ŞEHİRLERİN SULTANI İSTANBUL


Mesud AKYÜZ

İnsanlık tarihinin görmüş olduğu en büyük üç imparatorluğa (Roma, Doğu Roma ve Osmanlı) ev sahipliği yapmış, her daim gözlerin üzerinde olduğu, tarihte birçok milletin hayallerini süsleyen şehir…

Kuruluşu M.Ö. 657’ye dayanan bu büyülü şehir, Roma İmparatorluğu ile tarih sahnesinde kendini göstermeye başlamış, Doğu Roma İmparatorluğu ile serpilmiş ve tüm dünyanın ilgi odağı haline gelmiş ise de “Şehirlerin Sultanı” unvanına Osmanlı Devleti ile kavuşmuştur. Peygamber Efendimizin övgüsüyle mukaddes bir şehir haline gelen İstanbul, Fetihten sonra Müslüman Türklerin sembol şehri olmuştur. Tarih boyunca yaklaşık 35 farklı isim ile anılmış (Byzantium, Antonina, Konstantinopolis, Aleksandra, Kuşta, Tekfuriye, İslambol, Dersaadet…) olan bu şehir, Asya ile Avrupa’nın vuslata erdiği, içinden boğaz geçen güzel insanların yurdu olarak tanımlanmıştır.

Hakkında en fazla kitap yazılan şehirlerin başında gelen İstanbul, yüz yıllar içinde birçok değişik ülkeden seyyahları misafir etmiştir. Bu seyyahların hatıralarını okurken, sizlerle her sayıda başka bir seyyahın gözünden İstanbul’a ve onun özünü teşkil eden Fatih’e tekrar sevdalanacağız. Bu anlamda ilk misafirimiz İtalyan Edebiyatçı Edmondo de Amicis ve İstanbul İzlenimleri…

“Gözlerimin önündeki manzarayı bir imparatorluğa bile değişmem”

                                                                     Edmondo De Amicis

 

1874 yılında 28 yaşında İstanbul’a ressam arkadaşı Yunk’la birlikte birkaç günlük seyahat için gelen İtalyan seyyahtır Edmondo De Amicis, tam 25 dile çevrilmiş dünyaca meşhur “Çocuk Kalbi” kitabının da yazarıdır. Seyahatnamelerinin yanında roman, hikaye ve şiir dalında eserler vermiştir. 1846 yılında Oneglia’da dünyaya gelen De Amicis, küçük burjuvazi kesiminden bir aileye mensuptu. Torino’daki kolej eğitiminin ardından orduya katılan İtalyan yazar, Topçu Subaylığına kadar yükseldi. Askerlik döneminde başladığı yazarlığı meslek olarak seçen De Amicis, askerliği bırakarak çeşitli dergi ve gazeteler için yazmaya başladı. Gittiği şehirler için aldığı notlardan oluşturduğu seyahatnameleriyle dikkat çeken yazar, İstanbul için yazdığı iki ciltlik Constantinopoli (İstanbul) kitabıyla üne kavuştu.

Aynı zamanda şair de olan De Amicis, İstanbul’a büyüleyici bir giriş yapmış, şehre gemiyle gelmiştir. İstanbul siluetinin en güzel göründüğü boğazın mavi sularından şehre yaklaşan De Amicis, bu manzara karşısında hayranlığını gizleyememiş adeta büyülenmiştir. 1874 yılında şehri ziyaret eden Amicis, kitabını 1876 yılında bastırmıştı. Kitap içerisinde 45 tane karakalem gravürler mevcuttur. Enrico Junk’a ait gravürler kitabın orjinalinde 45 tane iken Türkçe çevirilerinde bu gravür sayısı 21’e düşmektedir. Kitap 17 bölümden oluşur.

Seyyahımız İstanbul’u gördüğü ilk an hissettiklerini şöyle ifade eder:

 “…insanı çılgınlar gibi bağırtacak bir renk cümbüşü, bir nebatat coşkunluğu, önceden düşünülmemiş bir şey, bir haşmet, bir haz, bir zarafet. Gemide, herkesin ağzı şaşkınlıktan bir karış açılmıştı; … Ne yana bakacağımızı bilmiyorduk. Bir tarafımızda Üsküdar ve Kadıköy, bir tarafımızda Saray tepesi, karşımızda Galata, Pera ve Boğaz vardı. Hepsini birden görebilmek için fırıl fırıl dönmek gerekiyordu ve her tarafa ateşli gözlerle, gülerek, elimizi kolumuzu konuşmadan sallayarak, zevkten nefesimiz kesilmiş bir halde döne döne bakıyorduk.”

Yazısının devamında: “…krallar, prensler, krezüs, dünyanın kudretli ve zengin insanları, o anda hepinize acıdım; gemide bulunduğum yer, sizin bütün hazinelerinize bedeldi ve İstanbul’a bir bakışımı bile bir imparatorluğa değişmezdim…böyle bir güzelliği rüyamda bile görmemiştim.”   

 İstanbul Pera’da bir otelde konaklayan De Amicis, şehrin ara sokaklarında kaybolmuş, surları dolaşmış, surdışına çıkmış, günlük hayata dair ilgisini çeken detaylardan bahsetmiştir. Kahvehanelerin çokluğu ve işlevi, kimi zaman berber, kimi zaman dişçi olarak hizmet vermesi, dikkatini çekmiş, Türklerin günde 12 fincan kahve tükettiklerinden bahsetmiştir. Bir Avrupalı olarak bazı gördüklerini yadırgasa da genel olarak hayranlığını gizleyememiştir. Özellikle birçok milletten insanın beraber kendilerine has özellikleriyle beraber yaşıyor olmaları ilgisini çekmiş, bunu yazılarında ayrıntılı olarak anlatmıştır. Eski ile yeninin, doğu ile batının İstanbul’da kesiştiğinden bahsederek bu ikilemden rahatsız mı olduğunu veya büyülendiğini mi anlamadığını ifade etmiştir.

Özellikle Kapalıçarşı’ya hayran olan yazar; Çarşı etrafında tamamen sessizlik hâkimdir, kemer kapısına 4 adım kala bile hala ıssız bir yer izlenimi verse bile kapıdan içeri girer girmez nutku tutulur insanın der.

Çarşının içindeki cümbüşten çok etkilenen İtalyan yazar, her sokağında ayrı bir eşyanın çarşısı var ve kulağı sağır edercesine bir kalabalığın dolaştığı hakiki bir şehir olarak tarifler Kapalıçarşı’yı.

Rum tüccarın azametle seslendiğini, Ermeni tüccarın mübalağalı bir hürmet gösterdiğini, Yahudi tüccarın ise satacağı şeyleri kulağına fısıldadığını anlatırken Türk tüccarın ağır başlı tavrından ve ancak gözleriyle davet ettiğinden bahseder. İnsanın gözünü, aklını ve kesesini kaybettirecek kadar zengin ve muhteşem bir çarşı diyerek noktayı koyar.

Seyyahımız Edmondo de Amicis, Topkapı Sarayı girişinde bulunan Üçüncü Ahmet Çeşmesi için de ilginç tasvirlerde bulunur: “… İstanbul’un bütün küçük harikaları arasında ilk sırayı alır. Bu çeşmede oyulmamış, süslenmemiş, emek verilmemiş bir karış yer yoktur. Bu çeşme cam fanus içinde saklanması gereken bir güzellik, ihtişam ve sabır eseridir; bu sadece göz zevki için yapılmışa benzemez, sanki lezzeti de vardır, insanın ağzına bir lokma atıp içinde ne var diye bakası gelir; ille de açıp, içinde bir çocuk tanrıça mı, devasa bir inci mi, yoksa sihirli bir yüzük mü var diye bakma isteği uyandıran bir mücevher kutusudur.”

Çeşmenin güzelliği karşısında büyülenen De Amicis, heyecandan aşka gelmiş, milyonlarca cümleciği bir anda söylemeye çalışan bir şairden farksızdır:

“Bu çeşme, Türk sanatının en özgün, en gösterişli anıtlarından biridir. Bir anıttan ziyade, romantik bir sultanın aşka geldiği an, insanın alnına kondurduğu mermerden bir mücevherdir. Bana öyle geliyor ki, bu çeşmeyi ancak bir kadın tasvir edebilir. Kalemim bu görüntüyü tasvir edecek kadar ince değil.” diyerek hislerini ifade eder.

De Amicis, Türklerin karakteristik özelliklerinden bahsederken, Avrupalıların Türkler hakkında normal tutum ve davranışlarının doğru olduğunu göstermek gibi bir gayrete de düşmüştür.

İstanbul’a derinlemesine bakmayı bilen İtalyan seyyah, sokakta, çarşıda, yollarda, kahvehanelerde, mesirelerde kendinden önce gelen yabancıların göremediklerini tespit  ederek, bunları kitabına aktarmış ve şehre beraber geldiği ressam arkadaşı Yunk’a ait gravürlerle yazdıklarını zenginleştirmiştir.

Start typing and press Enter to search