SUYUN ALTINDA DEVAM MACERASI
SUYUN ALTINDA DEVAM MACERASI
Eda Selimoğlu
Ben olsam
Ben asla
Ben kesinlikle
Bence
Onun yerinde ben olsam
İnsanın, gerçekliği kendi hayatı için hiçbir anlam ifade etmeyen bir olay ya da duruma, acilen kendini dahil etmesi, bu durum her neyse kendisi için de geçerli olabilirmiş ve derhal bir karar bildirmesi gerekirmiş gibi, kendini o durumun içinde değerlendirmesi ve tüm bu “ben” aşaması boyunca “ben olsaydım”ın gerçekliğini asıl yaşayacak olanı anlamıyor veya bunu açıkça önemsemiyor olması enteresandır. Bunu hayatımızın izleyici, dinleyici, okuyucu olduğumuz anlarında hepimiz yapıyoruz. Fakat bazı insanlar ve yaptıkları işler var ki tüm bu “ben olsaydım” değerlendirmelerinin adeta önünü kesiyor. James Cameron da ürettiği müthiş işlerle sinema dünyasında çok da kendimizi yerine koyup “ben olsaydım böyle yapardım” demeye dilimizin varamayacağı bir yönetmen. Üstelik Cameron son filmiyle bunu su altında yapıyor.
Hızla gelişim gösteren teknolojik imkânların da etkisiyle adından sıkça söz ettiren dijital çağ, sinemadaki üretim, dağıtım ve gösterim olanaklarını oldukça değiştirdi. Dijitalleşme, günümüzün tüm görsel iletişim teknolojilerine hâkim bir sistem olarak yerini aldı. Bu süreç ile birlikte dijital sinema kavramı da gündeme geliyor.
Film teknolojisindeki bu gelişimler, sanatın gelişimine mi yoksa eğlence kültürünün gelişimine mi hizmet ediyor soruları geliyor akla ister istemez. Tekniğin olanakları ile sinemanın aurası zarar mı görüyor dijital çağda sinema filmlerinin biricikliği sekteye mi uğruyor. Bu sorular hep bir köşede hazırda bekliyor.
Geleneksel sinemaya dört elle sarılmış ve bırakmaya da hiç niyeti olmayan bir sinemasever olarak teknolojiyle gelen imkânların hayatımızın her alanında olduğu gibi sinema sanatına da entegre olmasının daha kapsayıcı bir görüş olacağını kabul ediyorum. Bu kabulleniş benimle aynı fikirde olunacağına inandığım 2009 yılı yapımı Avatar adlı filmle gerçekleşti diyebilirim.
Filmin asıl olayı, üç boyut teknolojisini bambaşka bir düzeye taşıması. Çekimler için James Cameron bizzat yeni bir kamera icat ediyor. Yepyeni bir yeşil perde tekniği kullanıyor. Bu teknolojiler sayesinde adeta bir animasyon estetiğinde canlı görüntüler elde ediyor. Sinematografisindeki renk paletine baktığımızdaysa göze çarpan mavi renk takıntısı da bu sefer filmin başrolü haline geliyor. James Cameron çığır açan filmiyle sanki izleyiciyi sinema salonundan çıkarıp Avatar’ın dünyası Pandora’ya yerleştiriyor. Avatar kendisini sinemada izleyenlere en güzel sinema deneyimlerinden birini sunarak sinema sanatını teknolojiyle birlikte tam anlamıyla bir bilim dalına dönüştürüyor.
SUYUN YOLU
Seriye gerçeklik katabilmek için, senaryoda geçen 10 yılı gerçekte de bekleyerek, teknolojiyi yine tam kalbinden yakalayan James Cameron Pandora’daki dünyamızı suyun altına taşıyor. Burada hız tutkunu seyirciler için aksiyon da var suyun dinginliğinde kaybolmak isteyenlere de huzur.
Avatar filmiyle tanığımız Jake Sully ve Neytiri’yi serinin ikinci filmi Avatar: Su Yolunda aile kurmuş olarak görüyoruz. Başladığı işi bitirmek için geri dönen eski bir tehdit, Aileyi Avatar dünyası Pandora’nın farklı bölgelerini keşfetmeye zorluyor. Filme göre zorunluluk haliyle keşfedilecek dünya bizler için deniz altının benzersiz dünyasında sinemasal bir şiire dönüşüyor. Filmin yarattığı doğanın tüm yaratıklarının kusursuz uyumuna inanamıyorsunuz.
Üç saatlik filmin neredeyse yarısı, ana kahramanların yeni dünyalarına adapte olma sahnelerine ayrılmış ve burada Cameron’un muhteşem su altı görüntülerine ve tekniğine şahit oluyoruz. İleri yüzen bir yüzücü gibi aşmıyor dalgaları filminde Cameron, derine inen bir dalgıç gibi keşfediyor girdiği suyu.
SUYUN YOLU TEKNOLOJİSİ
Aradan geçen zamanda görsel-işitsel teknoloji daha da gelişmiş; görüntü olarak yeni Avatar ilkinden daha parlak ve aydınlık.13 yıl aradan sonra gösterime giren devam filmi değişen temasının yanı sıra birçok yeni bir teknolojiyle de karşımıza çıkıyor.
Birbirinden etkileyici kusursuz kadrajlarıyla film basın gösteriminde ara vermeden gösterilmiş, 192 dakikalık İMAX 3D kopya, baş ağrısı bir yana, nerdeyse gözümüzü kırpmadan izlediğimizde yorgunluk duygusu bile uyandırmıyor.
Suyun altında ve üstünde kameralar tarafından kaydedilen ve hareket yakalama teknolojisi kullanılarak oluşturulan görüntüler, yeni geliştirilen yapay zekâ algoritması tarafından tek bir sanal görüntü oluşturacak şekilde birleştirilip geniş bir şekilde kullanılıyor.
Kamera oyunculara doğrultulduğunda, oyuncular insan olarak değil ekrandaki, bilgisayarlar tarafından oluşturulmuş avatarlar olarak görülüyordu. Bu görüntüler çekimle gerçek zamanlı olarak ilerliyordu.
Ayrıca tüm oyuncular sahneleri başlarında bir kamera aparatı ile gerçekleştirilmiş. Aparat, yüzlerinin dijital fotoğraflarını çekmek için kullanıldı. Bilgisayarlar tarafından oluşturulan karakterlerin bu dijital çekimlerle mimikleri ve yüz hareketleri eş zamanlı olarak aktarıldı.
James Cameron çektiği her filmde yeni bir teknolojiye, yeni bir çekim tekniğine ulaşmanın peşine düşen bir sanatçı. Her setine çok hakim. Sinema sektörünün ışıkçılıktan ses teknisyenliğine tüm aşamalarından geçmiş bir isim. Titanic filminin vizyona girene kadar olan çekim hikâyesini okuduğumda azmine ve kararlığına hayran kalmıştım. İstediği sonucu elde etmek için setteki herkesin neler yapması gerektiğini bilen setine hakim bir yönetim. Filmlerinin senaryosunu yazar, yönetmenliğini sanat yönetmenliğini yapar ve sonra kurguya girer. Bizlere de bu sinema devrimlerine şahit olmak kalır.
Milyonlarca partikülün eşlik ettiği efektlerle, Suya yabancı değiliz artık. Adeta o dünyanın içindeyiz artık. Başından beri spoiler vermemiş olmanın rahatlığıyla, ufak bir kapanış tüyosu vereyim. Filmin son sekansından öyle anlaşılıyor ki devam filmi için geri saymaya başlayabilirsiniz…