“KİTABI BOL BİR EVDE BÜYÜDÜM” PROF.DR.BAHA TANMAN
Pelin Avcı
Uzun zamandır heyecanla kendisinden dönüş beklediğim Prof. Dr. Baha Tanman geçtiğimiz günlerde aradı ve “Yavuz Sultan Selim neden küpe takıyordu gibi sorular sormayacaksan röportajı yaparız, olur şekerim” dedi. Ağzım kulaklarımda kapadım telefonu. İnanılmaz sevindim bir o kadar da heyecanlandım. Benim İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünde okuduğum dönemde Baha Hoca bölüm başkanıydı. “İslam Öncesi İran ve Mısır Sanatı” derslerini ondan dinledim. Ders çıkışları bir kitap bitirmiş gibi hissederdik. Bu kadar heyecanlanmamın sebebi de soracak bir dünya şey varken nereden başlayacak olduğum hissiydi. Nihayetinde hem hocamızı daha yakından tanımak hem de doktora teziyle ilgili merak ettiklerimi sormak için randevulaştık. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde çok keyifli bir röportaj yaptık. Sohbetimiz sırasında “ehimi mühimden tefrik etmenin ne kadar zor ve önemli” olduğunu doktora tezi için bir araba dolusu malzeme ve literatür taraması ile Semavi Eyice’nin yanına gittiğinde öğrendiğinden bahsetmişti. Röportaj sonrası enstitüden çıktığımda elimde 5 saate yakın bir kayıt vardı… Umarım ben de ehimi mühimden ayırabilmişimdir. İşte değerli Prof. Baha Tanman hocamızın bilgi ve birikimlerinden faydalandığımız sohbetimiz…
Bildiğimiz kadarıyla anneniz Ahmet Hamdi Tanpınar’dan dersler almış, babanız ise birçok dil bilen bir gemi mühendisi… Ailenizden biraz bahseder misiniz?
Annem ve babam tahsilli insanlardı. Babam Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra devlet bursuyla Paris’te École Centrale Üniversitesi’ne gitmiş ve gemi makine mühendisi olarak mezun olmuş. Ülkeye döndüğünde çeşitli devlet görevlerinde bulunmuş. Bu görevlerden biri de ilk defa Van Gölü üzerinde gemi inşa etmekti. Annem ise Notre Dame de Sion Fransız Lisesi bitirmiş. Sonra İstanbul Üniversitesi’nde devam etmiş. Üniversite bugünkü gibi kalabalık değilmiş. 8-10 kişilik sınıflar varmış. Fransız Dili ve Edebiyatı’na ek olarak bir de İtalyanca eğitimi almış. Annemin dönemindeedebiyat fakültesinde kadrolu tedrisat yapılıyormuş. O daüniversitede kalmayı hayal etmiş ama evlilik sorumluluğu ve babamın işlerinin yoğunluğu dolayısıyla bu fikrinden vazgeçmiş. Annemin hocaları arasında meşhur Ahmet Hamdi Tanpınar vardı. Hocalıktan öteye arkadaştılar. Profesör Nesrin Dirvanada çok yakın dosttuydu. İstanbul’un eski mahallelerini dolaşırlardı. 1930’lu yıllarda Kocamustafapaşa, Üsküdar ve Çengelköy gibi eski semtleri gezerlerdi. Beyazıt’ta ve başka semtlerde sürekli gittikleri bazı kahveler vardı. Mesela Acemin Kahvesi; üniversite çevresi rağbet edermiş. Emin Efendi Lokantası’na giderlerdi. Beyazıt Camii’sinin dış avlu duvarına sırtını dayadığı yerdeydi. Tabii şu an yerlerinde yeller esiyor. İstanbul’da bir şey korunmuyor veya devam ettirilmiyor. 1930’lu yıllarda Paris’te öğrencilerin gittiği kafeye bugün de gidebilirsiniz. Velhasıl annem ve hocaları çok gezerdi birbirlerinden çok şey öğrenirlerdi. Hep gıpta etmişimdir.
BABAM MAKİNA MÜHENDİSİ OLMAMI İSTEDİ
Nasıl bir ortamda büyüdünüz? Aileniz size büyürken ne gibi alışkanlıklar kazandırdılar?
Kitabı bol bir evde büyüdüm. Bir de evin müdavimleri arasında üniversite çevresi vardı. Akademisyen, yazar, düşünce insanları… Yani entelektüel bir çevreyle büyüdüm. Annem öyle oturup da komşuların dedikodusuyla uğraşmazdı. Zaten dedikodu yapılan bir mecliste ya lafı değiştirir ya da orayı terk ederdi. Akademik hayata yönelmem de muhakkak evdeki bu bahsettiğim atmosferin tesiri olmuştur diye düşünüyorum.
Babam, makina mühendisi olmamı istiyordu. Ama benim hiç alakam yoktu. Hatta “babacım ben fişi prize takmak için kapıcıyı çağırıyorum, benden mühendis olmaz” demiştim. “Sen zeki çocuksun olur” diye cevap vermişti. Arkeoloji okumak istiyordum ama babam onun çizgisinden devam edeceğime çok emindi. École Centrale Üniversitesi’ne göndermeye niyeti vardı. Teyzem deParis’te yaşayan bir seramik sanatçısıydı Eşi de ressam Selim Turan’dı. Gözümüzde arkada kalmaz diyordu. Ben sürekli evde sulu boya resim yapıyorum ya da eski Mısır sanatı kitaplarına bakıyorum. Mısır arkeolojisi (ejiptoloji) okumak istiyorum dediğimde kıyamet koptu. Sonunda neyse ki ailecek mimarlık bölümünde karar kıldık.
Benim aklım hep eski eserlerdeydi. Mısır arkeolojisi okuyamadım ama hep ilgilendim. (İşte o dersi neden benim verdiğimi anladın mı?) Mısır’a da gitmiştim. Genel kültür dersi olarak Sanat Tarihi bölümünde ders vermeye başladım. Sonra eski Ön Asya adıyla Hitit ve Mezopotamya’yı da işin için katmanın daha doğru olacağını düşündüm. Oktay hoca kabul etti. O ders öğrenciler tarafından çok sevildi. Velhasıl dördüncü sınıfı bitirdim Oktay Aslanapa hocanın doktora talebesi olarak 1975 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne geldim. 1976’da asistan kadrosuna girdim. 2019 Aralık’ta 67 yaşını bitirdiğim için emekli oldum.
Aslında İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi bölümüne girmek aklımda yoktu. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde restorasyon üzerine master yaparım diye düşünüyordum. Sütlüce’deki Hasır-ı-Zade Tekkesi’ni çalışmak istiyordum. Bütün işin çizimini, tarihsel araştırmasını yapmıştım. Hatta Sanat Tarihi’nde ilk makalemdir. Bir çok talihsizlik oldu benden kaynaklanmayan. Yıldız Teknik Üniversitesi’nin başvuru tarihi geçti. Doğan Kuban hoca da başvurularını kapattığını söyledi. Eğer bir yerde yüksek lisansa giremezsem yıl sonu gelmeden yedek subay olarak askere alınacaktım. Rahmetli teyzezademin eşi mimar kökenli Mehmet Yılmaz Önge’ydi. Yüksek lisansa başlayamadığım için kendimi kötü hissettiğim bir dönemde bize geldiler. Yorganı kafama çekmiş yatıyordum. Mehmet ağabey odama gelip konuşmuştu benimle. O dakika aklına İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Semavi Eyice ve Oktay Aslanapa ile yakın zamanda yaptığı görüşmek aklına geldi. Meğer Oktay hoca da mimarlıktan mezun, güveneceği bir öğrenci arıyormuş. Bu hikâyeden sonra İstanbul Üniversitesi’nde devam etmeye başladım.
HOCALARLA DİYALOG KURMAK ÖNEMLİ
Hocam çok kıymetli hocalardan dersler almışsınız… Bilmediğimiz daha bir çok isim olduğuna eminim. Bu muhterem insanların öğrencisi olmak meslek hayatınız dışında size neler kattı?
Hep duyduğum bir şeyi zamanla tatbik ettim. Ders esnasında öğrendiğin şeyler tabi ki önemli ve kıymetli. Ama dersin dışında hocayla diyalog kurabilmek çok daha önemli. Hocayla sohbet edebiliyorsan o zaman dersin ötesinde kazanımlar oluyor.
Mesela İznik kazıları… Oktay Hoca, Şelale Hoca ve Ara Altun Hoca’yla İznik Çini Fırınları Kazısı’nda haftalar boyunca beraber olurduk. Ayrıca Semavi Hoca’nın Silifke bölgesinde Erken Bizans Dönemi’ne ait yerleşimleri hedef alan bir müze araştırması vardı. Semavi Hoca’yla hem orada hem uzun süren otobüs yolculuklarında sohbet etme şansım oldu. Semavi Hoca otobüste hiç uyumazmış. Tabii bunu yanına oturmam konusunda ısrar ettiklerinde bilmiyordum. Ama hiç pişman değilim. İstanbul’dan Silifke’ye kadar hiç ara vermeden mesleki şeyler anlatıyordu.
Bizim eski hocaların bir özelliği vardı. Kendi uzmanlık alanları dışındaki konulara da hakimlerdi. İlgilendikleri alanda derinlemesine araştırma yaparlardı. Bu sebeple Bizans çalışan bir hocadan Osmanlı hakkında da bilgi alabilirdik. Bu eski Avrupa üniversitelerinin geleneğidir. Şimdilerde çoğu kişi bunu yapmıyor.
SEMAVİ VE NURHAN HOCA’NIN EVİ ÖĞRENCİLERE AÇIKTI
Okulumuzun kadrosundaki hiçbir hoca bu yaklaşımda değildi. Yanılıyor muyum?
Öyle değildi tabii. Bizim geleneğimizde yok o yaklaşım. Hamdolsun, dolayısıyla bir yere gittiğimizde Selçuklu ve Osmanlı eserlerini öncelikle gezdik ama Roma Tapınağı varsa yakınlarda onu da gittik gördük. Muhakkak gittik. Aksi düşünülemez.
Oktay Hoca’nın Anadolu gezileri vardı. Bilgi açısından çok bereketli gezilerdi. Bir de Oktay Hoca’nın içgüdüleri çok kuvvetliydi. Allah ona lütfediyordu bazı şeyleri. Diyarbakır’ı gezerken şuraya bir bakalım dediği yerden ikinci kazmada Saray’ın eyvanını çıkarırdı. İznik’te de şahit oldum. Şuraya bir bakalım diyor ve oradan muhteşem bir çini fırını çıkıyor. Fırın çökmüş, içinde Milet işi erken dönem Osmanlı tabakları üst üste duruyor.
Hocalarımdan öğrendiğim şeyler onların kitaplarında yazanlardan ve derste anlattıklarından çok ötede. Bütün mesleki ve hayat tecrübelerini paylaştılar. Ayrıca evlerini de öğrencilere açarlardı. Özellikle Semavi Hoca’nın evi öğrencilere açıktı. Bir de Nurhan Hoca öyleydi. Nurhan Hoca’nın kürsüsünde ben hiç bir zaman görev almadım. Ona rağmen yeni asistan olduğum dönemde Sultanahmet’teki bütün duvarları kitap dolu evinin kütüphanesini açmıştı. “Karnın acıkırsa istediğini al buzdolabından” bile derdi. O çok müstesnaydı.
Semavi Hoca da evine gelinsin, yemek yenilsin ve onla sohbet edilsin ister, bundan çok hoşlanırdı. Kurban Bayramı’nın 3. günü, Ramazan Bayramı’nın da 2. günü Semavi Hoca ziyaret edilebilirdi. Sakın Ramazan’ın 1. günü gitme hoşlanmaz demişlerdi. Ayrıca öyle kısa oturup kalmak olmazdı. Oturup illa yemek yiyeceksin, konuşacaksın… Yarım gününü hocanın bayram ziyaretine ayıracaksın. Bunların hepsi bana öğretildi. Dolayısıyla hocalarımla ilişkilerim her zaman iyiydi. Tabii bu bir şans meselesi. Öyle hocalar var ki etrafında kendini geliştiren güçlü öğrenci istemez. Gençler hızlı yol alıyorsa rahatsız olur bazıları. Takarlar, neler neler gördük… Bizim şansımıza hiç bu zihniyette hocamız olmadı.
Doktora tezinize nasıl karar verdiniz diye soracaktım. Ama sanki zaten başından beri belliymiş..
Önce Sütlüce’deki tekkeyi niye seçtiğimi anlatayım. Anneannemin babası o tekkenin haziresinde gömülü. Orayla bir akrabalığımız var. Anneannemlerin bağlılığı vardı. Annemle arada ziyarete gittiğimiz bir yerdi. Büyük,ahşap bir konaktı. Arkada müstakil bir bina olarak namazların kılındığı, zikirlerin yapıldığı bir yer bahçede ise kocaman bir sarnıç vardı. Benim girip çıktığım bir yerdi yani. Bir de tabi şu var; annemin tasavvufi hayata merakı ve meyilli vardı.
Mesela muhakkak Kadir Gecesi, Hırka-i-Şerif, Eyüp Sultan, Sümbül Sinan Hazretleri, Merkez Efendi, Aziz Mahmut Hüdai Hazretleri ziyaret edilirdi. Bunların hepsi eski dergâhlar. Sonra cami, medrese, türbe gibi farklı yapı tipleri üzerine çok daha fazla araştırma yapılmadığını gördüm. Bu konuya çok girilmemiş. Farklı sebepleri vardı. 1925’te tekkeler kapatılınca bizim entelektüel çevre biraz yan durmuş bu konulara. Aman hani bulaşmayalım gibilerinden bir yaklaşım vardı. Bunun yanında bir de karmaşık yapılardı. Çünkü içinde ibadet, yemek pişirme, ikamet, yolcu ağırlama alanları var. Yani birçok işlevinkarmaşık bir şekilde iç içe girdiği bir mimari program ve fonksiyon şeması var. Dolayısıyla çok daha bakir bir konuydu.
Oktay Hoca beni İstanbul’la sınırlamamıştı. Ben tezime Oktay Hoca’yla başladım ama emekli olunca Semavi Hoca’yla bitirdim. Sonra İstanbul’a doğru kendimizi sınırladık. Fakat yine katalog aşırı büyüktü. Semavi Hoca İstanbul konusunda çok bilgilidir ve İstanbul’un mimarisiyle ilgilidir. Benim elimde çok fazla tezimle ilgili malzeme vardı. Bir gün evine tüm araştırmalarımı götürdüm. Yaklaşık bir araba dolusu malzemeyle içeri girince “O ğlum sen aklını mı kaçırdın? Meczup mu oldun?” demişti. Sonrasında doktora tezimi sınırlamam konusunda yardımcı olmuştu. Ne kadar konuşacağını ya da yazacağını ayarlamak zordur ama çok önemlidir. “Ehimi mühimden tefrik etmek” diye bahsedilir. Bunu başarmak önemlidir. Velhasıl hâlâ insanların başvurduğu bir doktora olmasından dolayı mutluyum.
Hz. pirlerin dünya üzerinde en fazla olduğu yer İstanbul mu? Özel bir nedeni var mı?
Tarikat kurucularına pir denir. Mesela Kadiri tarikatın asıl piri Bağdat’ta Seyid Abdülkadir Geylani’dir. Büyük bir külliyesi vardır. Bir de Kadiriye’nin Eşrefiyye kolu vardır. Anadolu kültürüyle yoğrulmuştur. İznik’te Eşrefoğlu Rumi Hazretleri’nin türbesini barındıran tekkelere de pir makamı denir. Makamı pir veya pir evi derler. İstanbul hakikaten en fazla bu tür yapıya sahip olan şehirdir.
Türk toplumunda Orta Asya’dan başlamak üzere Anadolu’ya geldikten sonra Selçuklu devrinden Osmanlı devrine kadar gerek ahilik, ticaret hayatını ya da üretim hayatını denetim altına almıştır. Bir sufi tarikatı değil ama bir takım yine dini ve tasavvufi umdeler çerçevesinde ilerlenmiş. Şimdiki kapitalist ekonominin tam zıttı. Komşu dükkândan bugün hiç alışveriş yapılmadı benden istediğiniz bal orada da var, diyebilen bir zihniyetten bahsediyorum. Bunu bir kapitalist söyleyebilir mi? İstanbul’da çok yaygın sufi tarikatları var. Onların dışında ordu tarikatlari de var. Mesela yeniçeri ordusu Hacı Bektaşi ocağına bağlıydı. Spor dalları (okçuluk, binicilik ve güreş) Güreşçiler Tekkesi’ne mensuptu. Okçular Tekkesi de var. Üsküdar’da iki tane Hindîler tekkesi var. Bunlar uzak ülkelerden hacca giderken veya dönerken İstanbul’a uğrayanlar içindi. Burası hilafet merkezi ve en büyük İslam devletinin payitahtıydı. n Mekke, Medine, Kudüs’e gitmeden ya da gittikten sonra insanlar buraya da uğruyordu. Onların konakladıkları tekkeler ayrıydı. Özel işlevleri dolayısıyla hayatın her yönüyle ilgilenen bir tarikat vardı.
Kahire İstanbul’la tekke adedi açısından belki yarışabilir ama pir makamı olarak İstanbul öndedir. Kahire’de eski mahalleleri dolaştığınız zaman birçok tekke ile karşılaşabilirsiniz. Hatta orada tekke ismi bizdeki kadar yaygın değil. “Zabuya” diyorlar, bazıları “hanukah” olarak adlandırılıyor.
Tekke mimarisinde kullanılan süslemelerdeki sembollerden bahseder misiniz?
Bazıları tekkelerde rakamlarla ilgili simgeler vardır. Mesela 12 imam vardır. Hz Ali 1.İmam sonra İmam Hasan Hüseyin… Bu böyle ehl-i beyte yakınlık meselesinde 12 İmam saygı duyulan ayrı bir grup olarak bilinir. Bektaşi tekkelerinde 12 köşeli mekânlar vardır. Onikigen ibadet mekânı en karaktiristik olanlardan biridir. 12 köşenin hepsinde bir tane şamdan kabartması var. 12 İmam’ın ruhaniyetini ifade ederler.
Mevlana Hazretleri’nin de uğurlu rakamı on sekizmiş. Bu yüzden ona nezir Mevlana derler. Yenikapı Mevlevihanesi’ni ve Bahariye Mevlevihanesi’ni 18 sütun kuşatıyor. Ama bunu bilirsen görebilirsin. İstanbul’da değil ama Balkanlar’daki Bektaşi tekkelerinde yedigen türbeler ve yedigen meydanlar var. O bölgeye özgü bir şey. Osmanlı oraları fethederken kalenderi dervişleri orduyla beraber savaşa katılıyorlar. Onlar sabit olmayan seyyar bir tarife ve biraz marjinal insanlar. Sonra Kalenderilik 16. yüzyılın başında Bektaşilik’in bünyesinin içinde eriyor. Birtakım adetlerini falan onlar getiriyorlar. Bu yedi özellikle Kalenderler arasında kutsanan bir rakamdı. Mesela Hz. Ali’ye “Allah’ın Aslanı” derler. Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı’nda aslan figürünün ağzından su akıyor. Hat sanatıyla da çok bağlantılı bu konular bunlar.Bir de figüratif olanları var. En enteresanı bu ilk rölevesini yaptığım tekke. Üst katta hanımların kafesleri vardı. Hanımlar galerisinin önü ahşap kafesliydi. Baktığın zaman uzaktan üzerinde hurma ağacı var. Mekke’yi Medine’yi hatırlatıyor diye düşünmüştüm. Hurma mübarek bir meyve fakat Sadî tarikatı merkezi Şam’da olan bir tarikatmış. Buradaki dervişler intisap ederken besmele ile bir hurma yutarmış. “Hurma tekbirlemek” diye bahsediliyormuş. O hurmayı çiğnemeden yutmaları gerekirmiş. Yani, bu yol zordur boğazına takılabilir dikkat et, demekmiş. O hurma tekbirlemek, mimariye de yansımıştı. Her tekkenin süslemesi kendisine özel olduğunu anlamıştım.
Milli Mücadele döneminde tekkelerin rollerinden çok kısaca bahsedebilir misiniz?
Milli Mücadele yıllarında İstanbul işgal altındayken Özbekler Tekkesi’nin üstlendiği rol çok meşhurdur. Yalnız Özbekler Tekkesi değil Eyüp’te Şeyh Nazmi Efendi vardı. Genç yaşta Şeyh olmu. Ben tanıdığımda 80 küsur yaşındaydı. Sonra Anadolu’ya silah cephaneliklerden silahları gizlice kaçırmayı hedefleyen bir cemiyet kuruluyor. İsmi “karakol cemiyeti” sanırım. Üsküdar’da Sultantepe de ki Özbekler Tekkesi Anadolu’ya gizlice derviş kılığında birtakım insanların geçirilmesi için kullandığı yerler var. Anadolu’ya geçenlerin içinde Halide Edip Adıvar’ın kocası Adnan Adıvar var mesela. Sultantepe’nin arkasında o zamanlar kırlar var. Oradan gece karanlığında İzmit’ten öteye geçtiğin zaman Kuvâ-yi Milliye ön saflarına ulaşıyorsun.
Sanat Tarihi alanınızın dışında özel ilginizin olduğu bir alan var mı?
Ben 35 yaşımdan önce bahçeyle ilgilenmezdim. Bir bahçıvan vardı o ilgilenirdi. Uşun Hoca’yla oturuyoruz bir gün, ben farkında değilim uzun uzun bahçede neler yaptığımı anlatmışım. İronik, alay eder bir hali vardı. Bana “yolun yarısı, ihtiyarlıyorsun” dedi. Ne alakası var, dedim. Bu yaşlanma alameti, dedi. Haklıymış. 35-40 yaşından sonra bahçeyi hobi haline getirdim. Yaptıkça öğrendim. Birçok kitabım var, onlar sayesinde bahçeler nasıl düzenlenir çok şey öğrendim. İngilizler ve Avrupa milletleri bahçe konusunda oldukça usta. Hangi mevsimde hangi çiçeği ekmek gerekir, yan yana hangi çiçekler ekilir, öndekilerin boyu arkadakileri nasıl geçmez? Bunlar gibi çok ayrıntı var. Yaptıkça öğreniyorum ve çok keyif alıyorum. Bizim şairler salya sümük bir sonbahar edebiyatı yapar. Ben de çok severim sonbaharı; gül hazin, sümbül perişan. Doğa geçici bir ölüme giriyor, o insanlarda böyle bir hüzün yaratıyor. Halbuki bahçeyle uğraştıkça öğrendim sonbaharda açan o kadar bitki varmış ki, hayret ettim. Fransa’da da öyle romantik şairler var. Annem hiç sevmezdi romantik edebiyatı, babam da Lamartine’in sonbahar şiirlerini okurdu. Heybeli’de yürüyüş yaparken şiirleri okurdu babam, annem hiç tepki vermezdi. Babam, “ne kadar güzel dimi?” diye sorardı. Annem sadece “hıı..” derdi.