FOTOĞRAFIN IŞIĞINDA PARLAYAN BİR SANATÇI İZZET KERİBAR
Pelin Avcı
İzzet Keribar’ın yaşamı, bir aile mirası, sanatın ve ticaretin kesiştiği noktada şekillenmiş bir öykü. Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğmuş ancak yaşamın sadece imkânlarla sınırlı olmadığını erkenden fark etmiş bir isim. Fotoğraf çekerek dünyaya bakış açısını şekillendiren Keribar, zamanla bu tutkusunu profesyonel bir kariyere dönüştürmüş. Röportajımızı onun İstanbul’da fotoğraf çekmeyi en çok sevdiği “Kapalıçarşı”da yaptık. Güneşten en az etkileneceğimiz günü ve saati belirledikten sonra Kapalıçarşı Yönetim Kurulu’nun da destekleri ile çatılara çıkabildik. İzzet Hoca’nın radarında Nuri Osmaniye Camii takıldı. Doğru açı için uzun bir süre çatılarda yürüdük. Doğru ışık için de epey zaman bulutların hareketlerini takip ettik. Dergi ekibi yoruldu ama İzzet Hoca sabrederek vizöründe istediği görüntüyü aradı ve buldu. Fotoğraflarını sadece görüntü olmaktan öteye nasıl götürdüğünü ve bir çok sorumun cevabını 37 derece havaya rağmen 87 yaşında onu hâlâ aşkla çalışırken görünce öğrendim. Fotoğrafın ışığında parlayan İzzet Keribar’ın hikâyesi, insan merakının, tutkusunun ve azminin ne kadar büyük bir etki yaratabileceğini anlatıyor.
Nasıl bir aile büyüdünüz ve fotoğrafla nasıl tanıştınız?
Varlıklı ailenin çocuğu olarak doğdum. Şanslı bir çocukluk geçirdim ve kaliteli bir eğitim aldım. İngilizce ve piyano dersleri gibi olanaklarla donatıldım. Ancak en büyük fırsatı ağabeyim Leon Keribar sayesinde buldum. Onun benim için taşıdığı anlamı tarif etmek zor. Bisiklete binmeyi, yüzmeyi, resim yapmayı ve fotoğraf çekmeyi ondan öğrendim. Ağabeyim, sadece ailemden biri gibi değil, aynı zamanda benim için bir rehber gibiydi. İstanbul’u birlikte keşfetmek, okuldan kaçıp fotoğraf çekmek için gizlice dolaşmak gibi birçok anımız oldu. Özellikle Fatih bölgesi, Kapalıçarşı ve çeşitli camiler, fotoğraf çekmekten büyük keyif aldığımız noktalardı. Arkadaş çevremde bu ilgimi her zaman bilirdi. Hatta okul yıllığına bile, “Eğer İzzet’i arıyorsanız, muhtemelen fotoğraf stüdyolarının vitrinlerini inceliyordur” şeklinde bir not düşülmüştü. Keşke o yıllarda daha fazla fotoğraf çekme fırsatım olsaydı.
Sanata olan yakınlığımın temeli de ağabeyimle başladı diyebilirim. Annem ise müzikte benim için bir kapı aralamıştı; beni sıkça konserlere götürürdü ve kendi de piyano çalardı. Ağabeyimde Elmar objektifi olan bir Leica IIIc vardı, benim de bir tane olsun istiyordum. 1953 yılında liseyi bitirdiğimde, şu an hâlâ bende duran, diyafram açıklığı f/2 olan Summitar 50 mm objektifiyle telemetreli bir Leica IIIf makineyi Almanya’dan sipariş ettik. Okulu iftiharla bitirdiğim için babam hediye olarak almıştı. Geldiği anın heyecanını hiç unutamıyorum. Uyurken fotoğraf makinemi yanıma alıyordum. Kısa sürede hem siyah-beyaz hem de dia (slayt) filmleriyle fotoğraf çekmeye başladım. Özellikle 1953 yılında bu makineyle siyah-beyaz İstanbul fotoğrafları çekmek benim için büyük bir zevkti. Daha önceki çekimlerimi ise 1952 yılında sahip olduğum 35 mm’lik Regula fotoğraf makinesiyle gerçekleştirmiştim.
BABAM TİCARETİN İNCELİKLERİNİ ÖĞRETTİ
Babanız vesilesi ile ticaretle de ilgilenmişsiniz. Bu deneyimin fotoğraf hayatınıza katkısı oldu mu?
Züccaciye işine odaklanan eski bir firmamız vardı ki, bu iş babamın ve amcamın nesiller boyu sürdürdüğü bir mirastı. İthalat kısıtlamalarına rağmen işleri oldukça iyi gidiyordu. Ürünlerimizin tamamı yurtdışından temin ediliyordu. Porselen, cam ürünleri, hediyelik eşyalar, emaye ürünler, alüminyum ürünler, lüks lambalar, mutfak takımları, çatal bıçak setleri gibi birçok ürünü müşterilerimize sunuyorduk. Babam, bu dönemim hayatımın önemli bir parçasını oluşturan ticaretin inceliklerini benimle paylaşmaktan çekinmedi. Muhasebe işlerini ve tezgâhtarlık becerilerini öğrenme fırsatı buldum. Satış yapma sanatını bana öğreten de kendisiydi. Ayrıca kasayı da ben tutardım. Bu deneyimler ve sonraki ticari işlerim, fotoğrafçılıktan gelir elde etmeye karar verdiğimde de benim için çok değerli birer araç haline geldi.
KORE’DE ÇOK ŞEY ÖĞRENDİM
Kore gibi uzak bir coğrafyada askerlik yapmak ve orada uzun bir zaman geçirmek size neler kazandırdı? Kore’de fotoğraf çekmeye nasıl devam ettiniz?
Evet, askerliğimi yedek subay tercüman olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kore Savaşı’nın başlangıcından beri oraya gönderdiği 7. Değiştirme Birliği’nde gerçekleştirdim. Yaklaşık bir yıl süresince Kore’de kaldım. Saint-Michel Fransız Lisesi’ni bitirdikten sonra Ankara Yedek Subay Tank Okulu’na gönderildim. Bir gün yüzbaşımız sınıfa gelerek “İngilizce imtihanını başarıyla geçtiniz ve tercüman olarak atanacaksınız.” dedi. Ardından Kore’ye gitmek için gönüllü olup olmayacağımızı sordular. Ben hemen elimi kaldırarak gönüllü oldum. 22 gün süren zorlu bir yolculuğun ardından Kore’ye ulaştık ve böylece bir yıl sürecek olan maceramız başlamış oldu.
Kore Savaşı’nı tarihsel bir perspektifle hatırlayacak olursak, Kuzey Kore’nin Güney Kore’ye saldırmasıyla 25 Haziran 1950 tarihinde başlamıştı. 1953 yılında savaş sona erse de, o dönemde Kore’de büyük bir fakirlik ve açlık hüküm sürmekteydi. İnsanlar umutsuzdu, hırsızlık ve gasp olağan bir durumdu. Yıkık dökük bir başkent olan Seul’de tek başına dolaşmak bile büyük tehlikeler içeriyordu. Bu dönemde birçok şey öğrendim. En önemlisi yalnızlıkla baş etmeyi öğrendim. Saint-Michel Fransız Lisesi mezuniyetim ve aynı zamanda ağabeyimden öğrendiğim ve Amerikan askerleriyle iletişim kurarak geliştirdiğim akıcı İngilizcem sayesinde tercümanlık görevini başarılı bir şekilde yerine getiriyordum. Kore’de bulunduğum süre boyunca fotoğraf makinesini her zaman yanımda taşıdım ve çektiğim fotoğraflar beğeni topladığı için kısa sürede “fotoğrafçı İzzet Keribar” olarak tanınmaya başladım.
Tercümanlık görevimin yanı sıra Foto Film Subayı olarak da faaliyet gösterdim. Tugay içerisinde “North Star” adında bir gazete çıkarıyorduk. Hem fotoğraf editörlüğünü üstleniyor hem de haberleri hazırlıyordum. Ayrıca tugayda gösterim yapılacak 16 mm’lik filmleri değiştirmek üzere jiple Seul’deki 8. Ordu Amerikan Karargâhı’na yaklaşık iki saatlik bir yolculuk yapıyordum. Bu Seul yolculukları hem keyifli bir görev hem de büyüleyici bir deneyim sunuyordu. Şoförüm eşliğinde filmleri değiştirdikten sonra akşama kadar fotoğraf çekmek için zaman buluyordum. Siyah beyaz filmlerimi laboratuvara götürüp yıkattığım zaman, arada çektiğim görüntülerimi baskıya alırdım. Bu süreçte Mr. Kim adında bir Koreli ile tanıştım. Zamanla aramızda sıcak bir dostluk gelişti. Siyah beyaz filmlerimi onun yardımıyla banyo ederken, karanlık odada yapılan baskı işlemlerini ben üstlenirdim.
Fotoğraf dışındaki ilgi alanlarınızdan bahseder misiniz?
Kore’den geldikten sonra fotoğraf dışında başka hobilerim ve meraklarım da oldu. İsviçre pullarını biriktirmeye başladım ve bu uğraşım 10 yıl boyunca devam etti. Bu süreç içinde İsviçre pullarıyla ilgili derin bir bilgi birikimine sahip oldum. Koleksiyonumla yurtdışında birçok sergiye katılma fırsatım oldu. Bu sergilerde bronz ve birçok gümüş madalya kazandım. Ancak altın madalya alabilmem için gereken pullar oldukça pahalıydı, bu nedenle koleksiyonuma devam etmemeye karar verdim. Sonunda tüm pullarımı Zürih’te bir koleksiyonere 100 bin dolara sattım. Şu an oturduğumuz evin yarı parasını koleksiyonumu satarak temin ettim. Ayrıca Viyana Porselenleri’ne de büyük ilgi duyuyordum. Bu porselenlere olan ilgi, annemin evinde de bulunanlarla başlamıştı. Dolmabahçe ve Beylerbeyi Sarayı’nda da bu tür porselenlerin olduğunu biliyordum. 1785-1800 yıllarına tarihlenen Viyana Porselenleri koleksiyonumu oluşturmaya devam ediyorum. Ayrıca müzik dinlemeyi çok severim ve devamlı dinlerim. Fotoğraf çekerken de müzik dinlemeye özen gösteririm. Her sabah zihnimde arkada bir şarkı çalarak uyanıyorum ve o şarkı gün boyu devam ediyor. Yaptığım işlerde kendimi o müziğin ritmine kaptırdığım zaman muazzam sonuçlar alıyorum.
FOTOĞRAF BİR ÖYKÜDÜR
20 yıl fotoğrafa ara verdikten sonra tekrar çekmeye başlıyorsunuz? O süreci anlatır mısınız?
20 sene aradan sonra 1980’lerde fotoğrafla tekrar ilgilenmeye başladım. Bir çok yeni arkadaşlar edindim. Nevzat Çakır, İlyas Göçmen, Mehmet Kısmet, Bülent Özgören, Yusuf Tuvi ve ben beraber çok güzel işler yaptık. Kazlıçeşme yıkılmadan önce dericilerin olduğu yerlerin fotoğraflarını çektik. 80’den sonra fotoğraf bilgilerimi tazeleyerek çok daha geliştirdim kendimi. Bir fotoğraf bir öyküdür benim için. Sinemadan farklı tek karede tüm hikayeyi anlatmamız gerekir. Teknik bilginiz ile gördüğünüzü iyi yansıtmanız gerekir. Çektiğiniz fotoğrafları izleyen kişilerin keşke bende orda olsaydım demesi gerekir. Fotoğrafların sizin tarafınızdan çekildiğinin anlaşılması gerekir. Sizin bakış açınızın bir imzası olması gerekir. Bir fotoğrafın yıllar sonra size ait olduğunun hatırlanması çok güzel bir duygu. 20 sene ara verdim ama eski bildiklerimi geliştirdim ve aradaki açığı hızlı kapattım. 2018 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü aldıktan sonra İbrahim Kalın Bey ile bir proje yaptık. Pandemi döneminde “bir iznim olsa İstanbul’u boş çekebilirim” dedim ve sağ olsunlar bana bu izni verdiler. Boş İstanbul sokaklarını çekmeye başladım. Bu çekimlerime İbrahim Kalın Bey de katıldı. Sessiz İstanbul adında bir kitap çıkardık. Namibya’ya gitmeyi çok istiyordum. Sonunda kısmet oldu bu yıl gidebildim. Çok heyecan verici bir seyahatti. Güzel kareler yakaladım. Ayasofya için yaptığım çekimlerde de çok heyecan duymuştum.
Fotoğrafla ilgilenen gençlere neler tavsiye edersiniz?
Fotoğraf çekmek isteyen gençlerin nasıl bir hayat yaşamak istediklerine karar vermeleri lazım. Çünkü fotoğraf çekmek için hayatlarının değişmesi gerekir. Alışkanlıklarının değişmesi gerekecektir. Fotoğraf çekebilmek için seyahat etmeyi sevmeleri lazım. Bu vesile ile birçok fedakarlığı yapabilmeleri gerekir. Gördüklerini en iyi şekilde yansıtabilmek için bir çok şey öğrenmeleri lazım. Sadece teknik bilgi bunun için yeterli değil bakış açılarını ve ufuklarını da geniş tutabilmeleri gereklidir.