Hafızada Bir Mekan Yazlık Sinemalar

YAZLIK SİNEMALAR VE GEÇMİŞİN İZLERİ

FEHMİ ERDEM AYBULUT

NOSTALJİ

Yunanca “yuvaya dönüş” (nostos) ve “acı / sancı” (algia) kelimelerinin birleşmesiyle oluşan, 17. yüzyılda İsviçreli bir tıp doktoru tarafından icat edilen bir kavram. Ona göre sılaya özlemden doğan ve ruhu tahrip eden bir “hastalık”, askerlerin, sürgünlerin, göçmenlerin şiddetle yaşadığı, eve, tanıdık bir çevreye duyulan özlem, melankoli. Ünlü yazar Milan Kundera; “ doyurulamamış dönüş arzusundan kaynaklanan bir keder” olarak yorumlamıştır. Bir depresyon türü, bir ruhsal problem olduğu kanaatiyle çok sayıda psikoloji temelli araştırmaya konu olmuştur aynı zamanda. Diğer yandan insanın, yaşadığı psikolojik sıkıntılarını aşmak için iyi anıları tutup kötü anıları unutmaya meyilli olduğuna dair izahatlar yapılmıştır ki buna göre geçmişe olan özlem, geçmişteki güzel zamanları hatırlama çabasından doğan problem çözme isteğinin tezahürüdür. Her ne kadar bu minvalde yaklaşım ve yorumlar üretilmiş olsa da zaman içerisinde dönüşerek günlük hayatımıza “geçmişin herhangi bir parçasını anımsama, o parçayı zihinde geçici de olsa yeniden canlandırma” olarak girmiştir nostalji kavramı.  

Peki, neden bir şeyleri hatırlamaktan vazgeçmiyor insan? Artık var olmayan insanlar, parçası olunmuş öyküler, hissedilmiş duygular, bugün belki birçoğu aşıldığından ağırlığı hissedilmeyen zorluklar ya da yoksunluktan filizlenen güçlü umutlar, idealler mi insanı kendine çeken? Fransız tarihçi Pierre Nora literatüre soktuğu “hafıza mekânı” kavramıyla belirli mekânların, nesnelerin, olayların bir grup insan için özel bir anlam ifade ettiğini belirtir. Kavramı toplumsal hafıza ile ilişkilendirir. Bu açıdan, insanın mekânı ve mekânın da insanı dönüştürme, şekillendirme gücünden hareketle geçmişe dair konuşmak aslında insanları kendileri yapan her şeye dair konuşmak demek. Hatırlamak da. 

Osmanlı dönemi İstanbul’unun kozmopolit yapısını en iyi yansıtan semtlerdendir Balat ve Fener. Uzun yıllar boyunca bu niteliklerini korumuşlardır. Farklı etnik ve dinî kimliklere sahip gruplar toplumun bir parçası olarak zengin bir kültürel mirasın oluşmasını sağlamıştır. Zaman içerisinde kent içi birçok tarihî niteliğe sahip yerleşme gibi Balat ve Fener de toplumsal ve mekânsal bazı dönüşümler geçirmiş, geçirmeye devam etmektedir. Son yıllarda çokça habere konu olmakta, gerek turizm ve yenileme odaklı çalışmalar gerekse kültür sanat ve eğlence sektörünün ilgisi sayesinde insanların gündeminde kendine yer bulmaktadır. İster istemez bu popülerleşmenin yerleşmenin bilinen kimliğine yaptığı etki özellikle gündeme geliş şekli açısından sorgulanmakta, tartışılmaktadır.

Sokaklarında çekilen ve geniş bir çevreye ulaşarak farklı birçok insanın bu değerli mirastan haberdar olmasını sağlayan sinema filmleri, televizyon dizileri, Balat ve Fener semtlerinin bilinen kimliği ile ilgili yeterince güçlü ve anlamlı çağrışımlar yapabiliyor mu? Yoksa semt mekânı yalnızca renkli bir dekor olarak mı kullanılıyor? Jaques Derrida’nın “hayaletlerin mekânı”, “dün olmuş, bugün olmakta ve gelecekte olacak olanların kendi geçmişlerine bıraktığı izlerle dolu birer hayalet ev” olarak tanımladığı filmler, temel bir teorik bakışa göre izleyenin kendi belleğinde, kendi tecrübe alanında belli belirsiz izlerle temas edebildiği sürece hem sanatı, hem öyküyü hem de insanı daha değerli kılar. Hayaletler ancak böyle can bulabilir. Kapı önlerinde oturup örgü ören kadınların, sokakta oynayan küçük çocukların, evinin penceresinden sokağı izleyen yorgun bakışlı yaşlı adamların hayatlarına içtenlikle dâhil olan ziyaretçilerce çekilen sevimli fotoğraflar, iyi birer anlatıcı olmanın ötesinde akıp giden zamanda bir durak inşa edebiliyor mu? Yoksa akıştan koparılan ve zihinde kendine kalıcı bir yer bulamayan anlık görüntüler olarak mı kalıyor? John Berger’in deyimiyle “fotoğraf sadece bir araç değil, algılama biçiminin bir parçasıdır, fotoğrafı çekilen/çekilmiş bir an, ancak ona bakan insanın gözünde, fotoğrafı aşan, kendinden dışarıya el uzatan bir insanın, bir başka zamanı yakalama isteğiyle anlam kazanır.” Tüm bunlar düşünüldüğünde yaşanmışlıkla dolu evlerin, türlü kaderlere açılan kapıların, sokakların, pencerelerin bugün göründüğünden daha başka, daha zengin bir hikâyesi olduğu gerçeği ortada duruyor.

BİR HAFIZA MEKÂNI: YAZLIK SİNEMALAR

Gerek tarih kitapları gerekse çocukluğu, gençliği Fener, Balat sokaklarında geçmiş sakinlerinin anıları bizlere gerçek bir mahalle kültürünün varlığını gösteriyor. Aile merkezli olsa da komşu kavramının sınırlarını genişletmiş bir anlayışa sahip, sadece fiziki bir alan olmayıp sosyal ve kültürel, iç içe geçmiş bir yapı. 

Fener, Balat ve çevre semtlerde özellikle 20. yüzyılın ilk yarısında tüm halkı bir araya getiren önemli etkinlikler yapılmaktaydı. Kahvehanelerde icra edilen karagöz oyunları, ışıklandırılan bahçelerde hünerlerini sergileyen cambazlar zamanla yerlerini sinema ve tiyatrolara bıraktı. Ardından tiyatrolar da sinema salonuna / yazlık sinemalara dönüştü. Uzun yıllar çevre mahallelerde yaşayanları da çeken temel eğlence ve sosyalleşme mekânı olma özelliğini korudu sinemalar. Bunların ilki İstanbul’un da ilk sinemalarından olan “Balat Milli Sinema” ismiyle bilinmekteydi. Balat’ta, Vodina Caddesi üzerindeki bir çıkmaz sokağın sonunda bulunan 2 katlı bir yapıdır. Balat Milli Sinema’dan sonra başka sinemalar da faaliyet göstermeye başladı. Kapalı mekânların hem maliyetli hem de belirli kurallara göre hareket edilen kısıtlayıcı yerler olması, yaşattığı açık hava deneyimi ve yeme içme, ağlama, haykırma gibi eylemlere tanıdığı serbestisiyle insanları daha rahat hissettiren yazlık sinemaların yayılmasına neden olarak gösterilmektedir. Gündelik yaşam pratiklerinin gerçekleştiği, kültürel yaşantıda önemli bir yere sahip olan kamusal mekânlardı yazlık sinemalar. Etrafı dışarıdan görünmeyecek şekilde duvar veya perdeyle çevrili bu sinemalar tahtadan, birbirine sabitlenmiş konforsuz sandalyelerde perdenin büyüsüne hep birlikte dâhil ederdi insanları. Okullar kapanır kapanmaz açılır, havalar iyice soğuyunca kapanırdı. İstanbul’daki diğer birçokları gibi Hacı İsa Mektep Sokak’ta Mehtap, Milli Sinema’ya komşu Çiçek, Lonca’da Sur ve Molla Şakir Sokak’ta Sümer yazlık sinemaları, ışıldayan yıldızların altında yüzlerce insanın hikâyesine mekân oldu.  

Bu kültürü yaşamış, o günlerin havasını solumuş insanlar için en çok akılda kalan anılar yazlık sinemalarda geçen saatlerde yaşanmıştı. Komşularla haberleşilir, gidilecek gün kararlaştırılır, planlar ona göre yapılırdı. Sinemaya gidilecek akşam akşam yemeği bir telaş yenir, minderler alınır,  mahallece yola çıkılırdı sinemaya doğru.  Bakkala uğranır, çekirdekler, leblebiler, gazozlar alınırdı. Film esnasında yemek yasak olsa da kısa süreli sessizlik anlarında çıt sesleri duyulurdu. Cephesi perdeyi gören evlerde ışıklar kapanır, balkonlarda, kendi localarında hazır bulunurlardı sinemanın komşuları. Neredeyse her gösterimde film kopar, eli ayağına dolaşan makinistin gergin dakikalarda yaptığı müdahaleyle sabırsız bekleyiş son bulur, film kaldığı yerden alkışlar eşliğinde devam ederdi. İlerleyen saatlerde bir serinlik kaplardı havayı. Hırkalar, ceketler giyilirdi. Bazen filmin ortasında yağmur başlar, tek kapalı mekân olan makine dairesinin altına sığınılarak film izlemeye devam edilirdi. Çocuklar uykuya geçer, ebeveynler filmin sonunu çocuk gürültüsü olmadan nispeten daha rahat seyrederlerdi. Perdede “son” yazısının görünmesiyle birlikte sinemadan çıkılırken sonraki günlerde oynayacak filmlerin afişlerinin bulunduğu duvarın önünde bir süre beklenir, ardından farklı yöne gidecek komşularla vedalaşılır, biten filmi konuşarak eve doğru yürünürdü. 

Bugün Balat Milli Sinema, Mehtap, Çiçek; hiçbiri yok. Kimi harabe hâlde, kiminin yerinde bir pasaj, kiminde otopark, kiminde boyası akmış boş bir duvar var. Ancak zihinlerde hepsinin yerinde yitirilmiş geçmişe dair izler duruyor. Geçmişimiz; doğduğumuz, büyüdüğümüz evimiz, yaşadığımız ya da uzak geçmişe dair iyi ya da kötü, mutluluk veren ya da travmatik her unsur; evimizden bir parça eşya niteliğinde. Geçmişten, kendimize dair birçok şeyden geçen zamanla uzaklaşmaktayken “nostos”un “algia”sı, yitirilmiş geçmişin izlerini silmekten alıkoyuyor bizi.  

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’de yazdığı gibi, “Niçin geçmiş zaman bizi kuyu gibi çekiyor?…Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluğun kendisidir.”

Start typing and press Enter to search