Fatih’in “Hafıza Mekânlarından” Abdüllatif Suphi Paşa’nın Konağı

Turgay Anar

Her düşünce, öncelikle bir temele ve o temelin üzerinde yıkılmadan durmak için de bir mekâna ihtiyaç duyar. Aslında insan, bir mekânın sahibi olduğu, ona dokunduğu, onu anlamaya başladığı andan itibaren kendini var kılar. Mekân kelimesinin “kevn” kökünden türemesi, bu kökün ise “olma/var olma” ile ontolojik bağlantısı üzerinde dikkatle durmak gerekir. İnsanın mekânlarla hem büyük ve hem de küçük evreni (kendini) tanımaya başlaması, onun sıradan bir anlama sahip olmadığını gösterir. İnsan, bir mekânı kuşatarak ona çeşitli anlamlar katar. Bu rastgele bir bağlantı değildir asla. Ontolojik bağlantı ile mekân, aslında zaman dediğimiz kronos “canavarını” kendi “peteklerinde” tutar. Yani zaman, bir dalganın köpüğü gibi avuçlarımızdan kayıp gitmez. Bu durum insanın pek çok yönden dağılmasını da engeller. Mekân sadece “rayiç bedel” açısından değil üzerine zamanın tozu bulaşmış her türden anıyı sakladığından değerlidir. İnsanı diğer canlılardan ayıran temel nitelik bir hafızasının olmasıdır. Bu da insan olmak ve insan kalmanın en önemli miyarıdır. “Hafıza”, insanın her şeye rağmen ayakta kalmasını, geçmişin silinip gitmesini engeller. O, işte tam da burada kritik bir görev üslenir. Her türden geçmişi depolar ve gerekli zamanlarda onun tekrar ortaya çıkmasını sağlar.
Günümüzde Horhor Yokuşu’nun hemen başında yer alan Abdüllatif Suphi Paşa’nın konağı, manen Taş Kasap’ta yer alan babası Abdurrahman Sami Paşa Konağının devamıdır. Osmanlı’nın son devirlerinde yüksek derecede devlet görevlerinde bulunan aile, maarif nazırlığı (baba ve oğul) ve Cumhuriyet sonrasında ise Milli Eğitim Bakanlığı yapan mensupları (Hamdullah Suphi Tanrıöver) sayesinde son derece önemlidir. Aile Osmanlı devirlerinde önemli bir edebiyatçıyı da yetiştirmiştir: Sami Paşazade Sezai.
Türk düşünce hayatı ve edebiyatında konaklar şair, yazar ve ilim adamlarının maddi ve manevi anlamda desteklendiği, himaye edildiği ve çoğunlukla da ilmî, edebî, siyasi toplantı ve benzeri konulardaki tartışma ve sohbetlerin düzenlendiği mekânlar olarak karşımıza çıkar. Bir nevi sanat/kâr hamisi olarak değerlendirebileceğimiz paşa ve beylerin konaklarına katılmak, o devirlerdeki şair ve sanatkârların görece rahat bir hayata adım atmalarına imkân sağlar. Konaklar, kuruldukları muhitlerdeki fakir halkın geçimlerine de yardım eden bir görüntüye sahip olsalar da buradaki ilmî ve edebî toplantılara genelde sıradan halk tabakasından insanlar kabul edilmez. Şair ve sanatkârların konaklara davet edilmek için aşmaları gereken bir merhale vardır. Konağa kabul edilmek, şair ve sanatkârın bir hamiye uzattığı yardım elinin çok büyük hatalar işlemedikçe bırakılmayacağının garantisini de sağlar. Konak kelimesi aslında bir anlamda o toplumda yaşayan insanların sosyal statüsünü de gösterir.

Şerif Mardin, Sultan Abdülaziz’in saltanatı sırasında büyük konakların “eğitici kurumlar” oldukları kadar “tartışma merkezleri” ve “yoğun kültürel faaliyetlerin odağı” hâline geldiğini boşuna söylemez. Özellikle konaklarda tertiplenen toplantıların devrin okuryazar kesimlerinde revaç bulduğunu biliyoruz. Konaklardaki misafirler genellikle bir yabancı dil bilen yerli ve yabancı öğretmenlerdir. Bu kişiler, Batı medeniyet ve kültürünü özümsemiş ve içinde yaşadıkları Osmanlı toplumunda da bir medeniyet değişiminin gerekliliğine iman etmişlerdir. Yeni Osmanlı hareketinin başlangıç safhasında böyle Batılı entelektüellerin önemli fikirleri buradakilerin hizmetine sunduklarını söyleyebiliriz. Mardin’in önemli bir tespiti de konaklardaki böyle tartışmaların Batı’nın kültürel mirasının parçası olan düşüncelerin Osmanlı Devleti’ne getirme teşebbüsleriyle eş zamanlı yürütüldüğüdür.

Sicill-i Osmânî’nin verdiği bilgiye göre Suphi Paşa, “ lim, fâzıl, şair, münşî, cömert ve zevki sever” bir kişidir. “ sâr-ı atîka’ya dair bir kitabı” vardır, “İbn Haldun’un eserinin bir kısmını tercüme etmiş” ve “İslam tarihinden bir cilt kadar kaleme almıştır.” Onun da tıpkı babası Abdurrahman Sami Paşa gibi konağını ilim adamlarına ve yazarlara açtığını, burayı bir ilim akademisine yahut mahfile çevirdiğini mutlaka hatırlamalıyız.

İstanbul’da Fatih ilçesi, Babahasan Alemi Mahallesi’nde bulunan Abdüllatif Suphi Paşa Konağı, Horhor Caddesi üzerindedir. Baba ve oğul arasındaki hemen her alandaki benzerlikler, konaklarındaki mahfillerde de kendini gösterir. Bu konak aslında babası Abdurrahman Sami Paşa konağının bir uzantısı, onun farklı bir boyutta tamamlayıcısı gibi düşünülebilir. Bu sebepten bu kişilerden bahseden pek çok araştırmacı ve yazar, bu iki konağı birbirinden ayırmadan, iki konağı tek bir konakmış gibi düşünerek bilgi verir.

Mahfil toplantılarının, yani edebî, kültürel ve sanatsal bir hafızanın ortaya çıkmasının tam olarak ne zaman başladığıyla ilgili bilgimiz olmamasına rağmen, Abdurrahman Sami Paşa hayattayken buradaki toplantıları yönettiğiyle ilgili konaktaki toplantıların 1881 yılından önce başlamış olduğunu düşünebiliriz.
Konakta Hindistan’dan, Afganistan’dan, İran ve Irak’tan pek çok misafir ve ilim adamı konaklamıştır. Suphi Paşa, misafirleriyle de ilim ve edebiyat konularında sohbet ve tartışmalar yapan bir devlet adamıdır. Necdet Sakaoğlu’nun verdiği bilgiye göre “Paşa dairesi yüksek düzeydeki aydınlara, ulemaya; kethüda dairesi semtin orta hâlli komşularına; ağa odaları kimsesizlere” açıktır. Tıpkı babasının konağındaki gibi konakta çalışanların çocuklarından okumaya istekli olanlar konaktaki hocalar tarafından okutulmuş, devlet kademesinde bu çocukların yer alabilmesi için her türlü imkân seferber edilmiştir. Suphi Paşa’nın Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin kurucularından olan oğlu Ayetullah Bey, babasının konağında hususi hocalardan eğitim almıştır.
Konaklarda -tekke, kıraathanelerde gibi mekânlarda da- bir araya gelen mahfil müdavimlerinin buradaki konu ve konuşmalardan da etkilenmeleri çok doğaldır. Mahfillerde, edebiyat konularının dışında devrin pek çok konusuna da değinildiği vakidir. Buralarda ayrıca çeşitli siyasi ve sosyal konuların da konuşulduğunu devrin iç hayatını gösteren bazı hatıralardan öğreniriz. Özellikle bu iki konak, mahfil sahiplerinin siyasi ve sosyal fikirleri dikkate alındığında, devrin hâkim paradigmasını çeşitli şekillerde inceleyip irdeleyen bir anlayışa sahiptir.
Tanpınar, 19’uncu Asır Türk Edebiyat Tarihi’nde, Reşid Paşa ve dairesini anlattığı bölümün sonlarına doğru, konaklarını ilim ve sanat adamlarına açmış diğer şahsiyetlere de sözü getirerek Yusuf Kâmil Paşa ve Suphi Paşa’nın “hiçbir zaman mühim tesirleri”nin olmadığını kesin bir dille açıklar. Aslında bu ifade “aşırı bir iddia”dır. Çünkü özellikle Sami Paşa Konağı’nın manen devamı niteliğindeki Suphi Paşa Konağı’nda pek çok şair ve yazar toplanmış, paşa öyle veya böyle edebiyatçıları desteklemiş ve onları himaye ederek gündelik sorunlar karşısında onların iz bırakmadan çekip gitmelerine bir set çekmiştir.

Suphi Paşa’nın babası, konaktaki mahfil toplantılarını vefatına kadar bilfiil yönetmiştir. Babasının vefatıyla da toplantıların yöneticisi Suphi Paşa olmuştur. 1888’de Suphi Paşa’nın ölümüyle de mahfil dağılmıştır. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra paşanın oğullarından Hamdullah Suphi Tanrıöver, konağı restore ettirerek Türk Ocağı toplantılarını bir gelenek oluşturmak amacıyla olsa gerek burada yapmıştır. Tanrıöver de dedesi ve babası gibi sanat-edebiyat toplantıları düzenleme geleneğini sürdürmeye çalışmıştır. Taha Toros, Tanrıöver’in baba yadigârı bu konakta, 1957 yılında hemen her hafta sohbetler düzenlediğini belirtir.

Konak, günümüzde hâlâ ayaktadır ve İstanbul Üniversitesi’nin mülkü içindedir. Fatih’in böyle köklü bir hafıza mekânına sahip olması, semtin eski zamanlarda sadece idari bir başkent değil aynı zamanda edebiyat, kültür ve medeniyetin de başkenti olacak kadar değerli olduğunu ispat eder.

Start typing and press Enter to search