İSTANBUL ADETA KAİNATIN MERKEZİ

Seyyahların Gözünden Fatih

“İSTANBUL ÂDETA KÂİNATIN MERKEZİDİR”

Tarih boyunca bir cazibe merkezi olan İstanbul, dünyaya hükmeden imparatorlukların başkentiydi. Osmanlı Devleti’nin süper güç olduğu asırlarda, İstanbul’a duyulan ilgi ve merak doruğa ulaşmıştı. Doğunun gizemleriyle ve zenginlikleriyle dolu bu şehri bir kez olsun görmek her gezginin hayallerini süslemekteydi.

Mesud Akyüz

Osmanlı payitahtına ulaşmanın birçok yolu vardı. Yeni yerler keşfetme arzusuyla kendini yollara vurmuş serazat maceracılar; ipekli çarşılarında, baharat kokulu dükkânlarında büyülenmişçesine dolaşmak isteyen tüccarlar; tecessüs dolu bakışlarla etrafını süzerek bu yabancı diyarın dilini, dinini, kültürünü öğrenmeye çalışan gezginler; hacca gitmek için yayan yapıldak yola düşmüş hırpani hacılar; gösterişli elçiler, tercümanlar, tutsak prensler… Hepsi kendi amacına en uygun güzergâh üzerinden İstanbul’a ulaşır, şehrin farklı muhitlerinde birbirlerinden habersiz dolaşırlar, illaki bir noktada karşılaşırlardı.

Bunların içinden özellikle elçilik heyetleriyle İstanbul’a gelen seyyahlar, bir görev bilinciyle gezi notlarını düzenli şekilde tutarlardı. 

OSMANLI SARAYI HAKKINDA DOĞRU BİLGİ VEREN İLK YABANCI SEYYAH

Ottaviano Bon

7 Şubat 1552 tarihinde soylu bir ailenin çocuğu olarak Venedik’te doğar. Padova Üniversitesi’nde felsefe ve hukuk dersleri alan Bon, devlet kademesinde çeşitli görevler aldıktan sonra Giovanni Mocenigo ile birlikte 1601 yılında Venedik elçisi olarak İstanbul’a gelir. 

Venedikli seyyahın tuttuğu günlük, I. Ahmed döneminin İstanbul’una, Topkapı Sarayı’ndaki merasimlere ve devlet erkânın yaşayışına dair tanıklıklar içermesi bakımından değerli bir kaynak niteliğindedir. Bon, Osmanlı sarayı hakkında nispeten doğru bilgiler veren ilk yabancı seyyah kabul edilir. Büyük Efendinin Sarayı adıyla Türkçeye de çevrilen kitabından, sarayda toplanan Divanıhümayun’la ilgili gözlemlerini aktardığı notlarıyla devam edelim:

“Divan günleri haftada dörttür: cumartesi, pazar, pazartesi ve salı. Bugünlerde veziriazam ve öteki vezirlerin hepsi, Rumeli ve Anadolu’nun iki kazaskeri (ki iki eyaletteki bütün kadıların başıdır), üç defterdar (ki görevleri padişahın bütün gelirlerini toplamak, askerlerin ve diğer aylıklı kişilerin ücretlerini ödemektir), reisülküttab (padişahın mabeyincisidir), nişancı (emirleri, mektupları padişahın büyük mührü ile mühürler), bütün paşaların kâtipleri, önemli kişiler, çok sayıda görevliler daima divanın kapısında beklerler.

En üst dereceden en alt dereceye kadar bütün yargıç heyetinin ve görevlilerin gün doğarken divanda bulunmaları gerekir. Vezirler divana gelince en uç köşede, yüzleri kapıya dönük olarak duvara yapılık bir sedir üstüne ve mevkilerine göre otururlar. Baş vezirin sağ tarafında (din adamları sağ ve sol tarafta dururlar) yer alırlar; sedirin sol tarafından ise iki kazasker oturur.

Önce, daha soylu ve önemli eyalet Rumeli, sonra Anadolu kazaskerleri sıralanır. Sağ tarafta kapının giriş yerinde üç defterdar oturur ki bunlardan ardında bütün kâtipler, yere serili minderler üstüne, kâğıtları ve kalemleri ellerinde olarak, kendilerine ne emir verilirse yazmak üzere otururlar.

Öteki paşalar konuşmazlar, yalnız dinlerler, sadrazam onların görüşlerine başvurana kadar (genellikle onlara sorulur) beklerler.

Çünkü veziriazam işin esasını anladıktan sonra kararı ötekilere bırakır; örnek olarak eğer konu medeni kanunu (şeriatı) ilgilendiriyorsa kazaskerlere; eğer bir hesap işi ise defterdarlara, sahtekârlık konusuysa (padişahın tuğrasını taklit etmek gibi) nişancıya, tacirleri ve malları ilgilendiriyorsa (ki o konuda önemli zorlukları çıkarabilir) yanında oturan paşalardan birine verir.

Öğle yemeği bittikten sonra başvezir öteki paşalarla birlikte ve onların düşüncelerine başvurarak genel işlere bakmak üzere az bir zaman ayrılır; sonra kendi başına sonuç alır, sorunları çözer ve o günkü işleri ve yaptıklarını kısaca anlatmak için padişahın yanına gitmeye hazırlanır. (Dört divan gününden ikisinde, pazar ve salıda böyle hareket etmek âdettir.)

Bu nedenle padişah da kabul odasına gider, orada bir sedir üstüne oturur kapı ağasını gönderir. Önce kazaskerleri çağırır, onlar derhâl yerlerinden kalkar, veziriazama selam verir, kapı ağasının eşliğinde giderler.

Vezirler en son olarak çağrılırlar, sıra hâlinde hep birlikte ve iki gümüş asalının yönetiminde padişahın huzuruna girerler. Burada odanın bir tarafında elleri göğüslerinde kavuşturulmuş olarak dururlar, başlarını saygı ve alçakgönüllülük işareti olarak eğik tutarlar ve burada hiçbirisi konuşmaz, sadece veziriazam konuşur ve uygun gördüklerini anlatır, dilek ve önerilerini teker teker açıklar.

Eğer padişah kendisinden daha başka bir şey istenmiyorsa (öteki paşalar bu sırada bir tek sözcük söylenmezler) hepsi birden İkinci Kapı’daki atlarına biner ve kendilerine bağlılıklarını belirten kişilerin eşliğinde ayrılır ve evlerine giderler. Veziriazama daha onurlu olduğu ve kendisine müsaade edildiği için genellikle atlı yüz çavuş eşlik eder ve onu evine götürürler. Böylece divan, üç saati öğleden sonra olmak üzere o gün içerisinde bitmiş olur.”

 

KRAL FERDİNAND’IN ELÇİLİK HEYETİNDEKİ SLOVEN TERCÜMAN 

Benedict Curipeschitz 

1491 yılında Slovenya’nın Gornji Grad şehrinde doğar. Kral I. Ferdinad’ın Kanuni Sultan Süleyman’a gönderdiği elçilik heyetiyle birlikte, Latince tercümanı olarak 17 Ekim 1530 tarihinde İstanbul’a gelir. Curipeschitz, padişahın huzuruna çıkan heyetin içinde yer alır. Bu yolculukta şahit olduğu tüm olayları günlük olarak yazmıştır. 

Ülkesine döndükten sonra bu notlarından oluşan kitabı Yolculuk Günlüğü adıyla Türkçeye de çevrilmiştir. Seyyahın kabul merasimini ve payitahtın merkezinde gördüğü vahşi hayvanları anlattığı satırlara gelin birlikte göz atalım: 

“…Yolumuzun sol yanında kalan Ayasofya Kilisesi’ne geldiğimizde Padişah’ın, yürümekle bitmeyecek büyük ve geniş bir alanı kaplayan sarayına da gelmiş olduk. Burada atlara binmiş, saraya doğru giden çok sayıda Türk süvarisi vardı. Saray duvarları içerisine girdiğimizde sol yanımızda iki fil gördük; fillerin üstüne birer kişi binmiş, bunları yönetiyorlardı. İkinci bir büyük kapıya geldiğimizde şövalyelerin attan inmeleri gerekti, böylece yürüyerek başka geniş ve güzel bir avluya girdiler. Bu avlunun dört yerinde, çepeçevre saraylılar duruyorlardı; biz bunların üç bin kadar olduklarını tahmin ettik. Her grupta ayrı kıyafette Türkler vardı. Önde, sayıları bir hayli olan ve turban denilen beyaz sarıkları olan kişiler vardı.

Sonra Padişah’ın yakınında bulunan ve azap adı verilen beyaz sivri külahlı kişiler vardı ki bunların da sayıları çoktu. Başka bir yerde de yine çok sayıda sarı börklü kişiler bulunuyordu. Bir de yine sayıları bir hayli olan ve üsküfleriyle göze çarpan yeniçeriler görülüyordu. Bu birbirinden değişik kıyafetli Türklerin başında ve önünde bulunanlar daha süslü olup sırma, kadife ve ipekliden kumaşlarla donanmışlardı. Şövalyeler eğilerek ve reverans yaparak bunları selamlıyorlar, onlar da aynı biçimde karşılık veriyorlardı.

Bu avluda bir de korkunç bir biçimde kükreyen ve hırlayan, zincirlerle bağlı on aslan ve iki leopar vardı. Şövalyeler, imparatorluğun en yüksek rütbeli dört paşasıyla, yani İbrahim, Kasım, Ayas ve Hadım Paşalarla güzel bir salona kabul olunup orada bir saat kadar kaldılar. Dört paşa, şövalyelerin refakatle Padişah’ın huzuruna kabul olunacaklarını, ancak huzurda en çok yarım saat kalabileceklerini, sonra da yine Türklerin eşliğinde hana döneceklerini bildirdiler.

13 Kasım Pazar günü Türk Padişahı şövalyelere çok güzel armağanlar gönderdi. Şövalyelerin her birine on bin akçe, ikişer altın eşya, çeşitli gümüş eşya, şallar ve mumlar armağan edildi. Latince çevirmenine iki bin akçe, bir kırmızı Şam ipeklisinden elbise ve elçilik kurulundaki öteki kişilere de çeşidi Şam ipeklisinden kumaş, armağan olarak gönderildi.

14 Kasım Pazartesi günü Şövalyeler altın süslerini taktılar ve en iyi elbiselerini giydiler, biz de aynı şeyi yaptık. Padişah’ın bir gün önceki buyruğuna uyarak saat 8’de saraya gittik. Sarayın bahçesinde fillerin yanı sıra bu kez bir de surnopa (zürafa) denilen, çok uzun boyunlu, dört ayaklı bir hayvan vardı. Şövalyeler, dört paşa ile birlikte huzura girdiler, biz de yine aşağıda bir yerde bekledik ve sol yanımıza rastlayan bir yerde oturduk. Kısa bir süre sonra yetmiş iki çeşit yemek, şövalyelerin bulunduğu salona taşındı. Saydığımıza göre aslında yirmisi şövalyelere, otuz beşi de bize geldi. İki üç kişi başına yedi çeşit yemek düşüyordu. Böylece Padişah’ın törelere uygun olarak verdiği zengin ziyafetin tadını çıkardık.”

Sadrazam İbrahim Paşa tarafından meşhur Elçi Han’da ağırlanan Curipeschitz ve elçilik heyeti, 22 Aralık 1530 Perşembe günü İstanbul’dan ayrılırlar. 

Yeni sayımızda, yeni seyyahlarla yeniden görüşmek üzere…

Start typing and press Enter to search