Nağmelerin Babası: Zeki Arif Atergin

Nağmelerin Babası:
Zeki Arif Atergin
Ali Ömer Yurddaş
Neyzen Tevfik’in “Senin yerin Dellâlzâdelerin yanıdır” diyerek taltif ettiği; mana âleminden işittiği nağmeleri maddi âlemde vücuda getiren, sanatlı ve tesirli besteleriyle meşhur olmuş; döneminde ve sonrasında dinleyenleri hâl musikisinde seyirlere çıkartan cumhuriyetin asrî şeyhi, seyit, hafız, gazelhan ve bestekâr Zeki Arif Ataergin bu sayımızın konuğu olacak.
“Nağmelerin Babası” Zeki Arif Atergin 1308 (1890/91) tarihinde İstanbul’da doğdu, asıl adı Salih Zeki idi. Babası döneminin meşhur icracılarından Kanuni Hacı Arif Bey, İstanbul’da “fiskeli” icrasıyla ve besteleriyle ünlenmişti. Usta bir müzisyen olan Hacı Arif Bey, evladının ses güzelliğini erken yaşta fark ederek ona henüz beş altı yaşlarındayken ilk eserini meşk etti. Bu eser hicaz makamında bir kantoydu; “Doğru söyle sever misin? / Sevdiğimi bilir misin?” Hacı Arif Bey her akşam eve geldiğine evladına seslenerek “Zeki! Benim şarkımı oku bakayım” deyip dinlemeye başlardı. Eserin hicran dolu mazisinden midir yoksa evladının güzel okuyuşundan mıdır bilinmez, ancak Salih Zeki eseri okumaya başladığında babası derin bir tesirle hüzne kapılır, ağlamaya başlardı. Bu hıçkırıklara Salih Zeki kendi gözyaşlarıyla mukabelede bulunurdu.
Hacı Arif Bey, sanat tabiatlı Salih Zeki’nin ileride mahir bir müzisyen olmasını arzuluyordu. Bazı günler evladının elinden tutup kapı komşusu Rauf Yekta Bey’in evine gidiyorlardı. Hatta bir gün (Salih Zeki’yi göstererek), “Rauf Bey! Bu kim biliyor musunuz? diye sorar. Rauf Bey tatlı bir tebessümle cevaben “Bu sizin oğlunuz Zeki Bey’dir” der, Hacı Arif ise “Evet bu benim oğlum Zeki’dir ama o bir zaman gelecek; Tanburi Zeki Mehmed Ağa olacak, o üstadın nam ve şan ve şöhretini yâd ettirip yaşatacak.” Salih Zeki hayatı boyunca hiçbir zaman tanbur ile meşgul olmadı. Ancak kimselere benzemeyen, geleneğin izinde, zamansız eserler vücuda getiren bir bestekâr olacaktı. Yıllar sonra Rauf Yekta Bey İstanbul Radyo binasında (Bugün Sirkeci’deki Büyük Postane) unutulmaya yüz tutmuş olan sipihr makamında yeni bestelenmiş bir fasıl dinledikten sonra vapurda bestekârına tesadüf ederek şu sözlerle kendisini övecekti: “-Zeki Bey! Olur şey değil yâhû! Siz Bolahenk Nuri Bey gibi şarkılar besteliyorsunuz, sizi takdir ederim oğlum. Baban çocukluğunuzda sizi bana getirdiği zamanlar, sizin bir gün Tanburi Zeki Mehmed Ağa’yı yerinden edeceğinizi söylerdi. Siz o üstadı istihlaf Zeki Arif Bey nam ile mühim bir bestekâr oldunuz.”
Hacı Arif Bey oğlunun eğitimiyle yakinen alakadar oluyordu. İlk öğretimi için özel İslam mektebi olan Afitab-ı Maarif’e yazdırdı. Daha sonra Salih Zeki, Vefa Sultanisi’ne ve yüksek tahsil için Mekteb-i Şahane’ye devam etti. Hacı Arif Bey gittiği musiki meclislerinde Salih Zeki’yi de her zaman yanında götürüyordu. Böylelikle Salih Zeki’nin müzik zevki oluşmaya başlamıştı. Kulağı dönemin en iyi müzisyenlerinin icralarıyla, nağmeleriyle doluyordu. Bu meclislerde dinlediği bazı isimler şunlardı: Tanburi Cemil Bey, Edhem Efendi ve Hacı Kirami Efendi.
Babası, musiki eğitimi için kendisinin “fem-i muhsin” olmadığını düşünüyordu. Bu yüzden Salih Zeki, Lâmekânî Mustafa Efendi’den ilahiler Hacı Kirami’den de fasıllar meşk etmeye başladı. Hacı Kirami birçok üstattan feyz almış, hüner sahibi tanburi ve hanendeydi fakat II. Abdülhamid devrinde sıkı takip altındaydı. Salih Zeki jurnalcilere, hafiyelere yakalanmamak adına büyük bir dikkatle hocasının evine meşke gidiyordu. Delikanlı çağlarının heyecanlı ve müşkül zamanlarıydı.
YEMEN’DEN GELEN ACI HABER
1911 senesinde Yemen’den acı bir haber geldi, Hacı Arif Bey kolera sebebiyle vefat etmişti. Bu kaybın ardından hayatında ilim ve irfan noktasında kendisine yardımcı olacak Abdülkadir Töre ile tanıştı. Musiki alanında kaydettiği gelişmeler neticesinde Türk müziği eğitimi veren Dârülmûsiki-i Osmânî’nin icra heyetinde yer aldı. 1911 Aksaray yangınında Laleli’de bulunan Dârülmûsiki-i Osmânî binası kullanılamaz hale gelince eğitim Şehzadebaşı’ndaki Fevziye Kıraathanesi’nin üzerinde devam etti. Aynı zamanda bir diğer Türk müziği cemiyeti olan Dârütta‘lîm-i Mûsiki’nin de icra heyetindeydi. Bu büyük yangından sonra Zeki Arif, Fatih’ten Üsküdar’a taşındı.

Üsküdar’da Sadi Işılay ve babası Perükâr İsmail Efendi ile yakın ilişkiler kurduktan sonra musiki meclislerine devam etti. Bu meclislerden biri de Sultan Reşad’ın büyük oğlu Şehzade Ziyaeddin Efendi’nin köşküydü. Buradaki meşklerde Bestenigâr Ziya Bey ile tanıştı ve kendisinin takdirini kazandı. Bu takdirle beraber Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne üye olup, Bestenigâr Ziya Bey’den musikinin inceliklerini öğrenirken hususiyetle şed makam seyirlerini meşk ediyordu. Zeki Arif’in ses aralığının geniş olması sayesinde solo icralarda dinleyenlerini hayran bırakan sanatkârane geçkiler yapıyordu. Hatta bu icralar sırasında sazendelerle taksim yarışına giriyor ancak sazendeler kolaylıkla şed makamlarda seri icralar yapamadığından ve de heyecanla bu taksimleri dinlemek istediklerinden çalmayıp dinliyorlardı.
Tanburi Necdet Yaşar ile yapılan bir görüşmede Zeki Arif’in ses hâkimiyetini bir hatıra ile naklediyor: “Kanuni Hacı Arif Bey için bir konser tertip ediliyor. Tanburi Cemil Bey’e gelip ‘katılır mısın?’ diyorlar. Cemil Bey’de ‘katılırım’ diyor söz veriyor, fakat neden niçin hâlâ bilemiyoruz Cemil Bey gelmiyor. Konsere gelmeyince Cemil Bey’e küsüyorlar, darılıyorlar yani… Bir gün bir mecliste Zeki Arif, daha genç, ama şedci, yaman. Tanburi Cemil de gelmiş meclise. Zeki rif Ataergin, ‘üstadım beraber bir taksim edelim mi?’ diyor. Yani karşılıklı taksim edelim diyor, o da ‘olur’ diyerek kabul ediyor. Akord alıp Zeki Arif gazeline başlıyor, Cemil Bey de cevap veriyor. Sonra Zeki Arif babasının intikamını alacak ya, Tanburi Cemil jübileye gelmedi ya… Sesi öyle bir perdeye naklediyor ki tanburun üzerinde o perdeler yok tabii… Cemil Bey’in dehası ile alakalı değil, çalabilmesi imkânsız çünkü perde yok. Cemil Bey, ‘Ne oluyoruz yahu, imtihan mı oluyoruz?’ diyerek kızıyor, biraz sonra da kalkıp, tanburunu alıp çıkıp gidiyor.”
COŞUP TAŞMA VAKTİ GELMİŞ BİR SANATÇI
Zeki Arif, musikide çıraklığını geride bırakmış artık beslendiği kaynaklardan coşup taşma vakti gelmiş bir sanatçıydı. Beste yapma konusunda Abdülkadir Töre’den ve Bestenigâr Ziya Bey’den büyük teşvik gördü. Zekaizade Ahmet Irsoy, Rauf Yekta Bey ve Hikmet Hamdi Bey’in takdirleri, kendisini cesaretlendirerek bestekârlık yolunda hızla yükselmesine sebep oldu. Abdülkadir Töre’nin tesiriyle dilkeşhaveran makamında, Bestenigâr Ziya Bey’in isteğiyle mâye, ırak, mahur buselik ve diğer şed makamlarda eserler vücuda getirdi.
Zeki Arif’in bestecilikte Türk müziğindeki yerini öğrencisi Alâeddin Yavaşca şöyle aktarıyor: “Türk musıkısi bestekârlığı yönünden ölçülere sığmayacak derecede farklı bir mevkiye sahiptir. Çağdaş bestecilerin kolay ve harcıâlem yolu seçme çabası yanında Zeki Arif Bey, sipihr, dilkeşhâverân, eviçbûselik gibi ancak musıki kültürü gelişmiş kimselere hitap eden nadide makamlarda seleflerinin tesirinden âzâde, belirli bir özellik taşıyan çok olgun eserler vermiştir. Eserlerinde daha ilk bakışta alışılmamış bir melodi zenginliği göze çarpar. Türk musıkisi beste şekillerinin en küçüğü olan şarkılarda dahi, şed ve modilasyon bakımından akla hayale gelmeyen sürprizler yapmış ve bu sürprizleri müstesna kabiliyetinin kendisine verdiği büyük maharetle, en ufak aksaklığa meydan bırakmayacak derecede birbirine yakıştırmıştır. İşte büyüklüğü buradadır.” Zeki Arif beste yaparken özellikle döneme hâkim olan makamları tercih etmemiş kaybolmakta olan yahut unutulmaya yüz tutmuş makamlarda döneminde uygun yeni ve zengin cümlelerle besteler yapmıştı.
Bestecilik yolunda kolaydan kaçmış, zora talip olmuştu. Şedci bir gazelhan olarak bestelediği şarkılarda da kendi üslubunu ortaya koyuyordu. Eserlerindeki ani perde sıçramalarını, bir cümleye sıkıştırılmış makam geçkilerini ancak sağlam bir hançereye sahip, ses aralığı geniş hanendeler tarafından okunabilmektedir. Zeki Arif Türk müziğine peşrev, beste, ağır semai, yürük semai, saz semaisi ve ilahi türlerinde olmak üzere iki yüzü aşkın eser bırakmıştır. En çok kullandığı makamlar ise sırasıyla kürdilihicazkâr, dilkeşhâverân, sipihr, bayatiaraban, segahmaye ve suzinaktır. Eserlerinde yer verdiği güfte sahipleri ise babası Kanuni Hacı Arif Bey, şeyhi Kerameddin Efendi ve tarihçi Ahmet Refik Altınay’dır. Bazı eserlerinde ise kendi şiirlerini bestelenmiştir. Böylelikle Zeki Arif’in şair yönünün de olduğunu söylenebilir. Eserlerinin izleri ve anlayışı hassaten Alâeddin Yavaşca’nın hem icrasında hem de bestelerinde gözlenmektedir. Selahattin Pınar’ın eserlerinde de Zeki Arif’in tesiri mevcuttur. Yetiştirdiği öğrenciler arasında Yesari Asım Arsoy, Prof. Dr. Halit Ziya Konuralp, Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Dr. Ekrem Perk vardı.
Zeki Arif aynı zaman tasavvuf ehli bir bestekârdı. Üsküdar Nasuhi Tekkesi’nin son şeyhi, Hz. Pir Mehmed Nasuhi’nin soyundan gelen Kerâmeddin Efendi’nin manevi evladı ve halifesiydi. Tasavvuf ilmine vakıf olmasın rağmen tekkelerinden seddinden sonra o da kendisi setreylemişti. Zeki Arif’le 1956 yılında tanışan dervişi Yumni Dalkılıç şeyhini şöyle tarif ediyor: “Şeyhim Zeki Arif, Sâdât-ı Hüseyniyye’dendir yani seyyiddir. Cedd-i alâsı Kâdirîliğin Samadâni koluna mensup idi. Kendisi Zindankule’deki Baba Câfer Hazretleri’nin torunlarındandır. Zeki Arif Ataergin, Şeyh Hacı Ahmed Kerâmeddin Efendi’ ye intisap etmiş olup onun tek halifesidir. 1934 yılında Kerâmeddin Efendi’ nin Hakk’ a yürümesiyle birlikte Nasûhî dergâhının şeyhliğine geçmiştir. Bu konudaki kaynakların hemen hemen hiçbirinde Zeki Bey’in şeyhliği ile ilgili bir bilgiye ulaşamazsınız. Bunun nedeni, 1925 yılında tekkelerin kapatılması sonucu şeyhlik mertebesinin fiilen kaldırılması, buna ilave olarak o dönemdeki kanunlara uygunluk sağlamak için postnişin yerine seccâdenişin tabiri kullanılmak suretiyle dönemin şartlarına uyarlanmasıdır… Zeki Arif Bey, hisli ve içli bir insandı. Çok güzel giyinirdi. Tam bir İstanbul beyefendisi, insan-ı kâmildi. Şeyhliğini hiçbir zaman ön plana çıkarmaz, benlik duygusu taşımazdı. Çok kibardı. Diğer şeyhlere çok yakınlık ve saygı gösterirdi. Amatör olarak güzel resimler yapar ve iyi derece hat yazardı. Kendisinin musiki tarafına gelinecek olunursa, çok iyi bir kasidehân, nâthân, mirâciyehân ve durakhân olduğunu söyleyebiliriz. İlahi formundaki eserleri de çok güzel ve doğru bir şekilde icra etmesine rağmen, maruf olduğu konu kaside, nât, mirâciye ve duraktır… Şeyhimle merhum Halil Can Hoca’nın evindeki toplantılara giderdik. Burada kendisine durak ve benzeri eserlerin okunmasına ilişkin bazı sualler sorulur, kendisi ise güzel sesiyle icra edip örnekler gösterirdi. Ayrıca meclislerde ondan, sözleri Hazreti Pîr’e ait olan; ‘Eyleyen uşşâkı şeydâ dâimâ tâl’ atındır yâ Resûlallâh senin’ mısraıyla başlayan kasideyi okumasını isterlerdi. Bu kasideyi çok güzel okurdu. Sözleri yine Muhammed Nasûhî Hazretleri’ne ait olan; ‘Derdimin dermânı sensin yâ Muhammed Mustafâ’ mısraıyla başlayan kasidesini ondan çok isterlerdi.”Kızı Hatice Betül Özbay ise şunları aktarıyor: “Babam hayatını çok dengeli yaşardı. İş hayatını musiki hayatına, manevi hayatını da günlük hayatına asla karıştırmazdı. Manevi âlemde engin bir ruhaniyete sahip olmasına rağmen bunu kendi içinde yaşamayı tercih eder kendisinde bulunan bu derece derin ruh zenginliğini birçok kez dışarı yansıtmamıştır. Ayrıca babam Zeki Arif Bey, ehl-i tarik kimliğini hiçbir zaman ön plana çıkarmamış çevresindeki müritleri tarafından şeyhlik mertebesine uygun görülmüştür. Bu nedenle hiçbir zaman şeyh olarak kendisini nitelendirmezdi. Ruhunda barındırdığı manevî saflığı çocuklarına karşı yaklaşımlarında da göstererek saygılı ve hoşgörü çerçevesinde davranırdı. Kişiliği ve yetiştirme tarzı nedeniyle hiçbir zaman ne çocuklarına ne de çevresindeki şahıslara sert davranışlar göstermemiştir.”
Hayatında mutlakiyet, meşrutiyet ve cumhuriyet olmak üzere üç devre tanık olmuş Zeki Arif Ataergin, hayatını mesleği olan avukatlıktan kazandı. Uzun yıllar İzmit’te kalarak avukatlık yapmış, 1941-1943 seneleri arasında Kocaeli Barosu başkanlığı görevinde bulunmuştu. Daha sonra kendi isteğiyle 1952 yılında İstanbul tayin edildi, emekli oluncaya dek Fatih Noterliği yaptı. 3 Ocak 1964 günü her cuma olduğu gibi Mehmed Nasûhî Camii’ne cuma namazını eda etmek üzere, tramvayla Üsküdar’a giderken yolda kalp krizi geçirerek âlem-i cemâle irtihal etti. 5 Ocak günü Kadıköy Osman Ağa Camii’nde cenaze namazı kılındıktan sonra Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi.

 

Start typing and press Enter to search