TARİHİ YARIMADA’NIN MASALSI HANLARI
TARİHİ YARIMADA’NIN MASALSI HANLARI
Murat Sav
İstanbul, başlı başına bir masal kentidir. İstanbul, Fatih’tir. Böyle olunca eskiye dair her sokağı, binası, yeri de beraberinde bir masalsılık içerir. Fatih’te, bazen bir sokakta bulunan alelade kapının farklı dünyalara açıldığını görmek çok şaşırtıcı değildir. Yaklaşık üç bin yıllık kültürel birikimiyle doygunlaşan bu semt ile geçmişte bu semtte yaşayanlar ve yaşananlar o kadar büyük bir külliyattır ki bitmez. Kilisesi, camisi, havrası; medresesi, mektebi; sarayı, kervansarayı, hanı… Evet, hanları… Uzun bir masalın, soluklanmak için değil çalışmak için uğranılan mekânları.
Kelime anlamına bakıldığında “konaklama yeri” ve sonradan da ticari bürolardan oluşan çok katlı yapı” demek olan “han” birkaç çağrışımla konuk olur hafızalara. Belki de en önemli çağrışımı yolculuk sırasında konaklanan, günümüzün otel işlevli yapısı olmasıdır: “Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.” der Faruk Nafiz Çamlıbel, “Han Duvarları” şiirinde mesela. Diğer bir çağrışımı ve belki de en önemlisi ticaret üzerinedir. Tarihi Yarımada’nın hanları ticaret amaçlı yapılmış, kentin özellikle işlek limanlarına açılan sokakların vazgeçilmez unsurları olarak nam salar tarih sayfalarında. Bu tip hanlarda konaklamanın yapılmadığını, alt kat mekanlarının malların depo yeri olarak, üst katların bir nevi üretim atölyesi işlevini gördüğünü biliyoruz. Ve belki en güzel yanlarından biri, çoğunlukla yapıldıkları amaçları doğrultusunda hâlâ kullanımlarının devam ediyor oluşu…
Venediklilerin, hanlar için kullandıkları “fondaco” veya Arapçada “konaklanan yer” anlamındaki “fonduk/funduk” kelimesi zamanla ticaret amaçlı inşa edilmiş hanlar için kullanılagelen bir adlandırmaya dönüşmüştür. Ve bir dönemler Venedikliler gibi Pisalılar, Genoalılar ve diğer İtalyan kent devletlerine mensup tüccarlar, kentle aralarına örülen duvarın önünde, liman bölgesinde ticaret yaptılar. Osmanlılarsa yüzyılların bu birikimini değerlendirerek aynı bölgede ticaret yapmaya ve yeni yapılarla akışa zemin hazırlamaya devam ettiler.
Ticaret amaçlı yapılan hanlarla birlikte 19. yüzyılda devrin ihtiyaçlarına paralel olarak yeni bir han türü ortaya çıkar: Büro hanları. Üretimin yapılmadığı bu tip yapıları artık günün koşullarına göre oluşan sektörler kullanmaktaydılar.
19. yüzyıla kadar kimi hanlar bir külliyeye ait olarak inşâ edilirken kimi de bağımsız olarak yapılırdı. Genellikle bir vakfa bağlı, o vakfın giderlerinin karşılanmasına katkı sağlardı. Hanları, han yapan özellik, işlevleriydi.
İşlev önemliydi ama bir de bu yapıların mimari özelliklerine bakmak gerek. U, dikdörtgen veya kare planlı ve genellikle iki katlı hanların ortaları açık avlu düzenindedir. Ancak her dönem, ihtiyaçlar, üslup ve arazi düzenine göre planlar şekillenmiştir. Dış duvarları oldukça yalın tutulan yapıların beşik tonozla örtülü derin bir avlu giriş kapıları olur. Avlunun ortasında veya bir köşesinde bir mescit ve hana ait bir de çeşme bulunurdu. Her iki katın önü bir revak sistemi ile çevrilirdi. Kısacası hanların mimari düzenlemesinde işleve dönük tamamlayıcı unsurlar vardı. Elbette ki yapıldıkları dönemin genel yaklaşımları, mimari organizasyonda ektindi.
Handa, ticareti yapılan ürün neyse, istisnalar dışında yapı o adla anılırdı: Çuhacı, Kahveci, Cebeci, Sarraf vb. Bazen büyüklük de etkindi adlandırmada: “Büyük Yeni Han” gibi. Şimdi Çemberlitaş’tan girip, oradan Eminönü’ne doğru güzergâh belirleyerek bazı hanlara tanıklık edelim.
Çemberlitaş Meydanı’nın yanı başındaki Atik Ali Paşa Camii’nin karşı çaprazında, sütunun ise tam karşısında inşâ edilen Elçi Hanı önemli bir kullanım için ayrılmıştı. 16. yüzyılın başlarında yapılan Elçi Hanı, başkente gelen yabancı elçilik heyetlerinin konakladığı bir nevi misafir evi hüviyetindeydi. Günümüze ulaşmayan bu önemli yapıdan sonra Kapalıçarşı’dan çıkıp, Haliç istikâmetine doğru ilerlerken, Çakmakçılar Yokuşu’nun yanında bir Han’ın yükseldiğini görürüz: “Büyük” veya “Yeni Valide Hanı”. Üsküdar’daki Çinili Külliyesi’nin giderlerine akar olması için 17. yüzyılda yapılan han, konumu ile Haliç’e hâkimdir. 170’in üzerinde odaya sahip handa ağırlıklı olarak sarraflar çalışmaktaydı. Yanındaki Bizans dönemi yapısı Eirene Kulesi ile güzel bir birliktelik oluşturan Yeni Valide Han’ın labirent gibi geçişleri, insanları yüzyıllar ötesine götüren bir sahne dekoru gibidir âdeta.
Sağlı sollu, iki veya üç katlı, kâgir veya tuğla, çeşmesi dışarıda veya çeşmesiz çok sayıdaki hanları geçtikten sonra “IV. Vakıf Han” adıyla bilinen, büro hanlarının bir örneği ile karşılaşırız. Çok katlı hanın giriş katında dışa dönük mağazalar yer bulur. 20. yüzyılın başlarında Prof. Kemalettin Bey’in proje ve inşaatını yaptığı Vakıf Hanı’nı geçtikten sonra, bir miktar kuzeye doğru ilerleyince yan yana üç han ve arkalarında Rüstem Paşa’nın meşhur çinilerle süslü Piri, Mimar Sinan olan camisiyle karşılaşırız. Külliyeye bağlı olarak yapılan “Büyük” ve “Küçük Çukur” (Rüstem Paşa) adlı iki han araziye ve çevresini kuşatan yapılara göre şekillendirilmiştir. Aynı sokakta sola doğru dönüldüğünde, bir yandan sırtını Küçükpazar’a yaslamış, bu kez farklı bir dünya sunan Balkapanı Han ile karşılaşılır. Muhtemel ki XV. yüzyıl sonlarıyla XVI. yüzyılın başlarında doğan klasik han plan şemasının bir örneği olsa da bir yanı, caddenin uzamına göre planlanmış, iki katlı ve revaklı hanın altındaki dehlizler sanki Bizans döneminin İstanbul’daki Venedik yapılarının bir uzantısı gibi kendini muhafaza etmektedir. Hasırcılar Caddesi’ndeki, üzeri beşik tonozlu, mütevazi kapısından avluya geçilir. Üst katlara çıkış sağlanan merdivenleri, beşik tonozlu revakları, çapraz tonozlu odaları, taş döşemeli avlusu ve elbette hanlara özgü olan, ayaküstü yudumlanan, içimi de tadı gibi lezzetli çayı…
İstanbul, bir dünya; hanlar o dünya içindeki masalsı yapılar. Bir zamanların yaşam döngüsünün içinde ön plana çıkan bu yapılar hala eski kimlikleri ve koşuşturmaları içinde Bayazıt’tan Küçükpazar’a ve oradan Sirkeci’ye kadar ticaret konseptine damga vurmaya devam ediyor.