.”

Öğrenciler, medreseyi kullanmak için önce Fatih Belediyesi’nin internet sitesi üzerinden öğrenci belgesi, niyet mektubu ve tez konusunu sisteme giriyor. Başvurusu onaylananlar mülakata alınıyor. Günü ikiye bölecek şekilde ayarlanmış sisteme göre, sabahçı olanlar 8.00-14.00 aralığında; öğlenci olanlar ise 14.30-20.30 aralığında, üç kişilik dersliklerde odaları ve masaları belirlenmiş olarak çalışıyor.

Medresede tez savunmalarıyla ilgili seminer, oturum, çalıştay, münazara gibi programların yapılması planlanan büyük bir salon da var. Kayıtlı öğrencilerin kendi aralarında ya da hocalarıyla programlarına açık olan salonu, kayıtlı olmayan öğrenciler de başvuru yaptıklarında kullanabilecek. Pandemi nedeniyle henüz bu etkinlikler yapılamasa da İbrahim Cihangir medresede bu ortamın kendiliğinden oluştuğunu anlatıyor: “Arkadaşlarla makale, akademik dil, üslup ve araştırma üzerine konuşuyor; bilgilerimizi paylaşıyoruz. Beş yüz yıllık yapı yeniden medrese olarak kullanılmaya başlandı. Buranın benzeri başka semtlerde ya da şehirlerde yok. Onlara da örnek olacağını düşünüyorum.”

Sohbet ederken geldiğimiz dersliğin kapısında çay almak için mola veren Ziya Aşçıoğlu ile karşılaşıyoruz. Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Sosyoloji çift ana dalıyla mezun olmuş. Aslında Ankara’da yaşadığını ama pandemi sonrası Sümbül Efendi’de oturan ailesinin yanına döndüğünü anlatıyor. Evde çalışırken dikkatinin dağıldığını, bir ay önce buranın varlığından haberdar olup hemen başvurduğunu, kütüphanelerden daha rahat ve esnek, aynı zamanda odalara ayrılmış olmasının kendisini motive ettiğini söylüyor. Derslikte iki kişiler. Burada çalışma alanını besleyecek sosyal bilimler alanındaki diğer öğrencilerle tanışmaktan da ayrıca memnun…

Farklı disiplinlerden arkadaşlarının gelir gelmez çalışmaya başlamasını bu medresenin en büyük artıları arasında sayan Fatma Zehra Karayel ile devam edelim. Kütahya Dumlupınar Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu olan Fatma Zehra, İstanbul Üniversitesi İslam Felsefesi Ana Bilim Dalı’nda yüksek lisans yapıyor. Eyüp’te oturduğunu, medrese ilanını Fatih Belediyesi’nin sosyal medya sayfasından gördüğünü, pandemi döneminde kütüphaneler kapanıp randevu sistemine geçince akademide olan öğrenciler olarak çok zorlandıklarını söylüyor: “Tez dönemindeyim. Bir süredir çalışmak için böyle bir yer olmasını hayal ediyordum. Pandeminin başlarında uzun süre hiçbir şey yapamadım. Burası beni yeniden motive ettiği için çok mutlu oldum. Önceden İSAM’ı ve BİSAV’ı kullanıyordum. Artık İSAM’da kaynak araştırmalarımı yapıp sonra buraya geliyorum. Bizim ihtiyacımız olan şey böyle bir ortamdı. Kütüphaneden farklı olarak burada sürekli oturup kalkan insanlar ve dikkat dağıtan şeyler yok. Sabit bir odamızın ve masamızın olması da çok güzel.”

Hemen yan derslikte çalışan Sabancı Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Doktora Öğrencisi Mehmet Can Yavuz ile tanışıyorum. Koca Mustafa Paşa’da oturduğunu medresenin semtindeki kütüphane problemine çözüm olduğunu anlatıyor: “En yakın kütüphane Beyazıt’taki Orhan Kemal Halk Kütüphanesi’ydi. Topkapı Kütüphanesi de yakın sayılır. Burayı billboardlardaki ilanlarda gördüm ve başvurdum. Pandemi şartlarında diğer kütüphanelerde toplu çalışmak sıkıntılı olabiliyor. Burada oda arkadaşlarım belli, kiminle görüştüğümden eminim. Sadece akademik çalışma yapanların olması da ayrıca güzel. Diğer kütüphaneler sessiz olsa bile insan hareketliliği sıkıntı olabiliyor. Tarihi mekân olması da ayrıca motive edici.”

Pandemi sonrası yeni normallerimiz şüphesiz kütüphaneleri de etkiledi. Öğrenciler randevu sisteminin zorlukları bir yana, o randevuyu aldıktan sonra işleri çıkıp gidemezlerse de strese giriyor. Önceden İSAM’ı kullanan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü Türk İslam Sanatları Doktora Öğrencisi Arif Erdoğan da esnek çalışma saatlerinden ötürü medreseye Üsküdar’dan geliyor. Bir hattat ve bir hakkâk arkadaşıyla eski kitabelerin onarımında yapılan hatalar üzerine Fatih Belediye Başkanı ile yaptıkları bir toplantıda, medresenin açıldığını öğrenip başvuru yaptığını ve sabah grubuna kaydolduğunu anlatıyor. Akademik çalışma alanı da Sanat Tarihi olan Arif Erdoğan, medresenin ruhuna uygun kullanımından mutlu olduğunu, sayılarının artması için yerel yönetimlerin ve devletin desteğinin önemini vurguluyor: “Medreseler genelde kafe işletmeleri oluyor ya da bir vakfa verildiğinde kilitli kalıyor. Kur’an Kursları ya da atölye gibi kullanımlarda sıkıntı yok tabii. Fakat burası tam olarak aslına uygun bir kullanım. Bu güne kadar ihtisas öğrencilerine ayrılan bir medrese görmedim. Bu tür mekânlar daha ciddi kurumlara tahsis edilip, bu şekilde organize edilmeli.”

Bugün, 536 yıl sonra aslına rücu eden medresede, gençlerin akademik çalışmalarıyla geçmişin birikiminin üzerine bugünü inşa etmeye başladıklarını hep birlikte gördük. O zaman gelin şu temenniyle bitirelim: Gelenekle yapı kültürü mirası üzerinden bağ kurmanın eğitimle yapılabileceğinin biricik örneği olan Medrese Davutpaşa’nın kapıları nesiller boyu ihtisas öğrencileri için hiç kapanmasın ve her daim henüz iadeiitibarı verilmeyen sayısız medresenin kaderinin değişmesine vesile olsun.

 

Kaynakça:

Ahmed Muhtar Paşa, Feth-i Celil-i Konstantıniyye, Bedir Yayınları.

N.Ahmet Banoğlu, Tarihi ve Efsaneleriyle İstanbul Semtleri, Selis Yayınları.

Gönül Cantay, Osmanlı Külliyelerinin Kuruluşu, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları.

Doğan Kuban, İstanbul Bir Kent Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları

Semavi Eyice, İslâm Ansiklopedisi: “Dâvud Paşa Külliyesi”

Hans Jacob Breüning, Breüning Seyahatnamesi Doğu Ülkelerine Yolculuk; İstanbul 1579, Kitap Yayınevi

Zeynep Ceran Keçici, Doktora Tezi: “Davud Paşa Külliyesi Yapıları ile Yakın Çevresinin Tarihsel Gelişimi ve Koruma Sorunları”

[1]    Medresenin günümüzdeki durumundan bahsederken Fatih Belediyesi’nin kullandığı “Medrese Davutpaşa” ifadesini tercih ettim. Tarihçesini anlatırken kaynaklardaki kullanıma sadık kaldım: “Davud Paşa”, “Davud Paşa Medresesi” ya da bölge ismi ise bitişik olarak “Davudpaşa” şeklinde.

Galeri

Start typing and press Enter to search