KUVELOĞLU HAN’DA BİR KADIN SANATÇI: VİLDAN AKBAY

KUVELOĞLU HAN’DA BİR KADIN SANATÇI: VİLDAN AKBAY

Ali Ömer Yurddaş
Son birkaç yıldır göz önünde olmayan tarihi yerleri gezmek, eski semtlerin sokak aralarında kaybolmak âdeta moda oldu. Eskiden içlerine girmeye korkulan mahalleler elinde telefonu, analog fotoğraf makinesi olan gençlerin uğrak mekânı haline döndü. Tabii konu fotoğraf olunca bir de obje lazım, bu objeler sosyal medyanın da iltifatıyla “dayılar” oldu. Galata Kulesi’ni çekmenin, herkesin bildiği yerlere gitmenin pek de manası kalmadı. Özel ve farklı olma arzusuyla ünlülerin, bilinenin hayatlarını konuşmaktansa semtlerin yorgun savaşçılarına göz atmak daha tatmin edici, çekici oldu. Bu postmodern hâli İstanbul’un arka sokaklarında, yüzleri kırışmış, hayatları tecrübeyle yoğrulmuş “dayıların” suretlerinde yakalamak mümkün. Bu semtlerden bir tanesi de Eminönü’deki Küçükpazar.
Eminönü bölgesi Haliç kıyısında olması nedeniyle Bizans’tan Osmanlı’nın son dönemine kadar önemli şehrin ticaret merkezlerinden bir tanesi olmuştur. Osmanlı döneminden itibaren Eminönü’ndeki Gümrük Eminliği’nden -ismi de buradan gelir- başlayarak, Haliç kıyılarının ticari merkez niteliği aynen sürdürmüştür. Yemiş Kapanı, Un Kapanı, Odun Pazarı, Balık Pazarı gibi bölgeler deniz yoluyla kente gelen malların boşaltıldığı, depolandığı, işlendiği ve satıldığı yerler olarak işlevini korumuşlardır.
19. yüzyılda gelişen Batılılaşma hareketleri ekonomik, sosyal, siyasi hayattaki dönümüyle beraber İstanbul’un nüfusu giderek artmış, yeni semtler ortaya çıkmıştır. Bu yeni oluşan semtlerde dönemin anlayışına ve ihtiyacına uygun olarak Batı’dan ithal edilen mimariyle yeni yapılar inşa edilmiştir. Ekonomik ve siyasi yeniliklerin sonucunda ithalat ve ihracat giderek artarak tüketim pratiklerinin değişmesine ve yeni ticaret binalarının ihtiyacına zemin hazırlamıştır. Böylece Haliç’in iki yakasına birçok yeni ticaret binası inşa edilmiştir.
Bu binalardan bir tanesi de Demirtaş Mahallesi’nin Kantarcılar mevkiinde Kıble Çeşme Caddesi ile Tesviyeci Sokağı kesiştiği köşedeki Kuveloğlu Han’dır. Yapım yılı olarak giriş kapasının yanında deniz kabuğu motifinin içinde eski rakamlara 1310 yazılı tarihten 1892-93 yıllarında inşa edildiğini anlıyoruz. Bodrumunu saymazsak dört katlı olan bina kareye yakın bir plan üzerine, yığma tekniğiyle delikli tuğla ile yapılmış. Eklektik bir karaktere sahip olan binada neoklasik ve neobarok üslupları görmek mümkün. Dışarıdan bakıldığında Batılı cephesiyle, korent başlıklı plasterleriyle bir neorönesans etkisi sizleri karşılamaktadır. Zemin katta bir de yağmur suyu sarnıcı bulunmaktadır. Hanın içinde ise geniş avlusuyla, Türk evlerindeki seki altı ve seki üstü olarak ayrılmış oda zeminiyle geçiş dönemine uygun olarak bir Osmanlı saklıdır.
İçini ve dışını inceledikten, mimarisi hakkında da fikir sahibi olduktan sonra normalde oda sahibi veya usta misafiri değilseniz yukarıya çıkamayacağınız merdivenlerden hanın en üst katın doğru tırmanmaya başlıyoruz. Bugün No On Üç’e, zamanımızın önemli kadın sanatçılarından Vildan Akbay’a konuk oluyoruz.
Biraz sizi tanıyabilir miyiz? Çocukluğunuz nerede geçti?
28 Ekim 1981’de İstanbul Fatih’te doğdum, aslen Kosovalıyız. Fatih’te doğduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. En güzel yıllarım Balipaşa’da geçti. Bana çok huzurlu ve güvenli geliyordu o zamanlar. Farkında olmasam da geriye dönüp baktığımda şimdi böyle hissediyorum. Evliyaları, türbeleri, camileri benim için çok özel ziyaret noktalarıydı. Semtin dokusunu, esnaflık ilişkilerini, Barbaros Yoğurtçusu’nun manda yoğurdunu unutamıyorum. Çocuk zamanımda en iyi arkadaşlarım yaşlılardı. Manav Cavit Amca’nın yanında yazları çıraklık yapıp, elma parlatıyordum. O zamandan beri yaşlılarla muhabbet etmek en büyük keyfim. Hırka-i Şerif İlkokulu’nun ardından Fatih Kız Lisesi’ne devam ettim. Üniversite yıllarında Kosova’ya gittim fakat savaşın başlamasıyla İstanbul’a geri döndüm. Aynı dönemde müzikle tanıştım.
NİYAZİ SAYIN’LA RADYODA TANIŞTIM
Bu tanışıklık nerede oldu?
Komik gelecek ama dolmuşta! Evet, dolmuşa binmiş eve doğru giderken kulaklarım radyodan yükselen, beni çok etkileyen sese takıldı. O sırada TRT Nağme açıktı ve Niyazi Sayın’ın bir ney taksimi çalınıyordu. Hemen şoföre dönüp, hangi kanal olduğunu sordum. Büyük bir heyecanla eve dönüp radyonun frekansını TRT Nağme’ye ayarladım. Tek arzum bana iyi gelen o sesi bir daha duyabilmekti. O zamanlar neyden haberim var, ancak sesini daha önce dinlemediğim için bilmiyorum. Birkaç gün sonra beklediğim an geldi ve Niyazi Sayın’dan rast makamında ney taksimi anons edildi. Ne güzel bir geceydi… Ertesi sabah Kapalıçarşı’ya gittim ve kendime bir ney aldım. Eve döndüğümde neyden ses çıkmadığı için bozuk olduğunu düşündüm ve ertesi gün iade etmek üzere Kapalıçarşı’ya gittim. Dükkân sahibi tatlı bir tebessümle beni karşıladı, neyden nasıl ses çıkartılacağını ve tutulacağını gösterdi. Eve döndüğümde neva perdesinden ilk ve güzel sesi çıkardım.
İlk hocanız kimdi?
Neyimi aldıktan sonra araştırıp soruşturup, Cağaloğlu’nda bir hanın en üst katında kedilerle çiçeklerin arasında Hanefi Usta’yı buldum. Kendisi aynı zamanda ney yapımcısıydı. Karşısına geçip, ben ney dersi almaya geldim, dedim. O da bir üfle bakalım dedi. Ben itinayla tek tek perdeleri üfleyeme başladım. Hanefi Usta beğenmiş olacak ki bana ders vermeyi kabul etti. Geçtiğimiz ilk eser uşşak makamında “Yemen ellerinde Veysel Karani” ilahisiydi. Böylece müziğe başlamış oldum. Evde deliler gibi ney üflemeye başladım. Artık gecem gündüzüm ney olmuştu.
Ney dersi karşılığında da hocaya yardımcı olup atölyesinin temizliğini üstlenmiştim. Pek konuşkan biri değildi. Ders yapıyorduk, ney açarken onu izliyor ortalığın tozunu alıyordum. Annemin kurabiyeleri de bize eşlik ediyordu. Aylar böylece geçerken ilginç sorularıma karşılık olarak Hanefi Usta “benim sana öğretecek bir şeyim kalmadı” dedi. Ömer Erdoğdular’ı arayıp, sana bir kız gönderiyorum, dedi. Birkça gün sonra Nuruosmaniye’ye Ömer Hoca’nın kuyumcu dükkânına gittim. Orada kendisiyle tanıştım. Yanımda neyim yoktu. Bu nedenle bana kendi neyini verip taksim yapmamı istedi. İlk defa elime aldığım mansur neyle bir şeyler çalmaya çalıştım. Bittikten sonra hocadan aferini kapmıştım. Ömer Hoca’dan duyduğum ilk ve tek iltifat buydu. Yüzündeki şaşkınlık hâlâ gözümün önündedir. O günden itibaren hocanın ders halkasına dahil oldum. Süleymaniye’deki Hacı Arif Bey’in konağında Kültür Ocağı Vakfı’nda derslere devam etmeye başladım.
Deri işi ne zaman başladı?
O zaman ney ve enstrüman çantaları çok kötüydü. Sadece kapkara, polyesterden adi çantalar vardı. Daha güzel bir ney çantamın olmasını istiyordum. Kafamda olanı kâğıda çizip bir deri ustasının yanına gittim. Usta bana baktı kâğıda baktı, ben bunla uğraşamam dedi. Bende durur muyum, siz ustasınız siz yapmayacaksınız kim yapacak dedim, o da çok biliyorsan sen yap dedi. Beni bu işle başlatan o ustadır. Yakın arkadaşım Fatih Baha Aydın’dan aldığım bir parça deriyle kendime bir çanta yaptım ve doğruca Ömer Hoca’ya gittim. O da çok beğendi ve bu tutar dedi. Kalbim deri işine döndü. Neyzenler arasında ilk müşterim sevgili Burak Malçok oldu. Öylece bir günde kurulmuş oldu “Dericiva.”

Kreatif bir insan olduğunuz atölyenizden belli, bu resimler ve heykelleri de siz mi yaptınız?
Buradaki her nesnenin, resmin hikâyesi var. Saçmalamayı, deneysel olmayı seviyorum. Tabii hepsi bana ait değil. Kınayla yapılan resimler can dostum, postmodern imam Mücahit Efendi’nin çalışmalarıdır. Kara kalem Kani Karaca ve Aka Gündüz Kutbay portreleri ise bana ait. Ayrıca yağlı boya çalışmalarım da var. Resim yapmayı Tebrizli dostum Miri’den öğrendim. Çok iyi bir ressamdır. Onunla davudi ve edebî Tebriz Türkçesiyle çok güzel sohbet ederdik. Ondan çok şey öğrendim. Mesela insanlar ne der demeden yaşamayı… Çok besledi beni. Etrafınızda sizi besleyen ve üretmeye teşvik eden insanların olması çok önemli.
BEN BURADA YAŞAYACAĞIM DEDİM VE OLDU
İlk atölyenizi nerede açtınız?
İlk atölyemi bundan on yıl önce Üsküdar Kapalı Çarşı’da açtım. Ömer Hoca başlangıç seviyesi öğrenciler için ders vermemi istemişti. Hocanın da desturuyla ney dersi vermeye başladım. Orası da çok güzeldi. O dönem İstanbul’da kadınlara ders veren tek kadın ney hocası bendim herhâlde. Bir sürü güzel öğrencim oldu, sadece kadınlara ders veriyordum, çok talep vardı.
Kuveloğlu Han’a nasıl geçtiniz?
İlk deri çantamı yaptıktan sonra Üsküdar’dan çıkarılacağımın haberini aldım. “Eyvah” dedim, şimdi ben ne yapacağım, öğrencilerim ne olacak derken Kuveloğlu Han’ı buldum. Pide yemek için girdiğim bu hanı çok beğendim ve “ben burada yaşayacağım” dedim. Birkaç gün sonra aynı pideciye gidip, dükkânın sahibi olan Ahmet Usta’ya burada boş oda olup olmadığını sordum. O da var dedi. Hatta han sahibinin de en büyük merakıymış, acaba burada bir kadın ne zaman yer tutacak diye düşünüyormuş. Ahmet Usta bana en üst kattaki odayı gösterdi, hemen tutuyorum dedim ve taşındım. Hayatın bizim için yazdığı senaryo ne acayip değil mi?
İşi nasıl oturttunuz? Hana alışmanız zaman aldı mı?
Ardı ardına siparişler gelmeye başladı. Artık ney üflemeye vaktim bile kalmıyordu. Ben bir kabilenin içine gelmiştim. Ama handaki tek kadındım. Üstelik karşımda otuz-kırk yıllık ustalar vardı. Ben de kendime şu soruyu sordum, ben burada nasıl barınabilirim? Saygı ve mesafeyle olabileceğini anladım. İlk başta beni önemsemediler, kaçıp giderim diye düşündüler. Ancak ben de az çetin ceviz değildim, sebat ettim. Sizli-bizli konuşarak güzel dengeli bir ilişki kurdum. Handaki ustaların çok kaliteli insanlar olması benim şansım oldu.
Komşularınızla nasıl bir ilişkiniz var?
Burada başta beni kale almayan kostüm tasarımcısı, derici İbrahim Usta sonradan benim ustam oldu. Ondan çok şey öğrendim. Hanın çoğunluğu dericiydi, bu da benim şansımdı. Dericilerden başka kalaycı, silah tamircisi var. Diğer odalar genellikle depo olarak kullanılıyor. Ayrıca Sait Abi ve meşhur çakıl taşında çayı var. Pideci Ahmet Ustayı söylemiyorum bile, onu duymayan pidesinden tatmayan kalmadı herhalde. Buranın insanı yardımseverdir, bazen dışarıdan soğuk görünse de kadirşinas insanlardır. Artık aile gibiyiz, bütün sokak tanır beni.

ARTIK HANDA KADINLAR DA VAR
Sizden sonra handa neler değişti?
Öncelikle benim katımdaki tuvalet kadınlar tuvaletine dönüştürüldü. Odalardan yayılan arabesk müzik sesleri önceleri avluda yankılanırken şimdi atölyelerden taşmaz oldu. Artık kimse atletiyle gezmiyordu. Geriye çay kaşıklarının ve pide yemeğe gelenlerin tatlı uğultuları kaldı. Bu seslere müzik sesleri de eklendi tabii. Artık sadece bendir dersi veriyorum, çekiç seslerinin arasında “düüüm teeek!” seslerini de biz karıştırıyoruz. Sağ olsunlar gelenim gidenim çok oluyor. Unutmadan söylemem lazım, benim için demire sepet gerildi, çayımı sepetle almaya başladım. Bu süreçte dayıların her işe müdahil olmalarına, akıl vermelerine alıştım. Yine de bildiğimden vazgeçmedim. Ve en önemlisi hana kadınlar gelmeye başladı. İlk geldiğim zamanlar sokakta bile kadın pek yoktu.
Kadınlar nasıl gelmeye başladı?
Benden sonra avukat dostum Feyza Altun bir ofis açtı buraya. O bana, ben o ona kahveye geçip sohbetler etmeye başladık. Onun hana gelmesiyle kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Ardından pideci Ahmet Usta eşini getirmeye başladı. İkisi de bu durumdan çok memnun. Sonra diğer ustalar da eşlerini getirmeye başladı. En son moda tasarımcısı arkadaşım Ada Gülderen yerleşti ve böylece handa çalışan sekiz kadın olduk.
Bu handa bir gününüz nasıl geçiyor?
Beylikdüzü son duraktan İstanbul’a merhaba diyerek uyanıyorum. Her şey güzel bir metrobüs yolcuğuyla başlıyor. İnsanlar için çile olsa bile metrobüs benim yaratıcılığımın ortaya çıktığı yer. Tadını çıkarıp o yolculuğu bir keyfe dönüştürüyorum. Hatta bununla ilgili olarak “metrobüs kullanma kılavuzu” bile yazdım. Sonra Kapalıçarşı’ya varıp kahvaltımı yapıyorum, uğramam gereken yerlere gidip, malzeme alıp atölyeye geçiyorum. Aşırı programsızım, zuhurata tabiiyim. Siparişlerimi yaptıktan sonra o gün bana ne iyi gelecekse onu yapıyorum. Bana en iyi gelen şey bu sokaklar, bu telaşe, bu ustalar… Onlar bilge insanlar. Alışveriş merkezlerinde oturmaktansa bir ustanın yanında çay içmek bana daha iyi geliyor. Tepede asılı bilmem kaç yıllık radyodan kısık, bozuk sesler, gazete kağıdından şapkalar, kendinden geçmiş halleri, o doğallıkları… Pis atölyeleri keşfe çıkmak, kimselerin giremediği, göremediği yerlere girmek çıkmak… Kapalıçarşı’nın altında, etrafında başka İstanbullar var. Bunlar beni besliyor ve yaşadığımı hissettiriyor. Belki de o gerçeklik bana iyi geliyor, ne kadar sanatlı işler de yapsak hepimiz gayesi bir; ekmeğimizi bölüşmek.
Nasıl bir tasarım anlayışınız var, bu güzel ürünler nasıl ortaya çıkıyor?
Daha çok kişiye özel çalışıyorum. Ürünün adedi değişebiliyor. Bazen toptan işler de alıyorum. Ancak çizgim hiçbir zaman değişmiyor. İnsanların deriden neye ihtiyaçları varsa onu yapıyorum. Deriye fazla müdahale etmiyorum. Antik bir kafam var, sade ve orijinal olmasına dikkat ediyorum. Ürün bittiğinde bir insan elinden çıkmış olduğu belli olmalı, fabrikasyon işler hiç hoşuma gitmiyor. Müşterilerim bana güveniyor ne istediklerini anlatıp gerisini bana bırakıyorlar, memnun olmayanını daha görmedim. Bu sayede özgün ürünler ortaya çıkıyor. İnsan ne istediğini bilmeli gerisini ustaya bırakmalı. Öyle milimetrelik hesaplarla olmaz bu iş. Zuhurata tabiiyiz dedik ya üretirken de öyle…
Ürünlerinize sanat eseri gözüyle baktığınız çok belli. Çok özel olduğunu düşündüğünüz birkaç işten bahseder misiniz?
Birkaç tane imza eserim var. Mesela caz bateristi Ferit Odman’a zil ve baget çantası yaptım. O çantalarla bir ay uğraştım. Ağır zilleri taşıyacak çantayı yapmak kolay değildi fakat sonucu çok güzel oldu. Sevdiğim yazarlardan Şule Gürbüz’e de seksen yaşında bir derinden klasik kemençesi için bir çanta yaptım. Mükemmel bir iş çıktı ortaya. Çanta Bizans döneminden kalmış gibiydi. Avustralya’ya tahtadan deri kaplı kemençe çantası yapmıştım, o da çok özel olmuştu. Farklı malzemelerle çalışmayı seviyorum, mesela pirinç kullanmayı da seviyorum. Şimdilerde iki yüz yıllık halı parçalarını deriyle birleştiriyorum. İnsan ürettikçe var oluyor, üretmek şart!

Start typing and press Enter to search