“Dile Düşmemiş Kentleri Keşfetmeyi Seviyorum” Muhsin Kut

Pelin Avcı


Çağdaş Türk resim sanatının önemli isimlerinden Muhsin Kut, 60 yılı aşan sanat yaşamında binlerce fırça darbesiyle zaman ve mekâna yaşam veren bir isim. Bakırköy’ün deniz kıyılarında sanat ve edebiyat sohbetleri arasında büyüyen Kut, eşi Semra Kut’la her köşesi anılarla dolu ev ve atölyelerinde renkli zamanlar biriktirmeye devam ediyor.

 

Yeteneğinizi ortaya çıkaran, sanat hayatınızda size rehberlik edenler var mıydı?

Kendi çabamla bu yeteneğimi ortaya çıkardım ama bu yeteneğimin üzerine gitmem için destek olan kişiler oldu. Henüz Kabataş Lisesi’nde öğrenciyken, aynı yıllarda Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrenci olan komşumuz Güner Ener’le resim çalışmalarına başlamıştık. Resmin teknik yönlerini, renk, biçim, hacim ve orantıyı ilk Güner Ener’den öğrendim. Resmin felsefesini ise 18 yaşındayken tanıştığım Kemal Künmat’tan öğrendim. Arkadaşımla Bakırköy sokaklarında geceleri, yağmur sonrası bazen de yağmurda saatlerce yürür hatta ta Yeşilköy’e kadar gider gelirdik. Felsefi, sanatsal sohbetler ederdik. O yürüyüşler sırasında ahşap bir konağın panjurları arasından, son derece ilginç görünümlü, beyaz gürce saçlı, düzgün fizikli, elinde bıçakla Pardayanlar yahut Scaramouche misali kılıç sallar gibi resim yapan bir adam görürdük. Sonunda dayanamadık, gittik kapısını çaldık, ‘Biz sizi tanımak istiyoruz’ dedik. Çok kibar bir beyefendi ve bilge bir kişiydi. Bizi içeri davet etti, çay ikram etti. O günden sonra Kemal Künmat, hayatımdan yeni bir sayfa açtı. Beni nonfigüratiften figüratif resme ikna etti. Akademiye girmeye ikna etti. Üzerimde emeği çoktur. Bu yüzden oğlumun adını Kemal koydum.

Resim yapmaya başladığınızda karşılaştığınız zorluklar nelerdi?

O dönemler malzeme ve tuval temini sıkıntısı vardı. Eşimle kendi tuvalimizi yapabilir miyiz acaba diye düşünmeye başladık. Türkiye’de ilk tuvali eşim Semra Hanım ile birlikte yaptık. Elimizdeki eski bir testere ile kesip uçurtma çıtası çakarak tuvaller yaptık. Zorluk denecek engelleri de üretmeye devam ederek aştık.

Yeteneğiniz aileden geliyor olsa gerek…

Dedem Halit Hakkı Bakır, ressamdı. 1919 yılında Türkiye’de ilk renkli klişeyi yapan kişi oldu. Suluboya yapmayı ondan öğrendim. Sultanahmet’teki İstanbul Sağlık Müzesi’ndeki mulajları da dedem yapmıştı. Ziya Gökalp öldüğünde, valilik büyükbabamı çağırmış. Gökalp’in yüz maskını alıp bir büstünü yapması istenmiş. Sonrasında 170 yıl ile dünyada en uzun süre hayatta kalan Zaro Ağa’nın da mulajını yapmıştı. Halen koleksiyonumda duruyor. Sanata ve sanatçıya değer veren bir ailede büyüdüm. Doğduğum ev, entelektüel bir kulüp gibiymiş. Biz doğmadan önce Cenap Şahabettin, ünlü ressam Hoca Ali Rıza, Ebuzziya Tevfik, Necip Fazıl Kısakürek evimize sık gelen isimlerdenmiş. Sanat ve edebiyat sohbetlerinin hep var olduğu bir ortamda büyüdüm.

Eserlerinizi İbrahim Çallı gibi Türk resminin öncü isimlerine gösterme şansı yakalamışsınız. O günlerinizden bahseder misiniz?

1956 yılında 18 yaşındayken bir gece yarısı İbrahim Çallı’ya eserlerimi göstermek için yola çıktım. Bakırköy’den Cihangir’e kadar hava buz gibi olmasına rağmen yürüdüm. Cihangir’de İbrahim Bey’in evine gittim. Eşi Anadolu Kulübü’nde olduğunu söyledi. Doğru oraya gittim. Üzerime kar yağmış kapıda bekliyordum. İbrahim Bey yanıma geldiğinde “Size birkaç resmimi, tuvalimi getirmiştim görmeniz için” derken, Çallı sözümü yarıda kesip “Eğer sen gecenin bu saatinde Bakırköy’den buraya, bu havada yürüyerek bana bunları göstermeye gelmişsen, senin hiç kimseye ihtiyacın yok, sen zaten eminim çok iyi bir sanatçısın ve benim değerlendirmeme gerek yok” dedi. Söyledikleri karşısında tüm yorgunluğumu unutmuştum. Mutlu bir şekilde eve döndüğümü hatırlıyorum. Nuri İyem, Neşet Günal, Turan Erol ve Münip Özben de eserlerimi gösterme fırsatı bulduğum ressamlardan. Hepsi akademiye girmem gerektiğinin altını çiziyorlardı. Direnmeye çalışsam da en sonunda sözlerini dinledim. Seramik bölümünü başarılı bir öğrenci olarak bitirdim.

Muhasebecilikten tercümanlığa, gişe memurluğundan hava trafik kontrol memurluğuna, karikatüristlikten galericiliğe, grafik tasarımcılığından mezar taşı süslemeciliğine kadar birçok işte çalışırken resim yapmaktan vazgeçmemişsiniz. Bu yolculuğu bize anlatır mısınız?

Resim yapabilmem için bütün işlerde çalışmam gerekiyordu. Bir gazeteye teknik ressam olarak başlamıştım. Sabah erkenden kalk, minibüs, otobüs, işbaşı, kafa-beden çalış, neyin varsa ver; akşam yine otobüs, minibüs Bakırköy’e dön. Resim yapacak vaktim kalmıyordu. Her işte çalışıp para kazanılır. Ama hayat motivasyonum olan resim yapmayı para kazanma uğruna kenara atamadım. O yüzden çok sık iş değiştirdim. Hatta ülke değiştirdim.

Hem özel hayatınızda hem kariyerinizde Semra Hanım sizden desteğini esirgememiş…

1966 yılında tanıştık. Ben daha öğrenciydim. Semra ile evlenmeye karar verdim. İyi ki tanımışım ve onunla evlenmişim.

1969’da Avustralya’ya taşınmak radikal bir karar olsa gerek…

Evet radikal bir karardı. Bunu iki kez yaptık. Orada vardiya işçiliği yaptım. Eşim de birçok farklı işte çalıştı. Tüm zorluklara rağmen resim yapmayı bırakmadım. Hatta orada bir sergi açtım.  

Sergilerinize nasıl hazırlanıyorsunuz?

Her yeni sergimi açtığım zaman aklımdaki soru ‘bir sonraki sergimde hangi temayı ele alacağım?’ oluyor. Nereye gideceğim, ne göreceğim, ne çizeceğim?  Gideceğim yer belli olduktan sonra her şey daha kolay. Kendime özgü yöntemlerimle orayı gezip görüp ruhunu yakaladıktan sonra desenleri çizip yerinde veya atölyemde o temanın resimlerini boyayıp eserleri ortaya çıkarırım. O yüzden benim için önemli olan bir sonraki projenin kararını verebilmektir. Bu serüvenlerimde eşim beni hiç yalnız bırakmadı. Bir projeyi ortaya çıkarırken bana her zaman çok yardımcı olur. 2000’li yıllarda araba ile Hasankeyf’e giderken güneş batımında arabayı durdurup Semra’nın dikiz aynasından çektiği fotoğraflarla 59 parçalık “Dikiz Aynası Resimleri” sergisini hazırlamıştık. Yıllarca göçmen olarak çalıştığımız Avustralya’ya yıllar sonra 1997’de turist olarak gezmeye gittik. Orada Tasmanya Adası’nı ve Aborjinlerin yaşadığı orta bölgeyi ziyaret ettik. Aborjinlerin yaşadığı bölgede Aborjinlerin kutsal kabul ettiği bir kayanın etrafından görüntüleri eşimle kameraya çektik. Sonra eskizlerini çizdim. Oradan getirdiğimiz toprakla ve Aborjin müziği eşliğinde Türkiye’de bir sergi düzenlemiştik. Sergi hazırlamak benim için hep ayrı serüvenler demek anlayacağınız.

Sanat akımlarından hangisi kendinizi ifade edişinize daha uygun?

Kendimi yakın hissettiğim akım empresyonizm. İzlenimci ve dışavurumcu resim sanatından örnekler ürettim. Görmediğim ve yaşamadığım hiçbir anın resmini yapmadım. Farklı ve sıra dışı bakış açıları yakalamayı seviyorum. Çok fazla harcıâlem olmamış, dile düşmemiş kentleri ve doğanın büyülü noktalarını keşfetmeyi seviyorum. Gezginciyim. Tablolarım, meraklı ve serüvenci yanımın açığa vurulmuş halleri. 1980-2009 yılları arasında daha çok doğa ve kent, özellikle de deniz ve kıyı manzaraları üzerinde yoğunlaştım.

Mekân, manzara veya sokak resimlerinizde neden insan figürlerine yer vermiyorsunuz?

Ya insansız sokak veya mekânlar çizerim ya da sadece mizahi tarafı ağır basan insanlı resim yapmayı tercih ederim. Çünkü insan koyduğum zaman resmin konusu insan oluyor; binalar, sokaklar da fon oluyor. Oysa benim süjelerim sokaklar ve binalar. Zaman zaman insan figürü de yapıyorum. Hatta mesleklerine göre tematik insan figürleri oluyor genelde. Ama karikatüristliğimden gelen dürtüyle insan figürleri hep mizahi bir kimliğe büründü.

Tablolarınızda deniz ve gemilere sık yer vermenizin özel bir nedeni var mı?

Bakırköy’de denize sıfır bir evde doğdum. Büyükbabam Halit Bey’in teknelere olan merakı çoktu. Bu sebepten olsa gerek çocukluğumdan beri kıyı şeritleri, deniz ve tekneleri çizmek çok keyif verir. Atölyemde ve evimde gemi resimlerine ve gemi maketlerine çok sık rastlayabilirsiniz. Gençken sadece maket değil gerçek tekne yapımıyla da ilgileniyordum. Bir keresinde sanatçı arkadaşım Monad Balkan ile bizzat yaptığım bez tekneyle açıldık. Ataköy plajına tam bodoslama girecekken teknemiz daha fazla bu işkenceye dayanamadı ve battı. Muhtemelen adını Titanik koyduğum için. Sahile yüzerken boğulmaktan değil kahkahadan ölecektik.

Duvarı boydan boya kaplayan, salonun başköşesindeki bu tablonun ayrı bir hikayesi mi var?

Bizim bu tablomuz 55 yıllık bir resim.  Ressam Kemal Künmat yaptı. Bize düğün hediyesi veremediği için üzülüyordu. Evlendikten bir gün sonra poz verdik. 4,5 saatte bu resmi yaptı. Semra ile ikimiz 4,5 saat poz verdik. O günden beri evimizin başköşesinde asılıdır.

Hayalleriniz gerçek oldu mu?

Yaklaşık 400 eserden oluşan bir koleksiyonum var. Tüm hayallerim gerçek oldu desem yanlış olmaz. Şimdi ise hayallerini gerçekleştirmek isteyen genç sanatçılara elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorum.

Galeri

Start typing and press Enter to search