BÂB-I ÂLİ VE TARİHİ YARIMADA DOĞAN HIZLAN

Uzun yıllar yaşadığınız bir semti bir yazıda anlatmak mümkün değil. Gerek gazetelerde gerek yayınevlerinde çalışırken hiç kuşkusuz o semtin başka nimetlerinden de yararlanıyorsunuz.

Cağaloğlu gazetelerin ve yayınevlerinin bulunduğu bir semtti. Üstelik müzeleri de düşünürsek buranın önemini, İstanbul’daki yerini saptamış oluruz. Gündüzleri Sirkeci civarında lokantalarda mutlaka bir dostuma rastlardım. Yokuş’tan aşağı inerken ya da çıkarken gene bir çok kişiyle selamlaşırdım. Yalnız İstanbul’da yaşayan yazarlar değil Ankara’dan gelenler de benim çalıştığım yerlere uğrarlardı.Çünkü en rahat görüşülebilecek yer buradaki idarehanelerdi.

Tarihi yarımadada bir çok buluşulacak, konuşulacak yerler vardı. Bunların başında rahmetli Çelik Gülersoy’un yaptırdığı Soğukçeşme Sokağı’ndaki  Yeşil Ev gelirdi, şimdi orada İstanbul Kütüphanesi var. Gerek Türk İslam Eserleri gerek arkeoloji müzelerinde etkinliklerin yanı sıra belli günlerin kokteylleri de verilirdi. Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde de yazın oturulurdu. Topkapı Sarayı Müzesi’nin içinde Aya İrini’de de İstanbul Müzik Festivali’nde önündeki bahçede konuşmalar yapılır, oraya gelen yabancı sanatçıların CD’leri satılırdı. Öğle yemeğine çıkar, yokuş aşağı inerken yeni çıkan kitaplara bakardım, alacaklarıma karar verir dönüşte de onları alırdım.

Yalnız özel yayınevlerinin değil Devlet Kitapları’nın da satış yeri şimdiki adıyla Ankara Caddesindeydi. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Kültür Bakanlığı Yayınlarını da oradan satın alabilirdim, Milli Eğitim Bakanlığı’nda Türk müziği notaları da satılırdı. Ayrıca kırtasiye sektörünün kalbi de bu caddede atardı. Resim malzemelerinden defterlere, kurşun kalemden dolma kalemlere, mürekkeplere kadar kırtasiye ihtiyacı buradan giderilirdi. Başka yerlerde AVM’lerde kırtasiye bölümleri olduğu halde bence kırtasiyenin başkenti hâlâ Ankara Caddesi’dir. Okul zamanlarında, özellikle Cumartesi günleri veliler öğrencilerle birlikte kitap kuyruklarında beklerlerdi.

Yabancı dilde kitapları almak için Tünel’e Hachette’e, Frenç Amerikan’a uğrardım. Bir de üniversiteden aşağıya inerken Rızapaşa Yokuşu’nda gene İngilizce kitapların satıldığı Redhouse’a uğrardım. Yavaş yavaş Bâb-Âli’den yayınevlerinin bazıları Beyoğlu’na taşındı. Oysa Beyoğlu’nda yabancı yayınlar satan kitabevleri vardı. Cağaloğlu’nda yaşadıklarımı, yazdığım bağımsız kitapta dile getirdim. Matbaalar da Cağaloğlu’ndaydı, dizgi de baskı da aynı semtte yapılırdı. Daha sonraları matbaalar İstanbul’un uzak semtlerine taşındı. Cağaloğlu Yokuşu’ndan aşağıya inerken Varlık Yayınevi’nin yönetim yeri vardı. Yeditepe de oradaydı.

Sahaflar Çarşısı’nı da anlatmak gerek. Beyazıt’ta yoğunlaşan üniversitelerden çıkanlar oradan Bâb-ı Âli’ye Kapalıçarşı’dan inerdi. Dergi kitap dağıtım yerleri de Cağaloğlu’nda kümelenmişti. Gece ve gündüzü ilgi çekiciydi . Genellikle gazeteler gece basıldığından akşamın geç saatlerinde de lokantaların bazıları açıktı. Sirkeci Garı’ndaki lokanta da popüler bir yerdi. Kutlamaların bazıları da orada gerçekleştirilirdi. Bilgisayarların olmadığı dönemlerde ya el yazısıyla yazılırdı ya da daktiloyla. Durum böyle olunca daktilo tamircileri de buraların vazgeçilmez mekânlarıydı. O zamanlar portatif daktilolar birçok yazarın elinde görülürdü. Şimdi de dizüstü bilgisayarlar taşınıyor. Bir çok şey değişti, bilgisayarlar çıktığından beri zaten gazetelerde yazar yoğunluğu yaşanmıyor. Home Office pandemiden önce de başladı. Teknoloji arttıkça, çalışan sayısı da azaldı. Birçok aşama otomatik olarak yapıldığı için, bazı işler yok oldu. Gazetelerin, yayınevlerinin çoğu Cağaloğlu’nda olduğu için konuklar da Kumkapı’daki lokantalarda ya da sahildeki otelde ağırlanırdı. Önceleri, gazetelerin çoğunda personele yemek verilmezdi, herkes dışarda yer ya da yemeğini yanında getirirdi. Ben tatil günlerinde, Pazar günlerinde Cağaoğlu’nu çok severdim. Sadece Sultanahmet’te turistler görülürdü. Gazete ve yayınevlerinin çalışanları tatilde olduklarından, oralarda dolaşmayı çok severdim. Sirkeci’deki yeni postaneye de uğrar Hürriyet Gösteri’ye gelen paketleri alırdım.

İstanbul’a Anadolu’dan gelen tüccarlar için de Sirkeci’de oteller vardı. Daha sonra bir çok otel açıldı. Evde yazınızı yazar, birisiyle gazeteye gönderirdiniz. Ramazan aylarında Sultanahmet bir başka görünüşe bürünürdü. Adliye’nin de orada olduğu zamanda hukukçulara da caddede rastlardık. Dizgilerle baskıların ayrı olduğu zamanlarda kurşunlardan yapılan sayfa hamalların sırtında gönderilirdi. Semtlerin de kaderleri değişiyor, gerçi hâlâ bazı semtler gene tarihi özelliklerini koruyor. Fotoğrafçılar fotoğrafları çektikten sonra gelirler karanlık odada banyo yaparlardı.

Şimdi dijital dönemde artık bunlar yapılmıyor. Eski yıllarda yurt içinde, İstanbul dışında  veya yurt dışında bir fotoğraf çekildiğinde onlar bir yolcu ya da bir uçak görevlisi tarafından havaalanında karşılanır gazeteye getirilirdi. Şimdi pek görünmüyorlar ama eski yıllarda gazete patronlarının gazeteye geliş saati belliydi. Her gün gelirlerdi. Zaten çoğu da başyazardı. O zamanlar kitap fuarları olmadığından yazarlar okurlarıyla ancak randevu yoluyla görüşebilir, kitaplarını imzalayabilirlerdi. Şimdi tarihi yarımadanın yeniden canlandırılması, öne çıkarılması gerekiyor. Müzeler semtinde toplantı salonları,etkinlik mekânları yapılmalı.

Evet günlük uğraşlardan söz ettim. Geçmiş anılarda kalıyor, bugün yeniden Cağaloğlu, Sirkeci ve çevresini  canlandırmak, tarihine uygun bir seviyeye getirmek gerekiyor.

Start typing and press Enter to search