YARIMADA’DA TANPINAR’LA BİR YÜRÜYÜŞ

YARIMADA’DA TANPINAR’LA BİR YÜRÜYÜŞ

Mehmet Samsakçı

Öğrenci ve okurlarının Tanpınar diye andıkları Hamdi Bey’i 1961 yılının bir bahar akşamüstüsü Galata Köprüsü’nde yakaladım. Kış, o yıl Mart’a rahat vermediği gibi Nisan’ın da yakasını bırakmıyordu. Pardösüsünü giymemişti, kahverengi, çizgili bir takım vardı üzerinde. Paris’e ikinci gidişinden sonra kıyafetine çok dikkat ettiği söylenen bu önemli ve ilginç adamın zihninde kıyafetten daha önemli şeylerin olduğu kesindi. Çünkü üzerine dikkatle baksa aynanın önünde biraz daha durması gerektiğini görürdü. Hazineler viranelerde saklıdır. Hamdi Bey virane değildi elbet, hepimiz gibi bir insandı, ama hepimizden öte hazineler barındırdığı kesindi. Kendi kuşağımın aksine onu tanıyor, okuyor, izliyordum. Daha öncesini bilemem ama Anadolu’daki öğretmenliklerden sonra İstanbul’a gelişi, birkaç lisedeki hocalıkları, Akademi’deki sanat tarihi ve mitoloji dersleri nihayet İstanbul Üniversitesi… Bütün macerasını kalın çizgilerle de olsa biliyordum.

Daha önceden tanışıyorduk. İkimiz de Şehzadebaşılıyız. Gerçi o Narmanlı’da, Ayaspaşa’da kalırdı benim ilk gençliğimde ama ablasına, yani semtimize geldikçe görüşme fırsatları kollardım. Narmanlı’da ziyaret ettiğim de oldu. 

Ben: Edip Cansever. 

Hayır, vaktiyle onun bir gün Tünel’de Haşim’in ayağına bastığı gibi ben Hamdi Bey’in ayağına basmadım. Bana haksız yere darıldığını söylemeye çalışmadım. Tabii o da “Dargınlık akran arasında olur.” diye beni paylamadı. Hayır, büsbütün başka bir şey oldu. Hemen kabulde insanın zorlanacağı basitlik ve sıradanlıkta bir şeydi bu. O, Karaköy tarafından geliyordu. Besbelli yıllarca oturduğu, yediği-içtiği, eğlendiği, çalıştığı Beyoğlu’nda gününü yarılamış, Tünel’e gelmiş, tramvaya binip Karaköy’e inmiş, Köprü’yü yürümek istemişti. (Yazar-çizer takımı aksine, genellikle gündüz Cağaloğlu’ndadır, akşamları Pera’ya geçerler.) Konuşmamızın içinde bir yerde, Şehzadebaşı’na ablası Nigâr Hanım’a gidiyor olduğunu söyledi. Evinde yirmi-otuz kedinin bulunduğu, kedilerden birisi doğurduğunda komşularına lohusa şerbetleri, vefat söz konusu olduğunda helva yapıp gönderen Nigâr Hanım’ın evine. Bu aileden birisi benim velim de olmuştu orta ikideyken. En küçükleri Kenan Bey. 

Ben Yeni Camii tarafından geliyordum. Galata Kulesi’nin etrafında, arkasında yükselmeye başlayan, onu eskiliği, köhneliğiyle yalnız bırakmaya başlayan betonlara dalmıştım. Onu uzaktan tanıdım. Elinde eski, kahverengi, havı biraz dökülmüş kadife mi, deri mi olduğunu şimdi hatırlayamadığım bir çanta vardı. Birden neredeyse önümde durdu, köprünün parmaklıklarına dayandı. O sırada Rüstempaşa Camii hizasında, üstünde olan güneşe baktı. “Cânım” dediği, o çok sevdiği güneşin, su ve ağaçlar, tepeler, insanlar üzerindeki – yine kendi tabiriyle – oyunlarına dalmıştı. Tam bir empresyonist gibi hiçbir şeyi, hiçbir ânı, güneşin hiçbir operasyonunu kaçırmamaya çalışıyor gibiydi. Yanında durdum. Birden bir laf edip bu “trans”ı bozmak veya bölmek cinayet olacaktı. Ben de onun gibi bakmaya çalıştım. Tabii bir şey göremedim, en azından onun gördüklerini göremedim. Ben başka bir duyuşun insanıydım. Benim kuşağım öyleydi. Nitekim sonraları, yani Hamdi Bey’in ölümünden çok sonra da o gibi bakmadım hayata. Onun, Türkiye’nin en kültürlü sanatçılarından birisi olduğunu o zaman da biliyordum, şimdi de kabul ediyorum. Ama bizim dilimiz de sesimiz de başka oldu. Daha doğrusu benim varlık ve yaşam konusundaki soru ve sorunlarım Hamdi Bey’de yoktu. Vardıysa da başka türlü vardı.  

Neden sonra dikkati değişti. Dünyamıza döndü. Başını çevirdi. Beni gördü. Bu kadar yakınına teklifsizce sokulduğumdan utanıp biraz geriye çekildim. Birden, doğrudan, saflıkla “Siz, ustanız Yahya Kemal’den çok Haşim’e benziyorsunuz.” dedim. (Haşim’i de hazdan, hayretten çıldırtan bu kızıl güneşler, bu guruplar değil mi idi?) “Yahya Kemal’se aydınlıktan ve ufuktan hazzediyor.” diye sürdürdüm konuşmamı.

  • Haklısın galiba. 

dedi. Fakat “Bundan sana ne, üstelik sen kimsin?” demedi elbette. Beni tanıdı, hatırladı. Bununla beraber ben yokmuşum, bu küçük diyalog olmamış gibi bir “eyvallah” demeden yoluna devam edecekti sanki ama yüzümü kızartıp yanınca yürüdüm. Kendisine refakat edip edemeyeceğimi sordum. “Haydi öyleyse!” dedi. 

Dediğim gibi, komşuyduk biz Hamdi Bey’le. Ve ikimiz de şiirce konuşuyorduk. Bir Ramazan’dı sanırım, Narmanlı Yurdu’nda ziyaret etmiştim. Şiir yazdığımı biliyordu. Görmek istemişti. Şiirleri okudu, bitirdi, gözlüğünü çıkarıp masaya koydu. “Bunlar çok güzel şeyler, ama çok. Ne var ki hiçbiri şiir değil.” dedi. Hiçbir şey anlamamıştım. Kitabım 57 senesinde, yani bu yürüyüşten dört yıl önce çıkmıştı. “Değerli sanatçı Ahmet Hamdi Tanpınar’a, hürmetlerimle” diye imzalayıp vermiştim o zaman. Teşekkür ederek almıştı. Şiirlerim hakkında birkaç paragraf yazmasını çok isterdim.

Neyse… Hiç konuşmaksızın biraz yürüdük. Eminönü’nü bulmuştuk. Mısır Çarşısı’nın kapılarından birisine doğru yöneldi. Ben de beraberinde tabii. Bu çarşı içinde hiçbir başka yola sapmadan, hiçbir tezgâhın önünde duraklamadan, satıcıların hiçbir vaadine aldanmadan yürüdük. Bu istikamet duygusunun bana yeniden taze havayla beraber ve özgürlük duygusu bahşettiğini hatırlıyorum şimdi. Mısır Çarşısı’ndan çıktıktan sonra Beş Şehir’in İstanbul kısmının sonunda söylediklerini hatırlattım ona. “Biliyorum,” dedim, “siz eskiyi sever ve önemsersiniz. Bir aydının tarihe ve eski kültüre sırt çevirmesini affetmezsiniz. Ama eski zamanlarda ‘başınızda fes, bir elinizde kuka tespih, öbüründe ucu altın saplı baston, birbirine karışmış gül yağı, tarçın yağı, her türlü baharat kokusu içinde dolaşmak’ istemezsiniz.” O da “Haklısın, iyi hatırladın. Ben eskiyi okur ve okuturum ama zamanımın, günümün insanıyım.” dedi.  

O gün o yürüyüşte bir kez daha anladım ki Hamdi Bey tam bir şehir insanı, şehir yazarıydı. Şehri, o hakkında kaç defa “mesuliyettir” dediği insanın, medenî insanın en büyük eseri olarak görüyor, uygarlığı da “hayatı en yüksek seviyede ve zarif çizgilerle yaşama irade ve kabiliyeti” olarak tanımlıyordu. En azından Yeni Camii’nin, açık-kapalı çarşıların, eski medreselerin, kütüphanelerin, çeşmelerin önünden geçerken bana söylediği buydu. 

Sirkeci’ye doğru yöneldik. Topkapı Sarayı’nın duvarlarının gölgesinde yürüdük, vaktiyle bir kilise olan ve caddenin dirsek yaptığı çok hoş bir noktasında bulunan Zeynep Sultan Camii’ni kıvrıldık. (Bu caminin bahçesinde Alemdar Mustafa Paşa’nın mezarının olduğunu söyledi bana. Kabakçı İsyanında yeniçerilerce kuşatılan konağını kendi eliyle ateşe veren, yüzlerce asi ile beraber kendini de öldüren bu Paşa’nın kemiklerinin zamanla nasıl buraya getirildiğini anlattı.)

Biraz daha tırmandık. Artık Yerebatan Sarnıcı’ndaydık. Bu su deposunun sütunlarının birisinin alt kısmında neden baş aşağı bir Medusa heykeli olduğunu da anlattı. (Biliyordum konuyu. Medusa’nın gözlerini gören kör oluyordu mitte. Yerebatan’da da Medusa’nın yüzünün görülmesi demek suyun bitmesi, suyun bitişi ise hayatın sonu demekti.) 

  • Roma sudan iyi anlar Şair, dedi bana. İstanbul içinde de hükmettiği diğer şehirlerde de kuyular, havuzlar, sarnıçlar, yollar, kemerler yapmıştır. Suyu tutmasını ve yürütmesini bilir. 
  • Ya Osmanlı? Sinan ve diğerleri?
  • Evet, Sinan’ın da bentleri, köprüleri, kemerleri meşhurdur. Osmanlı’nın da suyu iyi idare ettiği muhakkaktır. 

Az daha yukarıda Milyon Taşı’nı gördük. Doğu Roma’nın bir tarihten sonra kendisini nasıl merkez saydığını, diğer dünya kentlerinin İstanbul’a olan mesafesini ölçmek için burasının nasıl bir “sıfır noktası” olarak kabul edildiğini açıkladı. Bu taşın ve bunun gibilerin, Konstantinopolis’in ilk yani Batı Roma’dan sonra büyük bir hamle, büyük bir iddia olduğunu, bu emperyal gururun izlerinin şehrin her yanında görülebileceğini sözlerine ekledi. Bana parmağıyla işaret ettiği (ki bilmiyor değildim, 33 yaşındaydım ve bir İstanbul çocuğuydum ben) Sultanahmet Meydanı’ndaki sütunlar, işte Milyon Taşı, biraz daha yürüdükten sonra karşımıza dikiliveren Çemberlitaş, Kıztaşı ve diğerleri… Her birinin, şehrin tarihinde ve hafızasında bir yeri, bir hikâyesi vardı. Hamdi Bey, Osmanlıların, şehrin diğer Bizans eserleri karşısında olduğu gibi bunlar hakkında da en ufak bir komplekse girmediğini, emperyal ufkun bu demek olduğunu, Fatih’in ve çocuklarının, torunlarının “yıkmadan yapma”nın mucizesine sahip olduklarını söyledi.      

Sonunda en iyi bildiğim yere, dedemden babama, ondan bana kalan dükkânın bulunduğu Kapalıçarşı’ya gelmiştik. Çemberlitaş’tan sağa saptık ve çarşıya Nuruosmaniye Kapısı’ndan girdik. Dükkânımızın 54 yangınında kül olduğunu biliyordu. Fakat şiirde kalmamı sağlayan ortağım Jak’la başka bir dükkânı tuttuğumuzdan haberi yoktu. Biraz babamdan bahsetti. Fakat ben şiir ve şehir konuşmak istiyordum. Ticari bahisleri konuşmadım. Huzur romanından da biliyordum ki zaten Hamdi Bey için Kapalıçarşı, bir ticaret merkezi, bir çarşı olmaktan çok dağınık ve gelişigüzel Doğu’nun son çırpınışı idi. Yani bir ticaret değil uygarlık sorunu idi!   

Dediğim gibi Hamdi Bey bir şehir insanı, şehir yazarıydı. Kerkük, Siirt, Ergani-Maden Sinop ve Antalya’da bulunmuş, İstanbul’da üniversite okumuş, Erzurum’da, Konya’da, Ankara’da öğretmenlikler yapmıştı. Bursa’yı çok seviyor ve önemsiyordu. Avrupa’ya iki kez gitmiş, Paris’i tam anlamıyla içmiş, görülecekleri görmüştü. Fakat İstanbul, sanırım estetiğinin çekirdeğiydi. 

Ben, benim gibiler, biz, şehir bile demedik, “kent” derdik. Sadece bu kelimeyi tercihimiz bile fikir vermeli. Şehir sözünde bir aidiyet, bir birliktelik, açıkçası bir sıcaklık var. Biz bu sıcaklıktan yoksunuz. Biliyordum ki Hamdi Bey’in de bazı kederleri, bazı acıları vardı. Zaman zaman ciddi çıkmazlara giriyordu. Ama ne de olsa güzele ve güzelliğe tutkundu ve İstanbul hâlâ onu tatmin edecek güzelliklerle doluydu.

Ben böylesi yürüyüşleri, talebeliğimde ve elçiliklerden dönüp İstanbul’da kalabildiği yıllarda Yahya Kemal’le yaptım. Biz şehre bakmayı, şehri görmeyi Yahya Kemal’den öğrendik.” dedi. En çok surları ziyaret ederlermiş. Çünkü Hamdi Bey de, hocası da fetih olayına çok değer veriyorlardı. Şehrin Konstantıniyye’den İstanbul’a geçiş aşamalarını ikisi de neredeyse yıl yıl biliyorlardı. O gün Hamdi Bey’in bir “flaneur” olup olmadığını düşündüm. Fransız şiirini ve meşhur Fransız aylakları okuduğunu, hatta bunlardan etkilendiğini sadece sezmiyor, biliyordum da. Ama hayır, Hamdi Bey “flaneur” falan değildi. Kendine göre avarelikleri, derbederlikleri vardı ama kimilerinin uzun süre bir soruna odaklanamadıkları gibi Hamdi Bey de uzun süre boşveremiyor, kendisini bu kadar meşgul etmesine ve kızmasına rağmen Türkiye’nin – kendi deyimiyle – “meselelerinden” uzak kalamıyordu. Doğu-Batı, eski-yeni, evrensel-yerel, birey-toplum gibi gerginlikler ve ikilikler sürekli zihnindeydi.     

Kapalıçarşı’dan da çıktık sonunda. Sahaflar’dan Meydan’a, oradan Vezneciler’e, tramvay parası vermemek için elimizde yüklerle babamla binlerce kez yürüdüğüm Direklerarası’na, nihayet Şehzadebaşı’na vardık. Bütün bu yol boyunca bana iyi metinler okumamı, resimle ilişkimi geliştirmemi tavsiye etti. Beni ve neslimi takip ettiğini, şiir denen şeyi iyi anlamam ve mısradan kopmamam gerektiğini söyledi. Sört sene önce Narmanlı’da dediği gibi, neden şiirlerimi ölçülü, uyaklı yazmadığımı sordu. Konuşmaya devam ettiği için cevap vermeme gerek kalmamıştı. Zaten yolun sonuna gelmiştik. Hamdi Bey “Gene görüşelim Edip!” dedikten sonra hasta eniştesiyle ablasının oturduğu babadan kalma eve girdi. Ben de gerisin geri dükkânıma döndüm. Asırların içinde gezerek tamamladığımız unutulmaz bir yürüyüşün izlerini zihnime kazımaya çalışarak…

Anlatan : Edip Cansever

Hayal eden: Mehmet Samsakçı

Start typing and press Enter to search