BERKAN KARPAT

Mekânlar Eserlere Kendi Hakikatini Hatırlatıyor

Merve Akbaş

2.Yeditepe Bienali geleneksel sanatlarımızın sergilenme tarzına dair sorgulayıcı yaklaşımıyla ve etkileyici tarihî mekânlarıyla İstanbul’un sanat hayatına yeni bir soluk getirdi. Bienalin küratörü Berkan Karpat, kuramsal çalışmalarıyla öne çıkan disiplinler arası bir sanatçı. Münih’teki Haus der Kunst’un (Sanatçılar Kurumu) başkanlığını da yürüten Karpat’la bienali ve “Çerçeve İçi – Çerçeve Dışı” teması etrafında geliştirdiği sergileme önerileri üzerine konuştuk.

2. Yeditepe Bieaneli’nin “Çerçeve İçi Çerçeve Dışı” teması oldukça dikkat çekici. Bu temayı oluşturan temel motivasyon neydi?

Bildiğiniz üzere “frame” kelimesini Türkçeye çerçeve olarak çeviriyoruz. Fakat orada bir sıkıntı, semantik bir kayma var. Daire olarak çevirmemiz lazım. Çerçeve dediğimiz daha farklı bir olay aslında. Eserlere çerçeve içinde bakıldığında Batılı mantığıyla hareket etmiş oluyoruz. Hâlbuki geleneksel sanatlarımızda “başkasının hakkına girmemek” esastır. Orada mesela çizgiler vardır. Bu çizgileri hem sanatçının kendi özgürlüğünü, kendine ait alanı ifade eden hem diğer sanatçının özgürlük alanını kabul ettiğini, ona saygı duyduğu belirleyen bir hat olarak kabul edebiliriz. Oysa Batılı düşüncede bir şey çerçevelendiği an iç ve dış ilişkisi dikkate alınmaksızın kilitlenmiştir. 1960’lı yıllarda Batı sanatında çerçevenin dışına çıkmak ya da eseri çerçevenin tamamen dışına çıkarıp mekâna açılma arayışı vardı. Bu açılma arzusu belki de bizim geleneksel sanatlarımız açısından gereksizdir. Benim sorguladığım da budur.

Bienalde bir sergileme tarzı öneriyorsunuz. Burada eserleri dikey değil yatay pozisyonlarda görüyoruz. Düşüncenizin teorik arka arkasında geleneksel sanatları kitaptaki hâllerine döndürme çabası var değil mi?

Önce şunu belirteyim: “Geleneksel sanatlar çağdaş mıdır?” diye soruluyor. Bence sanat her zaman çağdaştır. Her şey her zaman çağdaştır. Bu benim kişisel düşüncem. Bu bağlamda getirdiğim öneriyi geriye dönmek değil de hatırlatmak biçiminde anlayabilirsiniz. Yani diyorum ki geleneksel sanatlarımız “kitabi” bir bütünlük arz ediyordu. Birer sanat eserleri sayılmakla birlikte esasında bir kitabın tamamlayıcı unsuruydular. Biliyorum burada sanatçı var mıydı, yok muydu tartışması devreye girecek. Ancak bu ayrı bir tartışmanın konusu. Biz şu an için geleneksel sanatlarımızın ruhuna dair bir zihinsel pratik yapıyoruz

Öyleyse bu yerleştirme tekniğinin tüm sanatseverlere bir davet içerdiğini söylemek yanlış olmaz. Gelin yeniden bunları düşünelim, sanatımızdaki incelikleri fark etmek ve hatırlamak için…

Evet, çünkü dediğim gibi, bir hat veya minyatür eseri duvara asmakla, dikey yerleştirmekle aslında neyi kastediyoruz? Ya da o sanattan muradımız nedir? Ben bunların cevaplarını aramamız gerektiğini düşünüyorum. Mesela Hilye-i Şerif duvara asılır; Elif gibi dikey yerleştirilir. Çünkü kâmil olana işaret eder. Peygamberimiz kâmil insan olduğundan böyledir bu. 

Siz müzecilikle uzun yıllar ilgilisiniz. Almanya’da önemli eserler de ürettiniz. Sizce şimdiye kadar bizim sanatlarımızda neden yeni sergileme teknikleri geliştirilmedi, bu hususlar yeterince düşünülmedi? 

Neden düşünülmedi orasını bilemem, ama şöyle bir şey var. Her eser içinde bir hakikati gizler. Doğru sergileme, o hakikatin kısmen de olsa kavranmasıyla alakalıdır. Bu hususların üzerinde Batılı kuramcılar çok durdu, kendi sanatlarını bu anlamda adamakıllı mercek altına aldılar. Bunu yaparken hem kendilerini hem sanatçıları hem de bu işe ilgi duyanları yordular. Bence yormaları da iyi oldu. Böylece zaman ve mekân arasındaki ilişkileri fark etmeye başladılar. 

Bienal’de sizin de bir eseriniz var. “Otuz Altı” isimli bu eserden biraz bahseder misiniz? 

Otuz Altı, Yasin Suresi’ne işaret etmekte. Çalışmalarımda şöyle bir şey keşfettim: Bir obje ya da bir seslendirme, bir akustik fenomen suyla buluşursa suyun fiziki yapısını değiştiriyor. Onun da sesini dinleyebiliyoruz. Bunu bir ölçüm makinesiyle sekiz sene önce laboratuvarımda yaptığımız çalışmalar neticesinde tespit ettik. Süleymaniye Darüzziyafe’nin avlusundaki yerleştirmede havuzdaki su Yasin Suresi’nin ayetlerini okuyor. Bu yeni bir tarzdır. Suyun Kur’an okuyuşunun oluşturduğu titreşimi pirinç levhadan avuç içimizle hissedebiliyoruz.

Geleneksel sanatın önemli sanatçılarının değerli eserlerini bir araya getiren bienalin bize sordurduğu başka sorular da var. Bienalin teması ve yerleştirme metodu da düşünülürse sizce gelenek nasıl dönüşür, nasıl değişir?

Geleneksel sanat denildiğinde garip bir hale düşüyoruz. Eskide kalmış, muhafaza edeceğimiz bir esermiş gibi aklımıza geliyor. Fakat bu ne derece doğru bir terimdir? Ben bunu sorgulamak istiyorum.  Çünkü böyle söyleyince onun geleceğini, güncel hayatta oluşunu kısıtlıyoruz ve şaşırtma da yaratıyoruz. Çünkü bir eserin içinde kendine muhafaza ettiği bir hali vardır. O hali sanatçı ortaya çıkarır. Sanatçı da kendi yaşadığı gerçekledir daima, çünkü geçmişte ve gelecekte bir yaşantısı yok. Bu sanatlar zaten kendi kendine bir değişim yaşıyor. Çünkü güncel hayat onu zaten değiştiriyor. Sanatçı da başka bir âlemde yaşamıyor, o yüzden eserin şöyle değişecek, dönüşecek diye bir kaidesi yok. Belki bu geleneksel terimini ortadan çıkarmak gerekir diye de bir soru işareti olarak geri veriyorum.

Çok temel ama bir yanıyla da ucu çok açık bir soru daha sormak isterim. Bir bienalde veya sergide küratörün eserle olan ilişkisi nasıl kurulur? Yani küratör, eser ve sanatçı arasındaki ilişki mekâna, yerleştirilme alanına nasıl yansımalı? Siz Yeditepe Bienali için nasıl bir bağlamla hareket ettiniz?

Bienalin teması çerçeve içi/ çerçeve dışı, öyle bir fikir olarak doğdu. Oradan hareket ederek bu ne demek oluyor? Yani serginin durumuna nasıl müdahale edecek bu tema? Eserler nasıl müdahale ediyor konuya? Birbirleriyle, mekânla ilişki kurunca nasıl bir yön alacak diye bir soru işareti ortaya çıkıyor. Benim şimdi bir sanatçıyla ilgim olduğu anlar vardı. Bir de sanatçıyı tanımadan eserle sadece. Öyle bir yol alarak düzen çıkmaya başladı. Fakat bu yerleştirmeye doğru yol alınca oradaki sergi mantığı zaten kendini göstermeye başlayınca, kendinde bir ritim oluşturarak yerleştirmenin bir payı olmaya başlıyor eserler. Öylece nedense hemen hemen kendi yerlerini kendileri bulmuş oluyorlar. Onu sadece izleminiz, kulak vermeniz lazım.  Orada semaya girmek lazım, yani işitmek lazım. Eser de söylüyor, mekân da söylüyor, yerleştirme vücudu olarak ne istiyor, ne gerekiyor diye. Onu hassasiyetle dinlemeye başlarsanız zaten yol kendi kendini bulmaya başlıyor. O yönden eserle birebir ilişki başlıyor, eserin sergileme tarzında da ilişki başlıyor. Bu böyle bazen içgüdüyle giden bir durum olduğu için pek planlanacak bir durum değil. O bir hissiyat meselesi, o anda olan şeyler. Bazen de bir sanatçı gelip, bir fikir ortaya atarak ya da istemediği bir durumu belirtince o da kendine göre bir muhabbet oluyor. Küratörlüğün önemli noktasından biri de bu. İlişkiyi ayakta, canlı tutmak.  Belki sanatçıya bir işaret olabilir, bunun üzerine tekrar bir refraksiyon yapmasına sebep olabilir. Ya da kendi yolunda devam edebilir. Bu sanatçının kendi hür pozisyonudur. Nasıl devam etmek ister, ne kadar bu soruları ele alıp sanatına işleyeceğine dair her kişi kendine özgü olduğu için bağımsızdır.

Sizce bu tema, sergileme metodu ve bir araya gelen onlarca nadide, önemli sanat eseri geleneksel sanat için hangi soruları sorduruyor? Bu soruların bizim sanatlarımız için katkısı neler olacak?

Tezhip, hat, ebru olsun bunlar böyle birleştiren, minyatürle birlikte bir kitabi sanat olarak tümlüğünü ortaya atıyor. Böylece de insana hizmet etmekte oluyor. Fakat Batı çarpışlarından, kültürel çarpışlardan bunlar böylece kitaptan çıkıyor, ayrılıp kendi olarak, bir disiplin olarak görülerek çerçevelenip duvara asıldı. Şimdi bir zaman farklılığı başlıyor, kitabi ile tüm hizmeti olarak bu zamanı eline alan, kitabı okuyan, kapatıp rafa koyan bunu kendisi seçiyor. Şimdi duvarda olunca daimi bir durumda oluyor. Zamanın akışı, açısı farklılaşıyor. Bunların hepsi sergileme metotla masaya geri dönmekle, yani bir yerleştirme tarzında tabii bir soru işareti çıkıyor. Yani bir zaman boyutu eserleri nasıl görmemizi gerektirecek? Etrafıyla ilişkisi nasıl değerlendirilecek? Yani dediğim gibi, bir duvarda asılı olunca farklı bir boyut yaratıyor. Alışveriş farklılaşıyor orada. Yani bakıyorsunuz dekorasyona kadar gidebilen bir ilişki. Cami sanatında tabii ki bu tüm olarak var. Tezhipler vs. duvarda yer alıyor ama yine de farklı boyutta hemen hemen çerçevenin dışında olabilir. Bu sorular tabii ki meydana çıkıyor, artı olarak kitaba geri dönmek mi gerekir ya da artık hiçbir zaman kitaba geri dönülmez mi… Çünkü artık yeni bir dünyamız var, kitap gittikçe nadirleşen bir obje olmaya başladı. Yapımı farklılaşmaya başladı. Bunlar tabii bienalin teması olarak, sergileme metotlarında da kendini buluyor, eserlerin halinde de buluyor.

 Son olarak sergileme mekânlarıyla ilgili neler söylemek istersiniz. 

Mekân, eserlere kendi hakikatini hatırlatıyor. Şu an bulunduğumuz Süleymaniye Camii İmareti’nde, Mimar Sinan’ın düzeninde bir harmoni, bir ahenk var. Bu yapının her yeri simetrik ama iç mekânları asimetriktir. Havuz simetrik, fakat girişteki yollar asimetrik yerleşmiştir. Bu hassasiyet Mimar Sinan’da vardı. Sanat eseri bir hizmet ifa ediyor, bütün dokusuyla bizi içine çekiyor, kapsıyor, diğer taraftan bize devamlı surette kendisini hatırlatıyor. 

Start typing and press Enter to search