BEŞ ŞEHİR’DEN HAYATIN BEŞ DİMAĞINA
BEŞ ŞEHİR’DEN İSTANBUL
ŞEHRİN İNSAFINA KALMIŞ HATIRALAR
Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergâh Yayınları
Öyme ey hâce bize Hind û Hatâ vü Hoteni
Bundadur lutf-u şeref buna Sitanbul derler
Lâtifi
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Yahya Kemal’e ithaf ettiği, sırasıyla Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul’a dair denemelerini içerdiği Beş Şehir kitabı, Tanpınar’ın her bir şehirde iç dünyasında yaşadığı duygu ve etkileşimlerden, tarihsel metaforlardan ve insanın şehirle kurduğu bağlardan oluşmakta. Kitapta anlatılan şehirlerdeki hikâyeler, menkıbeler, yaşanan duygular ve temaşa edilen güzellikler Tanpınar’ın da dediği gibi üzerinde yaşadığımız toprakların manevî çehresi olan kültür ve medeniyet birikimlerinden ibaret. Tanpınar’ın kitapta hakkında duygu ve düşüncelerinin dile getirdiği şehirler, insanımızın dünyaya bakış açısı, kâinatın da “bak” dediği yerden bakmaya gayretiyle orantılı olarak sıralanmış. Tanpınar’ın kitaba “Beş Şehir’in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır” cümlesiyle başlamasından hareketle, Beş Şehir’in aslında insanın da hayatta beş ayrı bakış açısından, beş ayrı zamanda yaratıcıyla buluşmasından izlekler taşıdığını söylemeliyim.
Ankara bir uyanıştır Tanpınar’a göre, muharip edasıyla Atatürk siluetini kendinde birleştirmiş, yeni kurulan bir şehir görünümündedir. Günün ilk saatlerini andırır sanki. Erzurum en çok öğle vakti güzelliğini açığa vurur. Çobanların birbirlerini çağırdıkları seslerle insanı günün ortasında metafizik âleme götüren bir atmosfere sahiptir. Konya uçsuz bucaksız bir bozkırdır. Mevlânalar, Şemsler, Keykâvuslar… Her ne kadar şehirdeki güneşler bir bir batsa da, Konya hep sırmalı çarşaflar içinde eski zaman kadınlarını andıran Selçuk abidelerinin büyüklük rüyasını, türkülerin hüznünü yaşatır. Bursa, akşam ile gece arasında zamanın durduğu, sadece su seslerinin ve ay ışığının aydınlattığı Uludağ’ın eteklerine serilmiştir. Nilüfer Hatun’la mamur olmuş, Geyikli Baba’yla sırlanmış, Konuralp’in kahramanlığıyla taçlanmıştır. Burada tarihin akışı büsbütün yavaşlamıştır. Aslında Bursa, zamanın dışındadır. Gece denilince de akla şehirlerin gözbebeği, medeniyetleri katman katman yüreğinde taşıyan İstanbul gelmelidir. O yüzden Tanpınar, ölümden sonra içinde bir pınar perisi olduğuna inanışını bile gecenin; yani ölüm öncesinde insanın ölüme hazırlık süreci gibi anlatır. İstanbul bir hazırlanıştır o yüzden, ölüme; hakikate, şiirin özüne bir hazırlanıştır. Nurani bir ışıktır İstanbul, tıpkı romanlarındaki gibi. Huzur’un kahramanı Mümtaz’ın boğazda mehtaba karşı gözlerini kısarak ışık huzmelerinden farklı imgelere doğru yola koyuluşu gibi.
Tanpınar şehirlere bir kalp adamı, gönül insanı gözüyle bakar. Şehirlerin değişimini insanın değişimi, insanın değişimini toplumun değişimi olarak yorumlar. Böyle bir durumda mekân algısı da başka bir şeye evrilir. Şehir tüm bu değişimlerden nasibini alacaktır. Tanpınar’a göre değişimler insanın hayatına, iç dünyasına zenginlik katar. Buna göre elbette bir şehir değişmelidir, yaşadığı çağın ruhunu yakalamalıdır. Bir bakıma şehir insanın eşref-i mahlûkat olma yolunda bir vasıtadır.
İstanbul: İnsanı Şair Yapan Şehir
Tanpınar için İstanbul, bambaşka dünyaları bir arada toplayan bir şehirdir. İstanbullular Çamlıca tepesinde şehrin ışıklarına bakarak hüzünlenirken mehtaplı gecelerde Boğaz’ın manzarasıyla şad olurlar. O yüzden her İstanbullu az-çok şairdir. Tanpınar, insanın irade ve zekâsıyla yeni şekiller yaratmasa bile büyüye çok benzeyen muhayyilesiyle tabiri caizse bir “oyun” içinde sürekli keşfederek yaşadığını ima eder. Bu keşif, tarihten gündelik hayata doğru genişler, insanın kalbini esir alır. Baki ile Sinan’ın buluşmasını hayal eder Tanpınar. İstanbul’u şekillendiren mimarinin ruhunu çözümlemeye çalışır.
Tanpınar, İstanbul bahsinde modernizm tartışmasına girişerek, diğer şehirlerde olmadığı kadar eleştirel bir tavır takınır. Bir bakıma İstanbul nezdinde diğer şehirlere de seslenir. Her büyük şehrin nesilden nesile değiştiğini kabullenmiş gibidir, ancak İstanbul’un değişimi ziyadesiyle ruhsuzdur, bu ilginç değişim şehre çok zarar vermiştir. İstanbul 1908 ile 1923 yılları arasında öz ruhundan, mana âleminden tamamen uzaklaşmıştır. Farklılaşan mimari üslupla birlikte, yerleşmeye başlayan yeni yaşam ve eğlence tarzları koca bir medeniyet şehrini katletmiştir. Meşrutiyet inkılâbı, üç büyük muharebe, birbiri üstüne bir yığın küçüklü büyüklü yangın ve mali buhranlar, Avrupalı ülkelere özenmenin de etkisiyle halkın hayata bakış tarzının tamamen değişmesine sebep olmuştur. Nihayet 1923’te Tanpınar için İstanbul’u olduğu hâliyle kabullenmekten başka çıkar yol kalmamıştır. 1908’den önce tüm Osmanlı coğrafyasından nüfuz sahibi kimseler, Rumeli ve Arabistan’daki zengin çiftlik sahibi insanlar, İslam çerçevesinde sanat içinde yaşamak için İstanbul’a gelmişler, Çamlıca’dan, Kadıköy’den yalılar almışlardır. Eskilerde şehrin hayatını muhteşem bir dokuyla ören birçok meslek erbabı, esnaf, titiz el emeğiyle gündelik eşyayı hakikati bulmada bir araç gibi işleyerek, gündelik eşyalardan yaşam felsefeleri ve hikmet kıvılcımları çıkartarak İstanbul’un medeniyet katmanlarını gözle görünür hâle getirmekteydiler. 1908’den sonraysa sokaklarda ne lamba şişesi satan satıcılar ne simitçiler ne de sürahi, bardak, tabak satanlar kalmıştır. Tanpınar, macuncuların yerini kirli çekirge sürüleri gibi karamela satan çocukların aldığını anlatır. Oysa İstanbul, insanı o bambaşka dünyalara götüren esnafıyla, insanıyla, uçurtmalarıyla, tılsımıyla ve gecesiyle İstanbul’dur.
Tanpınar’a göre eski İstanbul’dan geriye pek bir şey kalmamıştır. Müziklerden nağmelere, mahalle muhabbetlerinden Kâğıthane âlemlerine, mehtap sefalarından Çamlıca tepelerine kadar hayatın hakikatle o bütünleşen yanını kaybetmiştir İstanbul. Bunun sebebi öncelikle iktisadi şartların değişmesidir, ikinci olarak da Tanzimat’la birlikte başlayan dışarıdan gelen bir yığın yeni modanın zihinleri alt-üst etmesidir. Moda, İstanbul’da toplumu ayırmış, insanları bireyci ve bencil kılmıştır. Bu gibi her şey İstanbulluların birlikte eğlendiği o nadide anların yitirilmesine çanak tutmuştur. Eski İstanbul’da yaşanan bayramların bile tadı kaçmış, şehrin o birkaç gün önceden bayrama hazırlanışı insanların gözünde tüter olmuştur. Kahve kültürünü kaybeden şehirde bir sonraki adımda atlıkarıncalar bir bir kaybolmaya başlamıştır. Son atlıkarınca da Tanpınar’a, “Ya, işte böyleyiz, bir rüyadan artakalmanın sonu budur…” der gibi bakmaktadır. İstanbul mimariden ve estetik anlayıştan yoksun olmanın, geçmişi beğenmemenin bedelini ağır ödemektedir. Bu nedenle de İstanbul’a artık yeni hayat, yeni bayram, yeni eğlence şekli elzemdir. İstanbul artık ekmeğini çalışarak kazanan bir şehirdir ve her şey buna göre düzenlenmelidir.
Tanpınar’ın İstanbul yarası şehrin yitirilişinde, örneğin Süleymaniye’ye yeni bir camiymiş gibi bakılmasında gizlidir. Dört asrın tüm güzelliklerini kubbesinde toplayan bir camiye sıfırdan inşa edilmiş gibi muamele etmek, zamana karşı gelmektir. Tanpınar, bir zamanların İstanbul’unda şehrin kalbine nüfus etmiş kandilleri, yalıları, insanların kalplerindeki o güzellikleri ve İstanbul’un tılsımlarını hiç görmemiş olsaydık, bu kadar efkârlanmazdık diye hayflanır.
Neyse ki Süleymaniye, bugün dahi bizi hakikatlerin dünyasına götürecek güçtedir ve kaybedilmiş mazinin içimizdeki özlemini bir nebze olsun dindirmektedir.
Tanpınar’ın yaptığı esasında mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağımızın kritik bir sorgulamasıdır. Ona göre hepimiz tragedya kahramanı Hamlet’ten daha çetin bir vaziyette, “olmak ya da olmamak” davası içindeyizdir. Tıpkı Tanpınar’ın yaptığı gibi, biz de içimizdeki hatıraları şehrin insafına bırakalım. Zira hatıraların dile geleceği zamanı en iyi şehirler bilecektir.
Yunus Emre Tozal