Tanburi Cemil Bey
Tanburi Cemil Bey
Ali Ömer Yurddaş
Tanburi Cemil Bey 8 Mayıs 1871 yılında İstanbul Fatih’te Taşkasap semtinde dünyaya gelir. Babası sadrazam Hüsrev Paşa’nın kethüdası Mustafa Reşid Efendi’nin oğlu Tevfik Bey, annesi Âdile Sultan’ın saraylılarından Çerkes cariye Zihniyâr Hanım’dır. Bu evlilikten doğan dört çocuğun en küçüğüdür Cemil Bey. En büyük ağabeyi Reşad Bey Bektaşi meşrep bir derviştir. Aynı zamanda saz şairidir. Ablası Beyhan Hanım ise nazenin ve sanatçı tabiatlıdır. Diğer ağabeyi Ahmed Bey ise klasik üslubu takip eden bir sazendedir. Cemil Bey bürokrat bir aileye mensuptur. Üç yaşındayken kaybettiği babası Tevfik Bey altı dil bilen, müzikle de ilgilenmiş kültürlü birisidir. Bu kayıp, hüzünlü ve melankolik kişiliğinin altında yatan en büyük sebeptir. En küçük çocuk olması sebebiyle de yeterli alakayı görmemekten yakınır.
Babasının vefatı üzerine amcası Refik Bey sahip çıkar küçük Cemil’e. Cuma günleri annesinin yanında, diğer günlerde ise amcasının Horhor’daki otuz iki odalı konağında yaşamaya başlar. Konağın bütün nimetlerinden istifade eder, saz ve söz meclislerine divan arkasından katılır. Yeğenlerine gösterilen özen ve ilgiden nasiplenir. Yine de babasının boşluğu hiçbir şeyi dolduramaz. Haseki civarındaki mahalle mektebine devam eder, ardından rüştiyeyi bitirir. Fransızca özel dersler alır. Bu konakta geleneksel yaşantıya karşın dönemin ruhu içerisinde Batı’dan gelen yenilik rüzgârlarına da kayıtsız kalmaz. Hamidiye Ticaret Mektebi ile Mekteb-i Mülkiye-i Şahane’ye devam eder fakat sinir rahatsızlığından dolayı mezun olamaz.
Cemil Bey’in müziğe olan eğilimi ve merakı çocukluğunda belirir. O günlerde büyüyünce parlak bir isim olacağı bellidir. Bardaklara farklı seviyelerde su doldurup çubukla sesler çıkartır, lastikleri tahta parçasına gerip kopuncaya kadar çalar. Yaşı biraz daha geçtikçe ağabeyi Ahmed Bey’in tamburunu gizli gizli alarak kendi kendine talim eder, yakalandıktan sonra Ahmed Bey’in kendisine tambur hediye etmesiyle beraber ilk müzik bilgisini ondan öğrenir. Ahmed Bey birçok enstrümanda mahir, müziğe meraklı bir kimsedir. Konağa gidip gelenler arasında dönemin meşhur müzisyenlerinden Tanburi Ali Efendi de vardır. Cemil Bey küçük yaşta olduğu için meclise doğrudan dâhil olamaz, ancak konuşulanlardan ve icra edilen eserlerden büyük bir lezzet alır. Ağzına çalınan bu bal ile müziğe iştiyakı daha da kuvvetlenir. Meşkhanedeki müzik aletlerini bir bir tecrübe eder. Kemanın sesi acı olduğu için lezzet alamaz. Sıra kanuna gelir, yetmiş sekiz teli akort etmek zor olduğundan ondan da vazgeçer. En sonunda tamburda karar kılar. Tambur onun için acılarından uzaklaştığı, dünyasının genişlediği ferahlama durağıdır. Gece gündüz çalışır. Kemani Ağa Aleksan’dan Hamparsum ve Batı notası öğrenir. Nota yazımı konusunda kendini geliştirecek, hatta nota yayıncılığı bile yapacaktır.
Cemil Bey’in geleneksel tarzda hocası olmamıştır. Hayata karşı yalnız olan Cemil Bey kendi kendini yetiştirir. Belki bu sebeplerden olsa gerek herkesten farklı icra eder tamburunu. Âdeta konuşturur, sorular sorar, cevaplar bulur nağmelerinde. Klasik tambur tavrının tekdüzeliğine karşın, cömert mızrap kullanışı, bol çarpmalı, seri nağmelerle müziğe yeni bir tavır kazandırır. Bir iki yıl içerisinde rüşdünü ispat ederek musiki meclislerinde meşhur olur, övgüyle karşılanır. Bir gün klasik tambur tavrının temsilcisi, Cemil Bey’in Mülkiye’den arkadaşı Aziz Bey’in babası Tanburi Ali Efendi ile Şehremini’nde Mazhar Paşa’nın konağında birbirlerine tesadüf ederler. Cemil Bey’in icrasını dinledikten sonra şu sözleri söyler: “Evladım bu tanburu yıllardır çalarım, az çok hakkını da verdiğimi sanırdım. Fakat seni dinledikten sonra bu tamburu elime almayacağım. Bir gün gün bütün musiki âlemi senin önünde ayağa kalkacak, sultanlar bile…” Bu iddialı sözler karşısında meclistekilerin hayrete düştüğü şüphesizdir. Övgülerin yanında, “Bu tambur tavrı değildir!” diyerek eleştirenlerin sayısı da az değildir.
Günler böyle geçerken amcası Refik Bey, Hakk’ın rahmetine kavuşur. Bu üzücü hadise ile Cemil Bey yıkılır. Önce Bakırköy, daha sonra Kartal kaymakamı amcazadesi Mahmud Bey’in yanına taşınır. Mahmud Bey özel olarak ilgilenir Cemil Bey’le; ta ki Suriye’ye tayini çıkana dek. Cemil Bey annesinin yanına, Taşkasap’taki evine geri döner. İçkiye başlaması da bu yıllara tesadüf eder. İstanbul’da kültür-sanat çevrelerine dâhil olur, Leyla Saz’ın meclislerine devam eder. Dönemin meşhur simalarıyla dostluklar kurar. O artık İstanbul’un müzisyenidir. Bahariye Mevlevihane’sinde Aziz Dede’nin ney taksimiyle vecde gelirken, başka bir gün Sulukule’de heyecanla klarnet dinlemekte yahut Yakacık’ta pehlivan güreşlerini izlerken zurnanın sesine kulak kesilmektedir. İstanbul’un bütün müzik türlerini ve biçimlerini içine sindirmiştir. Öyle ki sadece tambur ve kemençeyle yetinmemiş, eline aldığı her enstrümanı denemiş ve başarıyla icra etmiştir. Bunlar arasında viyolonsel, tar, çöğür, ud, kanun, klarnet, zurna vardır.
Müziğe olan ilgisi devam ederken bir yandan memurluk hayatı başlar. 19 Ekim 1892’de Bâb-ı Âli Tercüme Kalemi’nde mülazım olarak göreve başlar, hemen ardından Hariciye Nezareti Umur-ı Şehbenderi Kalemi kâtipliğine geçer. Sonrasında başkâtipliğe yükselir. Kendisine 2. Abdülhamid tarafından ikinci rütbe Mecidi Nişanı verilmiştir. Sultan, Batı müziğine daha yakın olmasına karşın Cemil Bey’i bir gün huzuruna çağırır. Büyük heyecan ve karmaşık duygular içerisinde huzura varan Cemil Bey paravanın arkasında olan 2. Abdülhamid’e tamburuyla Hamidiye Marşı’nı çalar, akabinde Tahir Buselik makamındaki peşrevini icra eder. Yaylı tamburla taksim yapmaya başlayınca kulağına “teessür-i şahaneyi mucip oldu” denilince hemen taksimi bitirip eline kemençeyi alır. Cemil Bey’in mahir olduğu diğer bir mesele de yayıyla sazlardan farklı sesler çıkarabilmesidir. En güzel örneği plağa kaydettiği Çoban Taksimi’dir. Sultan’ın huzurunda kemençeye Fatma Hanım dedirterek; çocuk ağlaması, köpek havlaması, tulumbacı nidalarıyla ninniler çalar. Sultanı âdeta İstanbul sokaklarında kısa bir gezintiye çıkarmıştır. Övgülerle ve ihsanlarla ayrılır huzurdan. Cemil Bey tamburi olarak ünlenmesine karşın kemençeyi de aynı ustalıkla çalabilmektedir. Kemençe sadece eğlence ve meyhane sazıyken artık onun ellerinde klasik eserlerin de çalınabileceği ince saza dönüşmüştür.
1901 yılına gelindiğinde annesinin ve arkadaşlarının yoğun ısrarları sonucunda Defter-i Hakani Müdürlüğü’nden Nazif Bey’in kızı Şerife Saide Hanım ile evlenir. Bu izdivaçtan 1902 senesinin aralık ayında Mesud Cemil dünyaya gelir. Mesud Cemil babasının izinden giderek müzikle ilgilenecek, tambur ve viyolonsel virtüözü olacaktır. Türk ve Batı müziğini iyi öğrenerek, TRT’de ve çeşitli kurumlarda yöneticilik, spikerlik, programcılık ve koro şefliği yapacaktır. Mesud Cemil 1947 yılında Tanburi Cemil’in Hayatı adlı eseriyle babasının hatırasını ölümsüzleştirir.
Cemil Bey çocukluğundan beri okur-yazar bir çevrede büyüdüğü için Osmanlı aydını olarak yetişmiştir. Batı’daki müzikle ilgili yayınları ve yenilikleri takip etmiş, Türk müziğine nasıl yardımcı olacağı hususunda epeyce kafa yormuştur. Böylece icracılığının yanı sıra yazarlık yapmaya da başlar. Makaleleri Sabah gazetesinde yayımlanır. Bu durum dönemi için şaşırtıcı olmuştur, müzik okur-yazarlığı henüz yeni yeni ortaya çıkmışken bir icracının teorik konulara değinmesi, Türk müziği otoritelerinin eleştirilerine sebep olmuştur, ancak Cemil Bey teorisyen olma iddiasında değildir. Pragmatik bakış açısıyla yeni başlayacak olanlara Batı ve Türk müziği arasında münasebeti göstermek niyetindedir. Bu sebeple metot kitabı eksikliğini fark ederek müziğe giriş mantığıyla Rehber-i Musiki adlı telif eserini yazacaktır. Akabinde müzik sözlüğü ve kemençe metodu hazırlamaya başlamış, ancak bitirmeye ömrü vefa etmemiştir. Cemil Bey’in yayımlanmamış iki adet Fransızca roman tercümesi de mevcuttur.
Cemil Bey Türk müziğinde herkese nasip olmayacak bir üne kavuşmuştur. Şöhreti sınırları aşarak yurt dışında da zevkle dinlenmiştir. Bunun en büyük sebebi plak kayıtlarıdır. Gramofonun Türkiye’ye gelmesiyle birlikte birçok kayıt şirketi ve plak fabrikası açılmıştır. Cemil Bey de yüz elliyi aşkın plak doldurur. Kayıtlarının önemli kısmında solo çalar, kendi bestelerini ve özellikle taksimlerini icra etmiştir. Yahya Kemal Beyatlı’yı Paris’e dönmekten vazgeçiren ve ona “Kar Musikileri” şiirini yazdıran şüphesiz Cemil Bey’dir.
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.
- Meşrutiyet’in ilanından sonra kendi isteğiyle memuriyetten ayrılan Cemil Bey, Sultan Reşad’ın isteğiyle Musika-yi Hümayun’a çağrılır fakat bu teklifi geri çevirir. 1912 yılında Darülbedayi’nin müzik bölümünde ders verir. Artık bütün geçimini özel derslerden ve plak kayıtların sağlamaktadır. Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa Cemil Bey’i Kahire’ye davet eder ancak bu nazik teklifi reddeder. Bu yıllarda içkiye olan düşkünlüğü giderek artar. Bohem bir hayat sürer. Sineklibakkal’daki evinin bahçesinde, ismini “uzletgâh” koyduğu kulübesinde yaşamaya başlar. Misafirlerini burada ağırlayarak sabahlara kadar müzik yapar. 1914 yılında askerlik muayenesinde verem hastalığına yakalandığı anlaşılır. Sevenleri ve dostları tarafından İsviçre’ye tedaviye gönderilmek istenir, ancak Cemil Bey ne İsviçre’ye ne de sanatoryuma gitmeyi kabul eder.
1916 yılının temmuz ayında hastalığı ağırlaşır, sevenlerine son olarak şu sözleri söyler: “Vakit geldi! Yirmi beş sene rindâne yaşadım. Öldüğüme teessüf etmiyorum. Lakin sizin için bâdî-i ıstırab oldum. Afvediniz! Kendinize ve Mesud’a iyi bakınız…” 28 Temmuz sabahı diğer günlerden farklıdır artık, tambur soğumuş, İstanbul hoş sedasını kaybetmiştir. 29 Temmuz’da cenazesi Fatih Camii’ne getirilir. Namazı kılındıktan sonra Merkez Efendi Tekkesi’nin haziresine defnedilir. Cenazesine katılım pek az olmuş, sade bir merasimle uğurlanmıştır. Vefatından uzun yıllar sonra mezar yeri kaybolur. 1950’lerde tekrardan tespit edilir. Mezarı taşı ise ancak 2012 yılındaMesud Cemil’in öğrencisi Necdet Yaşar’ın gayretleriyle dikilebilmiştir.
Hatırası bugün Fatih’te bir sokakta yaşatılan Cemil Bey’den geriye; plak kayıtları, şarkılar ve saz eserlerinin yanında Türk müziğine armağan ettiği Kadı Fuad Efendi, Tanburi Hikmet Bey, Refik ve Fahire Fersan, Faize Ergin gibi isimler kalmıştır.