SEVGİSİZ YAKLAŞTIĞINIZ HER ŞEY GAYRİMEŞRUDUR

 Söyleşi: Pelin Avcı – Fotoğraf: İhsan İlze

Hat ve Ebru sanatçısı Fuat Başar, ömrünü sanata nakşetmiş ustalardan biri…

Birleşmiş Milletler (BM) Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO’nun “Yaşayan İnsan Hazineleri” arasında yer alan Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü sahibi büyük usta, kendisini “kıdemli çırak” olarak tanımlıyor.

Küçük Ayasofya’daki atölyesinde ebru sanatından başlayıp bilimden teolojiye, tıptan evrene, uçsuz bucaksız bir düşünce dünyasında arayışlarını sürdüren Başar’ın anlattıkları, merak ve sevgiyle tasarlanmış bir hayatın özeti gibi…  

Tıp fakültesinden hat ve ebruya uzanan ilginç bir süreç var yaşamınızda, nasıl karar verdiniz böyle bir değişime?

Ne olduysa 1976’da oldu. 1976 yılına gelinceye kadar Hüsn-i Hat nedir bilmezdim. Hele Türk Ebrusu hiç bilinmiyordu. Belki sadece İstanbul’da Süleymaniye Kütüphanesi’nde ve Üsküdar’da Mustafa Düzgünman ve yakınları tarafından biliniyordu. Hat hakkında da bir kitap bulup Neyzen Emin Efendi’nin bir yazısına bakıp çarpıldım. Sonrasında yazmaya başladım ve hayatım değişti. Türkiye’de vatanına hizmet edecek çok sayıda hekim vardı. Ama unutulmaya yüz tutan hat ve ebru sanatımız üzerine çalışmalar çok azdı. O zamanlar son temsilcileri hayattaydı. Kültürümüzü devam ettirme arzusuyla tıp fakültesini son sınıf öğrencisiyken bıraktım.

Önceleri mektupla kendi kendime çalışarak bir şeyler yapmaya gayret ettim. Sonra bu iş mektupla olacak iş değil dedim. Sanat böyle bir eğitimle öğrenilemez. Şimdiki uzaktan eğitim gibi bir durum yaşadım. Hocanın dizinin dibine oturup, yüzüne bakıp, gönlünü onun gönlüne vermedikten sonra ne ilim ne sanat ne dini bilgi, hiçbiri öğrenilmez. 1980 ihtilalinden 7 gün evvel İstanbul’a geldim ve macera başladı. O dönem mesleğimi bıraktığım için bana kızan arkadaşlarım çok oldu. Ama hiçbir zaman nasıl geçinirim ya da İstanbul’da nasıl yaşarım diye düşünmedim. Bugün için yaptığım işleri yeterli görmemekle beraber memleketime hizmet ettim; yedinci kuşak öğrencimi gördüm. İyi ki gözü kara davranmışım.

Eksik kalan, geriye dönsem yaparım dediğiniz şeyler oldu mu hayatınızda?

İlgi alanım lise yıllarından beri atom fiziğiydi, ama olmadı. Halen o konuda okurum, ilgilenirim ve düşünürüm. Sanatla ilgilendiğim kadar bilimle de ilgilenmeye gayret ederim. Tıbbiyeden ayrıldım ama yine takip ediyorum. Saniye boş geçirmeksizin ya okurum ya da yazarım. İnsanın esas görevi budur.

“EVRENDE AYRILIK YOK”

Bilimi ve sanat aynı cümlede geçirmişken, ebru örneklerinde mikroskop altında görülen hücreler gibi formlar var…

Onu en çok nefti battal ebrularda görürsünüz. Ebru Sanatının Son 500 Yılı sergisinde de benzer ebrular vardı. Ebru öyle garip bir sanat ki insanın bedeninin işleyişiyle çok büyük benzerlikleri var. Evrenin işleriyle birebir çakışan hadiseler teknede cereyan ediyor. Sanata bilim gözüyle de baksanız, din gözüyle de baksanız, her şeyin aslında bir olduğunu görüyorsunuz. Evrende ayrılık yok. Cahiller sayesinde her şey dallanıp budaklanıyor ve ayrılıyor.

HERŞEYİN ÖLÇÜSÜ

Yaşayan Kültür Hazinesi seçilmenizden sonra hayatınızda bir değişim oldu mu?

Unvanlar bir şey değiştirmez. Allah sınırsız sayıda sanat yaratmıştır. Ben o güzelliğin kaidelerini, güzelliğin parametrelerini çıkartmak için neler yapabilirim, onun peşindeyim. Bir yere vardığımızda güzelliğin de, sanatın da, laboratuvar çalışmasının da parametrelerinin aynı olduğunu gördük.

”İlim bir nokta idi cahiller onu çoğalttı.” İlmin kapısı olarak bilinen Hz. Ali’nin bir sözüdür. Bunlar hayat prensibim ve felsefemdir. Sanat, dinden ve bilimden ayrı bir şey değildir. Tahminle sanat olmaz. Bu nedenle sanata bilim gözüyle, biraz matematik gözüyle bakılmalıdır. Estetik değimiz şey güzellik değildir. Ayet vardır: “Biz her şeyi ölçü ile yarattık”. Gramı metreyi bırakıp bilim olmaz, ölçüsüz sanat da olmaz. Yazdığımız her yazıda her harfte bir ölçü var. Sanatçının ölçüsü kendi kalemidir. Ebruda boyaya koyacağımız ödün belli bir ölçüsü var. Ölçüyü kaçırırsak tekneden bir şey çıkmaz. Tezhip, minyatür, mimari, her birinde bahsettiğimiz bu ölçü ilahi ölçüye ne kadar yaklaşırsa o kadar güzelleşir.

“SANATIN ASLI, KAİNATIN NASIL YARATILDIĞINI ANLAMA ÇABASIDIR”

Tarihte birçok sanatçının birden fazla alanla ilgilendiğine, astronomi, matematik, fizik gibi başka dallarla da uğraştığına tanık oluyoruz…

Sanatın aslı, kainatın nasıl yaratıldığını anlama çabasıdır. Onu anlamaya çalışırken birçok disipline başvurmamız gerekir. Bir şeyleri bilmek için, bildiğimiz manada kitap okuma şartı yok. Baktığınız her maddeyi okuyabilirsiniz. Ve öğrendiğim şu kadar malumatı tekne öğretmiştir bana. Çalışırken düşünürüm. Düşünerek çalışırsanız işin rengi de başka olur.

Sanatın terapi gücü hakkında neler söylersiniz?

Bunların hepsi “Meşguliyet Tedavisi” başlığı altında açıklanabiliyor. Bir hastayı kendi başına bırakın, hiçbir şeyle meşgul değilse daha çok hasta olur, ama sevdiği bir uğraşla hastalığını unutur. Bünyesindeki iyileşme özellikleri kıpırdamaya başlar.

25 sene önce “Sanat Terapisi” tabirleri daha konuşulmuyorken Darülacezede bizler denedik. Uluslararası Tıp Kongresinde bildiri olarak da sunuldu. Tıbben geriye dönüşümü mümkün olmayan bazı hastalıklarda ilerleme kaydettik. Ondan sonra dünyanın dikkatini çekti. Unutkanlığı olan, zihni melekelerinden yoksun olan Darülacezede yatan kardeşlerimiz ebru yapıyor ve sonra kuruması için bırakıyorlardı. Ertesi gün veya iki gün sonra geldiğinde garip bir şekilde herkes kendi eserini alıyordu. Kendi ebrularını tanıyorlardı. Buradan dikkat çekmişti. Sanatın iyileştirici gücü muhakkak ki vardır. Düne kadar Osmanlıda uygulanan teknikler bunlar; su sesi dinleterek, müzik dinleterek, meşgul edilerek tedavi vardı. Bugün kaybımız olan şeyleri bulmanın peşindeyiz.

“KÂİNATTA HER NE VAR İSE ASLI MUHABBETTİR”

Muhabbet ve sevgi bir sanat icra edebilmek için yeterli midir? Yetenek gerekmez mi?

Kâinatta her ne var ise aslı muhabbettir. Sevgiyle yaklaşacaksın. Sevgisiz yaklaştığın her şey gayrimeşrudur. Yazıda, kendi mürekkebimizi kendimiz yaparız. Arap zamkı alırız. Doğal is elde ederiz. Belli oranlarda karıştırıp havanda döveriz. Aynı şeyi yazıda da sık sık görmüşümdür. Birisi yazısını getirir, bunu canın sıkkın olduğu bir anda niye yazdın derim.  Kişinin içi neyse işi de odur.

Sanat için yeteneğe gerek var mı sorusuna rahmetli Süheyl Ünver güzel bir yanıt vermişti. “Ben yeteneksiz insan tipi diye bir tip kabul etmiyorum. Herkeste yetenek vardır. Allah insanı dünyaya en az 300 bin ayrı kabiliyetle göndermiştir. Bende kabiliyet yok demeyin kızarım” demişti.

Yetenek veya kabiliyet dediğimiz şey toprağın altındaki su gibidir. Yeteneğini nasıl işleyeceğini bilmediği için “Bende yetenek yok” derler. Çelebi hoca derdi ki: “Sanat yetenek işi olsa asla yapamazdım. Ama işi sevdim, yeteneğim açıldı.” İşi severek, aklını kullanarak, pratiğine yönelerek bir an evvel yol almak lazım. Yol almakta en önemli adım üstadı bulmaktadır. 6 ayda bulunacak bir cümlelik bilgiyi, hocası öğrencisine 6 saniyede verebilir. İnsana zaman kazandırıp tecrübesini arttırdığı için hocalık önemlidir. Eğitimimizde en temel şart işi bilen, samimi, dürüst, hulus bir hocadan yüz yüze eğitim almaktadır. Gönüllü ve sevgiye dayalı bir eğitim lazımdır. Onun dışında eğitim muhaldir.

“SÖZ, VÜCUT BULUR”

Sanatın insan üzerindeki gücü nedir?

İnsanın kendisi bir sanat eserdir, en büyük sanat eseri insandır. O eserin sahibi Allah’tır. Onun buyruğu “Çalışkan olun ve dürüst olun!” Yöneticiler bile işini sanat kafasıyla yapıyorsa başarılı olur; vatandaşın hakkına girmez, parmak ısırılarak işleri seyredilir, kavga bile etse imrenilir. Sanat gibi. Sanatın hayatımızdaki etkisi budur.

Tasavvufta bir cümle var: “Söz, vücut bulur.” Birine sözü kötü söyleseniz, o da size söver. Ama tatlı dille, hoş sözle insanın gönlü açılır. Aynı şeyi suya, ağaca, çiçeğe, tavuğa söyleyin size yansır. Kâinat bir aynadır. Vadiye “Seni Seviyorum” diye bağırırsan, sana yankısı aynısı olur.

Sizi etkileyen eserler var mı?

Tarih boyuna o kadar güzel yazı yazanlar olmuş ki, baskı olsun yazma olsun bir şeyler toplamaya çalıştım. Güzelini arıyorum. Büyük bir albüm yaptım, bir müddet sonra yarısını çıkardım… En sonunda elimde üç dört tane eser kaldı. Bunların daha güzeli olmalı ama o ne, asla bilemeyeceğiz, sanat sonsuzdur. Bir insan adı ustaya çıkmış olsa bile, 500 yıllık ömrü olsa dahi çırak olarak kalmaya mahkûmdur. Ustalık olmaz, sanatın kıdemli çıraklığı vardır. Elalem usta der, işin aslını bilen kendine kıdemli çırak der.

Ebru Sanatının Son 500 Yılı Sergisi’nin araştırmacılara katkı sağlayacağını düşünüyor musunuz?

Yaklaşık 600 civarında ulusal ve uluslararası sergiye katıldım, gördüğüm en verimli, en faydalı sergilerin ilk üçünden biridir. Bu kadar eserin bir araya toplanması, tarihlendirmek için çalışılması, bugüne kadar yapılmış bir şey değildi. Türünde ilk defa yapılan bir sergi bu, insanlar istifade etsin.  Bizim de çalışmalarımız oldukça elbette yayınlayacağız.

Batı dünyası her türlü sanatımızı başka ülkelere yamalamaya çalışıyor, ebru konusunda bunu tutturamadılar. Onlar da öz be öz Türk sanatı olduğunu kabul ediyorlar. Büyük bir ihtimalle Türk-İslam taraflarından şimdiki Uygur Türklerinin yaşadığı bölgede bulunmuş, Çin-Hindistan üzerinden Anadolu’ya gelmiş gözüküyor. Bir yandan Japonya’ya da geçmiş.  Her ülkenin kendine has ebru zihniyeti ve tavrı var. Ama bir iddia olsun veya tevazu göstermeksizin şunu söyleyebilirim, en güzel ebru Anadolu’da yapılmıştır. Ebru Sanatının Son 500 Yılı sergi kataloğunda gördüğümüz hatiplerin samimiyetini, dışarıda hiçbir ebruda görmemiz mümkün değildir. Çok usta gibi görünüp soğuk ebrular da, “Benlik sahibiyim” diye bağıran ebrular da gördük. Bizim sanatımızda benlik olmaz. Bir ifade, bir samimiyet olmalı, en önemlisi masumiyet olmalı.

“EVRENDE HER ŞEYİN BİRBİRİNDEN HABERİ VARDIR”

Benlik olmadığı için mi eserlere imza atmaktan kaçınırdı sanatçılar?

Belki bir zanaat olarak da görüldüğü için çoğu İmza atmamıştır. Düzgünman’dan ebru aldığımız zaman imza attırmayı isterdik. Hoca derdi ki;  “Azizim Ebrunun kendisi imzadır. Bu esere imza gerekmez.” Hatır gönül imza attırırdık; 70’li yıllarda attığı imzalar var.

Boğaziçi Üniversitesinden Türk sanatlarına oldukça aşina bir profesör Tibet gezisine gidiyor. Burada ebru ile uğraşan var mı diye araştırıyor, bir köy ismi veriyorlar, üşenmiyor gidiyor. Bir adam ebru ile uğraşıyor orada. Birkaç tane ebrusunu satın alıyor. Sanatçısına da imza atmasını rica ediyor. “Ebrunun kendisi imzadır, buna imza gerekmez” diyor. Üsküdar’da söylenen bir cümle kilometrelerce uzakta Tibet’te tekrar etmiştir. Aklın yolu birdir. Evrende her şeyin birbirinden haberi vardır.

“HAYRET MAKAMI ÖNEMLİ BİR MERTEBEDİR”

1997 yılında Yıldız Teknik Üniversitesinde rahmetli Profesör Oktay Sinanoğlu ve Profesör Duru Ören hoca ile bu işin fizik-kimyasını biraz çalıştık. Laboratuvar çalışmalarında işin mekanizmasının nasıl cereyan ettiğini yavaş yavaş sezdiğimde ve gördüğümde nasıl muazzam bir işle uğraştığımı fark ettim. Hayret etmiştim. Sanattan ürktüm.

Merak ilmin hocasıdır. Öğrendiğiniz şeyde merakınız yoksa boşadır. Hiç eksilmeyen bir merak gerekir.  O merakla bir konuyu öğrendiğiniz sırada hayretle karşılaşacağınız hiçbir sahneyi unutmazsınız. Eski dervişler, sanat ve tasavvuf erbabı olanların birbirlerine her zaman söyledikleri bir söz vardır. “Allah hayretinizi arttırsın.” Hayret makamı önemli bir mertebedir. Allah hepinizin hayretini arttırsın!

Tahminle sanat olmaz. Bu nedenle sanata bilim gözüyle, biraz matematik gözüyle bakılmalıdır.

Tasavvufta bir cümle var: “Söz, vücut bulur.” Birine sözü kötü söyleseniz, o da size söver. Ama tatlı dille, hoş sözle insanın gönlü açılır. Aynı şeyi suya, ağaca, çiçeğe, tavuğa söyleyin size yansır. Kâinat bir aynadır.

Bir insan adı ustaya çıkmış olsa bile, 500 yıllık ömrü olsa dahi çırak olarak kalmaya mahkûmdur. Ustalık olmaz, sanatın kıdemli çıraklığı vardır.

Start typing and press Enter to search