SALGINLA GELEN
Prof. Dr. Kemal Sayar
Yarattığımız uygarlık insanın insanla, insanın tabiatla bağını kesti ve bizi boş, anlamsız bir evrende kazazedeler haline getirdi. Kovid salgınından çok önce başlayan bir bencillik salgını bizi bir “Felaketler Çağı”nın eşiğine getirip bırakmış bulunuyor. Virüs salgını bizi en çok yarattığı belirsizlikle vurdu. Benliklerimizin ölümsüz olduğuna dair o ebedi yanılsamanın, hakikatin aynasında parçalandığı bir andayız. Faniliğimiz karşısında savunmasız ve çırılçıplağız. Koronavirüs krizi bizi uykularımızdan sesliyor. Aşina ve güvenli olan, artık yabancı ve tehditkâr. Sevdiklerimize sarılamıyoruz bile.
Hayatın nereye gideceğini, nasıl akacağını bilmekle bir tür emniyet duygusu yaşarız. Sabah evimizden çıkarken akşam döneceğimizden neredeyse eminizdir. Psikoloji literatüründe bu duruma Pozitif İllüzyon denir, yani Olumlu Yanılsama. Onlar sayesinde hayatımıza devam edecek takati buluruz. Şimdi görünmez bir düşman karşısındayız; küçücük bir mikroorganizma bütün dünyayı hizaya getiriyor. Beşerin kumdan kaleleri yıkılıyor, kuvvetinden emin olduğumuz modern yapılar birer birer çöküyor. Evin dışındaki dünyanın hiç de tekin bir yer olmadığını öğreniyor, gönüllü bir tecrit yaşıyoruz. Sevdiklerimizin, dostlarımızın yüzlerinden mahrum kaldık. Bugün sokaklarda, ofislerimizde, yüzümüze örten maskelerle dolaşıyoruz ve insani iletişimin en önemli veçhesi olan “yüz okuma sanatından” mahrum bulunuyoruz. İnsan yüzün kapısından girebilmek için onu bütün insicamı içinde müşahede etmek mecburiyetindedir. İnsan olmanın özünü sakatlayan bir durum bu. Artık hepimiz yersiz yurtsuz bir mülteci gibi varlığın tedirgin sularında yüzüyoruz.
Koronavirüs krizini radikal bir tehlike olarak algılıyoruz zira radikal bir belirsizlik karşısındayız. Virüsün bizim için ölümcül bir tehdit olmasının yanında, geleceğimizi nasıl şekillendireceğini bilmiyoruz. Gerçekten yüzümüzü çevirmek gibi ezeli bir itiyadımız var. Gerçek karşısında büyüklenmek, “Bana bir şey olmaz!” demek tam bir kaçış stratejisidir. Acı ve endişeye karşı koymak için kendimizi dev aynasında görebilir, yaralanmayacağımıza dair kendimize sahte güvenceler verebilir, kendimizi kandırmanın derin cehennemine yuvarlanabiliriz. Hayati uyarıları dikkate almamak, tedbirleri küçük görmek ve bu konularda lakayt davranmak, bizi hayatla ölüm arasındaki o gri bölgeye bırakabilir. Gerçekliği yadsımanın alternatifi çevremizde yeni bir kıvam almış bulunan bu yeni gerçekliği kabullenmek, sorumluluk almaktır. İnsanlar tam olarak göremedikleri, belirsiz bir tehdide karşı kendilerini ve ailelerini korumak istiyor. Bir yönüyle uyum sağlayıcı bir tepki, doğru önlemleri alarak kendimizi ve yakın çevremizi emniyete alabiliriz.
Endişe bizi muhtemel tehditleri fark etmeye yöneltir. Ancak artmış endişe durumunda beynin rasyonel kısımları âdeta şalter indirir. Endişeli insanlar çevrelerinde sürekli olumsuz sinyalleri taradıklarından daha da endişeli hale gelebilirler. Hastalığa yakalanma endişemizi gidermek için, korona virüsün bulaşmasına engel olmak ya da hastalığın seyrinin niçin bazılarında çok daha ağır tabloda seyrederken, hatta ölüme neden olurken, bazılarında semptom dahi göstermeden geçip gitmesi hakkında salgının başlangıcında bildiğimizden fazla şey öğrenmedik aslında. Elimizden hiç düşürmediğimiz telefonlarımızın ekranından okuduğumuz haberler bizi bir duygudan diğerine hızla sürüklüyor. Sosyal medya, toplumumuzun yeni sinir sistemi haline geldi. Aşı çalışmalarının kaydettiği aşamaları merakla takip ederek çıkışa yaklaştığımız hissiyle ümidini besleyen pek çoğumuzun yanı sıra, topluma korku, kaygı ve paranoya pompalayarak türlü komplo teorileriyle ilgi odağı olmaya çalışanların peşine düşen pek çok insan da mevcut. Fesat kuramlara inanan insanlar bilimsel bulguları reddeder ve sahte bilimsel açıklamalara itibar eder. Bu, bir düşünmeme biçimi; başkalarının suret-i haktan görünerek kendisine karşı kötücül niyetlerle kumpas kurduğunu düşünmek, kendi içerisindeki hıncı dışarı yansıtmaya olduğu kadar, kendini önemli hissetmeye de yarayan bir mekanizmaya işaret ediyor. Komplo teorilerineinanma eğilimi birkaç dinamiğe sahiptir; insanın olan biteni anlama ihtiyacından, kendisini emniyette ve çevresini kontrol edebilir durumda hissetme ihtiyacından ve dahil olduğu mensubiyetin olumlu imgesini sürdürme ihtiyacından beslenir.
“Salgın zamanlarında” diye yazmıştı Camus Veba’da, “insanda yerilecek şeylerden çok takdir edilecek şeyler vardır.”İçimizde bir ürpertti olarak gezinip duran ölüm, bu salgınla birlikte yerinden doğruldu ve varlığını bize hatırlattı. Halbuki günübirlik hayatın hay huyu içinde dikkatlerimiz dağılmış, sahici ve halisane bir varoluştan uzakta, maddi nişanelerin peşi sıra koşup duruyorduk. Şimdi paranın satın alabileceği bir şey kalmadı. Unvanların sağlayabileceği bir emniyet yok artık. Büyük felaketler pek çok şeyi değiştirebilir. “Kaygı Çağı’nda yaşamanın nadir lütuflarından biri, kendimizin farkına varmaya zorlanmamızdır.” demişti Rollo May. Felaketler, empatinin büyümesine ve yayılmasına hizmet edebilir; sadece şahit olan, hiç hasar almamış birini bile yeni bir duygudaşlıkla önceden tanımadığı bir acıyı paylaşmaya yönlendirebilir. Ya da hiç aşina olmadığı yeni bir korku edinebilir insanlar. Fakat kimi zaman içsel değişimi engellemek için bir felaketi kullanıyor olmamız da mümkündür. Paul Tillich “Nevroz yokluktan kaçmak için varlığı inkar etmektir” demişti. Koşan birisinin varmak istediği bir yer olduğunu düşünmemiz ne kadar isabetli bir tahminse de, kaçtığı bir yer olduğunu düşünmek de bir o kadar isabetlidir. O sebeple, salgının gölgesi altında yaşadığımız kaygının, yalnızca ona dair olmayabileceği, çok daha eski ve derindeki bir şeyin izini örtüyor olabileceğini de düşünmek gerekir.
Hayatını kaybeden insanlarımıza asla bir istatistik sayı olarak bakmama durumundayız. Onlar dostlarımız veya birilerinin anne-babası, kardeşi, evladı. Şu dönemde bunun ehemmiyetine uygun bir şekilde davranmamız ve özgeciliği, fedakârlığı toplumun içinde yaygınlaştırmamız lazım. Aslında bir tür yas yaşıyoruz, eski alışkanlıklarımızı köklü bir biçimde değiştirmemiz gereken bir döneme girdik. Dostlarımızdan, sevdiklerimizden ayrı düştük, alışkanlıklarımızı terk ettik. Kübler-Ross’a göre inkar yasın ilk evresidir; kişi kaybettiğini kabul etmeye yanaşmaz. Komplo teorileriyle odadaki fil dışındaki her gölgede gözlerimizi oyalamak, tüm dikkatimizi salgın hakkındaki haberlere, gelişmelere hasrederek bu geniş yekpare vakti çok daha yaşamsal şeyler için kullanılabilecek iken ziyan etmek de bir kaçış stratejisidir. Bir zorlukla yüzleşen kişi aynı kalmaz, değişir. Bu salgının bizi nasıl bir insan kılacağı çok önemli. Bir yazarın söylediği gibi, “Asıl trajedi bu salgından değişmeden çıkmaktır.” Şu an nasıl bir insanlık performansı sergiliyorsak, salgından muhtemel ki bu insanın daha gelişmiş modeli olarak çıkacağız. Maalesef pek çok insan hiç de gurur duyulacak bir davranış tarzı sergilemedi. Bizi onaracak olanı, daha az kutuplaşmaya, hayatın küçük zevklerini ve araya saklanmış mutluluk anlarını daha fazla idrak edebilmeye yarayanı seçmemiz gerekiyor. Kendimizi merhamet ve iyilik yönünde eğitmeliyiz. Hakikat sonrası çağ geride kaldı artık, yalın hakikate ihtiyaç duyuyoruz.
Olumsuz olana odaklanmak ve korkuyu büyütmek yerine, bugünlerde kahramanların, bilhassa sağlık çalışanlarının hikayesinden ilham alalım, dayanışma ve yardımlaşma hikayelerine koltuk çıkalım, ümidin neşidelerini terennüm edelim. Bizi insan kılan öze sahip çıkalım, zira elimizde ümitten, sevgiden ve dostluktan özge bir ilaç yok.
Yazar Arundhati Roy, “Önyargılarımızın ve nefretimizin enkazlarını, bütün cimriliklerimizi, veri tabanlarımızı ve ölü fikirlerimizi, ölü nehirlerimizi ve arkamızda beliren dumanlı gökyüzünü de peşimizden sürükleyerek bu geçide girmeyi seçebiliriz. Ya da hafif bagajlarımızla, başka bir dünyayı hayal etmeye ve onun için savaşmaya hazır olarak, onun içinde yavaş yavaş yürüyebiliriz.” diyor. Ağır bagajlarımızı artık ardımızda bırakmak gerekiyor. Neyin ağırlık olduğunu, neyin varoluşumuzun özü için gerekli ve bizi yaşama bağlamak için vazgeçilmez olduğunu değerlendirmek için yeterince vaktimiz oldu. İster dünyanın doğal kaynakları, ister sosyal sermaye dinamiklerimiz, ister sanat ve entelektüel faaliyetlerimiz, ister dostlarımız, sevdiklerimiz, yarımız yarenimiz olsun, hayatımızda olup da bize yaşam şevki veren şeylere sarılalım, onları el üstünde tutalım. Ve özleyip de mahrum kaldıklarımızı hayatımıza daha çok katalım, onlara hak ettikleri değeri ve yeri verelim bundan sonra. Kalbin sesini geç olmadan işitmeliyiz… Kendimize, “Ben başkaları için neyi daha iyi yapabilirim?” sorusunu soralım. Sosyal mesafeyi artıralım ama duygusal mesafeyi, kalpten kalbe giden yolu kısaltalım.