Sezai Karakoç
FATİH SEMTİ VE SEZAİ KARAKOÇ
Kamil Eşfak BERKİ
Merhum ve mağfur Sezai Karakoç üstadımızın (1933-2021) Diriliş’te yayımladığı hatıralarıyla başlayalım. Yıl 1956’dır.
“Mart’ta çağrım üzerine ailem (Ergani’den) İstanbul’a geldi. Fatih’te ev tuttuk (…) Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih camileri bütün ihtişamıyla oradan görünüyordu.” Bu satırlarda dindar bir genç şairin bulunmaz nimet karşısında hissettiği şükrü, âdeta bir ikram hissini içimizde yaşarız. Hatıraların bir başka yerinde de (1966) Sultanahmet Camii’nin estetiğine bir yıl boyunca bakmaya doyamadığını anlatır. O yıl çıkardığı Diriliş dergisi için camiye yakın bir yerde yazıhane kiralamıştır. Ancak o yıllarda enflasyon yaşanmaktadır. İş bulamayan bir kardeşi bunalıma girmiştir. Oturdukları evin inşaatı da hâlâ sürmektedir, ev sahibini çok sevmişseler de yeni bir ev aramak zorunda kalırlar.
Üstadın vefatından sonra bir şiiri hızla ön plana çıktı, âdeta öbür şiirlerini bastırdı: Şehzadebaşı’nda Gün Doğmadan. Bu şiir belki kendisinin İstanbul’a ilk geldiği gecenin bir hatırası olarak okunabilir. Yani yıllar sonra bütün şiirlerinin toplandığı kitaba ad olan Gün Doğmadan mücerret bir isim değil bence.
Şehzadebaşı Sezai Karakoç’la birlikte edebiyatımızda özel bir yer edinmiştir gerçekten de. Mehmet Akif’in Fatih Camii, Yahya Kemal’in, Süleymaniyede Bayram Sabahı şiirleriyle yaptıkları gibi, Şehzadebaşı’nda Gün Doğmadan şiiriyle cami-semt çizgisini çeker. Ayrıca Sezai Bey’in Mehmet Akif’i incelediği eserinde Fatih semtini makarr mesabesinde tuttuğunu görürsünüz. Şairimiz bir şiirinde “Fatih Camii gibi aydınlıktınız” dizesinin yanı sıra, Fırtına başlıklı şiirinde şu dizeleri söyler:
Ben her taşı beşyüz yıl önce konmuş
Bir camiye tutunarak buluyordum kendimi
Bir yağmadan böyle kurtarıyordum kendimi (Fırtına şiiri)
Şeyh Galib, Abdülhak Hamid Mehmet Akif Yahya Kemal, Necip Fazıl, Arif Nihat Asya, Ziya Osman Saba’dan sonra, İstanbul’un manevi cephesini yoğurabilmiş yeni bir aşamadır Sezai Karakoç. İstanbul tarihinde iki defa şiddetli depremde kubbesi göçen Fatih Camii ve semti şiirimizde de yaşayacaktır. Akif gibi o da babasıyla birlikte Fatih Camii’nde teravih namazları kılmıştır. Daha ortaokulda Mithat Cemal Kuntay’ın Mehmed Akif monografisini heyecanla okuduğunu da yine hatıralarından biliyoruz.
“İstanbul’a geldiğimde bütün camileri dolaştım.” deyişi vardır bir de. Şu harika benzetişe bakınız: “biri maneviyatın leylak kokusunu taşıyorsa bir gül kokusunu duyuruyor insana.” Bu söz insanda Evliya Çelebi’nin o meşhur rüyasını çağrıştırmıyor mu? Şimdi ben diyeceğim: Fatih, Sezai Karakoç şiirinde bir nabız gibi atmaktadır. O artık kendi Fatih’inde, kendi özyaşamının ruhi rayihalarıyla birliktedir.
Yerleşecek yer aramak
Caminin avlusunda
Başı avuçlara almak
Gündoğmadan Şehzadebaşı’nda
Sürprizleri bitmeyen art arda gelen bir şiir dünyasındayız. İstanbul’da ilk durağı Şehzadebaşı; o gece sabah namazını beklemek, kim bilir şiiri de “ soğuk bir taşa oturmuş” yazmak.
Bir gün üstada sormaya karar vermiştim:
Gün de doğar gün de doğar
Bir gün mutlaka gün doğar
Gün doğmadan neler doğar
Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda
Dizelerini her okuyuşumda algıladığım tok ses beni mest ediyordu. “Üstadım bu şiirinizdeki nakarat özellikli ses bende davul sesinin ahengini yaşatıyor, acaba bir Ramazanda sahur vakti miydi?” diye sordum. Rahmetli üstadımız, “Evet… öyleydi…” demişti.
Şiir, günlük hayatın karşıt duruşuna aldanmadan, şairlerin iç dünyasında sürekli olmalıdır. Şiir, şairdeki hayatını yaşamalıdır. Büyük şairlerin şiir bütününü böyle hissederiz, zamanın varlığında geleceğe doğru bir akışı yaşarız onlarda. Sezai Karakoç’ta da. Ve serbest şiir çığırında en zengin gerçekleşim hâlinde. Bu akışı, bu şiir ırmağını, konumuz özelinde de Fatih semtini ilginç bir biçimde müşahade edeceğiz.
Aziz okurlar, 1964 yılında yazdığı ve kendisinin “büyük şiirim” diyerek adından söz ettiği “Köpük” şiirinde bir ipucu gibi yakalıyoruz şu dizeleri:
Daha dün kirecin rüyası bu kente indim
Gün doğmadan kiralık ev aradım Şehzadebaşı’nda
Geceye bir kartal gibi çarparaktan
İsa bu gelip konmuş elime Ayasofya’dan
Gün gelecek Fatih’te bir daha ev tutacaktır. Anne 1956’da, baba 1963’te baki âleme göçmüşlerdir. 1970’te bir şiir var ki o da Şehzadebaşı’ndan damla damla birikmişçesine: Fecir Devleti. Çok değişik bir şiir. O ara İslam’ın Dirilişi kitabından yargılanıyor şair. Çağdaşı şairler uzaktan seyretmekte. Meşhur ama komik 163.madde. Sonuç: 1 yıl 1 ay hapis. Düşünce suçu denen garabet. Fakat o yılmaz, yıldırılamaz, yılmadı hiç:
Çağırdığım fecirde yoğrulacak bir yapı
Dumanlar içinde
Alevler içinde bir Şeyh Galip’tir ustası
Bizi, Hüsn ü Aşk şairi (1757-1799) ile olan manevi ilişkisine de çağırmış oluyor. Bir niyaz şiiri…
Ve Şeyh Galib yeniden iş başında şafakta
Yeni dünyanın ilk ustalarından
Benim dünyamın muştucularından
(Şeyh Galib’i, Ergani’de 12 yaşında okumaya başlamıştı.) Galib’in 26 yaşından sonra şiir yazamaması olayına gönderiyor bizi, “biz onun kaldığı yerden aldık sancağı” demek istiyor. Son şiirinin sözleri şöyledir Galib’in:
Ben kaldım, o söz lebimde kaldı
Keşti-i ümmid lenger aldı
(O söz dudağımda kaldı/Ümit gemisi demir aldı.).
Hüzün, acı… Hayat çetin fakat nesilden nesile ödev sürecek… Hızırla Kırk Saat şairi, Galib’i de temsil edişini çıtlatmış bize.
Bu şiir de, gönülden bilincimize seslenir. Beklenmedik bir bitişi vardır:
“Çağırdığım işte bu FECİR DEVLETİ
İnsanlığın yeni bir kader dönüşümünde
(…)
Bütün gerçekliğiyle sûrelerden
Gelecek yeni bir, bir insan ruhu
Yüzü hep dönük fecir devletine
Gönlünde hep cennetten bir site
İpek örtülerin hışırtısı
Gün yüzlü insanların gezintisi
(…)
Her sabah gün doğarken
Güvercinler konarken taraçalara
Fatihte
Oturduğum
Çatı
Katında”(1970)
Merhum ve mağfur Sezai Karakoç 1970’te Diriliş dergisinde “Dinle İstanbul” yazısında “Kartal pençesine mi, ermiş gönlüne mi gebesin” diye sorar. (Çağ ve İlham I )
Yazıda Laleli Camii sahnesi vardır: bir Mehmet Akif, Yahya Kemal, Ziya Osman Saba misilli İstanbul yeni bir şaire kulak vermektedir artık: “Kimi akşamları güneş battığında akşam namazından sonra, açık Marmara’nın temiz aynasına bakan Laleli Camii’nin o geniş sahanlığında durur ve yavaş yavaş geceye gömülürken düşünürüm, hayalimdeki İstanbul’un aydınları, doğunun paha biçilmez aydınları, yönetici bilgin, asker, ne olursa olsun İstanbul’un düşünen kafaları, akşam namazından sonra burada bir beş dakika sohbet eder, ayaküstü konuşurlar, denize karşı gezinirler, konuşurlar, parmaklarıyla havaya ışıklı kavisler çizerler; onların bu beş dakikalık konuşmalarında bile bir çağ aydınlanır (…) işte bütün bunları düşünürüm ve orada tek başıma- hayır hayır ne yazık ki tek başıma değil, iki tane de musalla taşı var orada gecede eriyerek kalakalırım.” (Çağ ve İlham I)
Bir tevafuk olduğunu düşünüyorum; Sezai Karakoç’un kabri Mimar Sinan tarafından İstanbul’un ortası olarak tespit edilmiş olan ve bir sütunla işaretlenen noktanın hemen yanı başındadır. Ondan bizlere kalmış olan emanetin şuuruyla donanmak suretiyle ruhu şad, fikirleri daim olsun.
Sanki İstanbul onu Şehzadebaşı’nda karşılamış 16 Kasım 2021 tarihinde yine Şehzadebaşı’nda uğurlamıştır.
„
Kendinden bir şeyler kattın
Güzelleştirdin ölümü de
Ellerinin içiyle aydınlattın
Ölüm ne demektir anladım
(…)
Artık ölebilirdim
Bütün İstanbul şâhidim “ (1959)