Yazarların Vapurları, Vapurların Yazarları

Yazarların Vapurları, Vapurların Yazarları

Tahsin Yıldırım

Üç imparatorluğa başkentlik yapmış pek çok düşünürün, sanat adamının ilgisini çekmiş ve şair ve yazarlara ilham kaynağı olan İstanbul’dan bahsederken ulaşım ve keyif aracı olan vapurlardan bahsetmemek şehre hürmetsizlik olur. Vapurlar, İstanbul halkının gerek ulaşımda gerekse eğlencede kullandığı yaygın vasıtalar olmuştur. Denizle iç içe olan bu şehirde  salapuryalar, yelkenliler, balıkçı tekneleri veya pazar kayıkları, tekneler, motorlar ve vapurlar tehlikesiz, ucuz ve güvenli olduğu için her zaman tercih edilmiştir 

 

“BOĞAZIN SEYRİNE MAHSUS SEYYAR SALONLAR” 

İstanbul’da önceleri kişilere ait kayık, tekne ya da vapurları ile taşımacılık yapılırken daha sonraki yıllarda vapur taşımacılığı üç şirket tarafından yapılır olmuştur. Bunlardan ilki olan Şirket-i Hayriye kırktan fazla yandan çarklı, bakımlı hızlı ve güvenli vapuruyla Galata Köprüsü ile Boğaziçi ve Kavaklara kadar Marmara’da da Salacak ve Harem iskelelerine vapur seferleri yapmıştır. İdare-i Mahsusa sonraları adı Seyri Sefain ve Deniz Yolları olarak değişen vapur şirketi ise Adalara ve Anadolu yakası iskelelerine sefer yapmıştır. Haliç Vapur Şirketi ise Karaköy köprüsünün içinden kalkıp Haliç’in iki yakasına seferler düzenlemiştir. 

Yolcuların konuşa konuşa, tabiat harikası Boğaz havası alarak istedikleri yer gittikleri Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Yalıları – Geçmiş Zaman Köşkler’ne göre “Boğazın seyrine mahsus seyyar salonlar” olan vapurlar daimî hizmeti için gündelik kalkışı en hisli, lezzetli bir seyahate atılışa, en şerefli bir zafer doğru gidişe benzerdi. Boğaz’ın hazzına doğru yüzmeğe kalktığı sırada vapurun vücudunda âdeta bir lezzetin ürperişleri duyulur, o yarışa iştirak edecek bir at gibi, hisli, sanki kişner, sesler telaş, memurlar acele eder ve bütün vapur ahalisinde bir neşe sezilirdi. Bir düdük hazla ve hızla öter, son gelenler koşuşur, kalacak olanlarla bir müddet ayakta konuşanlar vapura atlar, içerideki satıcılar dışarıya sıçrar, vapur kalkmadan tahta parmaklıklı bir kapı kapanır ve her defa koşarak gelip vapurun daha kalkmamış fakat bu kapının kapanmış olduğunu gören bir adam hiddetlenerek gidenlerin rahatlarına baka baka memurlara karşı bağırır çağırırdı.” Bu hal içerisinde vapur mavi sularda bembeyaz köpükler bırakarak, yolcularını sevdiklerine kavuşturmanın heyecanıyla, neşeli ve gururlu bir şekilde yol alırdı.

 

İSKELELERDE HAYAT

İstanbul vakanüvisti Osman Cemal Kaygılı; deniz ve sahil mevsiminden uzak bir günde, dondurma kutusu gibi dubalara bağlı vapurların bacalarında ısınan, ördek bozması aç gözlü tembel martıların çığlıkları arasında kendini iskeledeki bekleme salonuna atmıştır. Osman Cemal’in Köşe Bucak İstanbul’una göre; Kadıköy İskelesi’nden Haliç İskelesi’ne geçilen loş koridor bahar ve yaz günlerinin ne tadına doyulmaz bir yeridir. Koyu cam göbeği rengindeki derin ve durgun suyun ortasından geçen bu serin, loş koridorun bahar ve yaz günleri en çok zevkini çıkaranlar, Köprü iskelelerinde birbirlerini beklerken canları sıkılıp işi bu koridorda hafif hafif piyasaya dökenlerdir. Bu koridorun başında Denizciler Kahvesi namıyla maruf bu kahvede vapur tayfaları gündüz yorgunluklarını alırlardı: “Eskiden burada büyükçe, güzel bir kahve daha vardı ki şimdi muhallebici dükkânı olmuş. Bu muhallebiciye oturup ta vapurlara girip çıkanları seyretmek te bir hayli zevklidir.” Orada vapur bekleyenler arasında kimler yoktur ki: elindeki sefertası ile kocasına yemek getiren Madam Viktorya, ecza depolarından karbonat almaya giden Üsküdarlı Eczacı İbrahim Bey, sinemadan dönen Komik Dümbüllü İsmail, Tevfik ve ağabeyisi Rıfkı Bey, Şişman Halit Bey ve Avantiya Hanım, Camcı lakabıyla maruf Kadıköylü Komik Karagöz Hüseyin Efendi ile ağabeyisi Aktör Kemal Efendi, Darülbedayi bale heyetinden Müzehher Hanım, Bestekâr Muhlis Sabahattin Ezgi Bey ve kerimeleri Melek, Şevkiye Hanımlar, tiyatrocu Raşit Rıza grubundan İbrahim, Süreyya Opereti’nden Salâhattin Cehti, Ömer Aydın Beyler ve yanlarından Matmazel İrma Toto. Osman Cemal bu isimleri sayarken Bizim Tayfa’dan muharrirleri de şöyle zikretmiştir: dersten çıkan şair ve heccav Abdülbaki Fevzi Bey, Mahmut Yesari, Burhan Felek, Topluiğne Nurettin Artam, Ömer Rıza Doğrul, Mekki Sait Esen, şair Güzide Osman Hanım, İhtifalci Florinalı Nazım Bey ile kerimesi Meliha Hanım, derse geç kalmış telaşlı telaşlı giden Fransızca muallimi Alaattin Bey.

 

AFİF YESARİ’NİN KALEMİNDEN KADIKÖY VAPURU

İstanbul yazarı, Mahmut Yesari’nin oğlu olan Afif Yesari (1922 -1989) gerek aileden gelen gerekse yaşadıkları itibariyle İstanbul’a dair hafızayı nakleden kalemlerinden biri olmuştur. O; İstanbul Hatırası’nda iskele olarak kullanılan Galata Köprüsü’nde Kadıköy Vapuruna binip evine gelişini, bir curcuna olan vapuru, yolcuları anlatmıştır. Lodoslu havalarda gıcırdayarak sallanan ahşap köprüdeki iskeleye gelen Afif Yesari gezgin satıcıların, işportacıların dolaştığı, soğuk havalarda gariban takımının ısındığı bu kapalı mekânda nice vapurları beklediğini yazmıştır. Birinci ve ikinci mevkinin ayrı bekleme salonlarının olduğu iskelenin tam ortasında sandviç, pandispanya, açma, çörek, gazete, sigara filan satılan küçük kulübe nerdeyse iskelenin sembolü olmuştur. Nüfusun artmadığı, herkesin birbirini tanıdığı “küçük bir yer” olan Kadıköy’e giden vapurdaki “yolcular birbirlerini tanır, bu tanışıklık vapurlarda da sürerdi ve hatta, herkesin oturacağı yer ayrılır, boş kalınca, kimin gelmediği anlaşılır, meraka düşülür, sorulur, soruşturulurdu. Yolcularından, satıcılarına dek, birbirini tanırdı herkes…” Vapurdaki satıcılar “belediye memurlarıyla geleneksel kovalamaca oyunlarını vapurda sürdür”selerde sattıkları malın çeşidine, hatta kalitesine göre, ya birinci ya da ikinci mevkide mallarını pazarlar, mümkün mertebe lüks mevkiye girmezlerdi. Yaşlılığında aynı vapura binen Afif Yesari çocukluğu ve gençliğinin vapurlarını bulamadığını da üzülerek eklemiştir. 

 

BİR MUHARRİR YATAĞI KADIKÖY VAPURU

Bizans’ın kuruluşundan daha eski olan İstanbul’un sevimli ilçesi, Körler Memleketi olarak da tanımlanan Kadıköy; Tanzimat sonrasında birçok aydının yazarın oturduğu ilçe olmuştur. Osman Cemal Kaygılı’ya göre İstanbul’un hiçbir semtine benzemeyen, yazı da kışı da ayrı güzel olan Kadıköy bir muharrir yatağıdır. Bundan dolayı vapurlar nerdeyse gazetelerin, dergilerin yazı kurullarının toplantı yaptığı Babıali’deki bir han odası gibidir. Osman Cemal’in Köşe Bucak İstanbul’una göre; akşamları “dokuzu beş” yahut “onu çeyrek” vapuruna girdiğinizde muhakkak Mahmut Yesari’yi, Sadri Etem’i, Ömer Rıza’yı, Cumhuriyet’teki Mehmet Agâh’ı, muhabir Mübahat’ı yan kamaraların birinde yan gelmiş muhabbet ederlerken görürsünüz. Valâ Nurettin, şair Salih Zeki, yaşlı muharrirlerden Fehmi Razi, Nazım Hikmet, Yenigün’ün spor muhabiri tenisçi Sedat, Resimli Şark’ın musahhihi, maruf denizci ve kürekçi hanımlarından Fitnat Hanım, Mürettipler Cemiyeti Reisi Hayri Bey ve en önemlisi muhterem Ahmet Rasim Beybabamız ve Üstat Ahmet Haşim Bey vapurun müdavimlerindendir. Kadıköy’de oturup vapurda kullanan muharrirler ve gazeteciler “hep bir olup ne için orada yevmi bir gazete çıkarmıyorlar, Tanrı’nın günü denizaşırı o kadar yol geçerek İstanbul’a inip, neşriyatlarını burada yapıyorlar? Bu fikrimi geçen gün Mahmut Yesari’ye açtım, gülerek dedi ki:

— Fena fikir değil, zaten benim de niyetim var, hele bahar gelsin, havalar biraz açılsın, Sadri Etem, ben, Ömer Rıza, Agâh, Kurbağalıdere diye yarı edebi, yarı mizahi haftalık bir imtiyaz alacağız, bizim şair Salih Zeki’yi de kendimize tahrir müdürü yapıp bu yaz köyde onunla meşgul olacağız.”

 

VAPURDA ROMANINA MEVZU BULAN MUHARRİR

Tanzimat döneminin önemli aydınlarından/yazarlarından olan ve Türk romanının kurucu isimleri arasında anılan Ahmet Mithat Efendi; eserleriyle toplumun eğitilmesine hizmet etmiştir. Birçok nitelikli esere imza atan Ahmet Mithat eserlerinin çokluğundan dolayı “kırk beygir gücündeki yazı makinesi”, yazılarındaki ve hayatındaki öğretmenlik rolü icabı “hâce-i evvel” olarak vasıflandırılmıştır. Bir koltukta iki karpuz taşıyan Ahmet Mithat Efendi hem yayıncı hem matbaacı hem yazar hem de Beykoz’daki çiftliğindeki kaynaktan çıkarttığı “Sırmakeş” suyunun satıcısı olarak anılmıştır. 

Ahmet Mithat Efendiyi Boğaz vapurlarında sıkça gören Hisar; ona herkesin korku ile karışık bir hürmet gösterdiğini ifade edip şöyle tarif etmiştir: “tabiatında eski istila devri Osmanlılarını hatırlatan kabarık ve taşkın bir ruh ve bir eda vardı. Akıl ve zekâsı bolluk ve bereket isteyor, hayatı hareket seviyordu. Kalemi Sırmakeş suyu kadar mebzul[bereketli] akıyor ve o su sattığı gibi, kaleminden durmadan akan bu yazıları da iyi bir fiyatla satabiliyordu. Ahmet Mithat iki yüzlü bir adam değildi. Fakat onun, resimlerini gördüğümüz eski Hint ma’butları gibi, sanki birçok yüzleri ve birçok elleri vardı.”

Daktilonun icat edilmediği zamanlarda ona kinaye olarak “yazı makinesi” lakabını verilen Ahmet Mithat Efendi için her yer romanının yazıldığı, yeni mevzuların bulunduğu mekânlar olmuştur. Abdülhak Şinasi Hisar, Muhit dergisinin Eylül 1931 tarihli sayısında yayınlanan “Ahmet Mithat” başlıklı yazısında romanına vapurda mevzu bulan büyük muharrir hakkında bir hatırayı şöyle nakletmiştir: “Meclis-i Umur u Sıhhiye Reis Vekili bulunan Ahmet Mithat Efendi daireden -yâni köprüye iki dakikalık bir yer- çıkarken, hatırına bir roman mevzuu gelir, bunu Boğaziçi vapuruna girinceye kadar zihninde tasarlar, yan kamarada bir yer bulup yerleşir yerleşmez yazmağa başlar, vapur Beykoz’a gelinceye kadar romanda bir hayli maceralar geçermiş. Fakat Ahmet Mithat Efendinin asıl Hüseyin Efendi isminde halis hattat bir kâtibi varmış ki işte ekseri eserlerini ve bilhassa romanlarını imla suretiyle bu Hüseyin Efendi’ye yazdırır ve o esnada bir yandan da resmi işleriyle meşgul olarak odadakilerle de görüşürmüş. Bahtiyar muharrirler ki yazmanın hiçbir müşkülatını duymamış ve yalnız çocukluklarından zevk almışa benzeyorlar! Biz niçin onlara benzeyemeyoruz?”

 

AHMET HAŞİM İÇİN VAPUR VAKTİ GELDİ

Türk şiirinin önemli isimlerinden biri olan Ahmet Haşim uzun yıllar Kadıköy’de oturmuştur. İşi veya arkadaşlarının daveti dolayısıyla bazı günler İstanbul’un Avrupa yakasına geçen Haşim vakit ilerleyince yurdundan yuvasından uzak garip bir kuş gibi tedirgin olup telaşa düştüğünü onunla uzun yıllar dostluk kurma becerisi göstermiş Abdülhak Şinasi Hisar nakletmiştir. Mahalle komşularının asude havası içinde, nispeten masum, bir nevi emniyette hissettiği Kadıköy; Haşim’in tasavvur ve tahayyül ettiği “O Belde”lerinden biri olmuştur. Haşim; Beyoğlu’nda günün en çok güzelleştiği akşam saatlerinde sohbetin, muhabbetin koyulaştığı bir anda birden boynunu bükerek, “vapur vakti geldi!” deyip ayaklanmasından dolayı arkadaşları hep şikayet etmiştir. Arkadaşları her akşam Kadıköy’e dönmesini tenkit edince o da kızmadan usanmadan vapura binmesine vesile olan gerekçesini anlatmıştır. Vapuru kaçırmak kaygısıyla dakikalarını hesaplayan Haşim “Oyunundan ayrılmayı istemiyen bir çocuk gibi son saniyeye kadar durur, sonra koşarak vapura yorgun argın yetişir, yahut yetişemez ve öfkesinden kızarmış bir yüzle Galata’da köprü başındaki Genio Kahvesi’nde sonraki vapuru beklerdi. Sanırım ki her vapur kaçırışında beceriksizliğine hükmedişi artık hayatta muvaffak olamayacağına kanaat getirmesinin sebeplerinden biri olmuştur.” Enfes sofraları, muhabbetin en koyu halini bırakıp yorgun ve öfkeli Kadıköy vapuruna binince sanki terliklerini ve gecelik entarisini giymiş gibi kendisini rahatlatmış, ferahlamış hissettiğini Abdülhak Şinasi Hisar, 15 Mart 1935 tarihli Varlık dergisinde çıkan “Ahmet Haşim’in Son Zamanları” yazısında ifade etmiştir. Haşim: “Bu vapur ipek suları yararak geçerken, güya kendisini arkasına takmış da bu suların içinden sürüklüyormuş gibi, şehrin olanca tozlarından ve kirlerinden yıkandığını, günün tekmil zehirlerinden kurtulduğunu duyarmış. İskeleye çıkınca artık edebiyat ve matbuat aleminin hummalı dedikodularından uzaklaşmış, kadınlı, mahalle arkadaşlı, sakin, masum bir muhite erdiğine, burjua bir nevi ‘O Belde’ye kavuştuğuna kanaat edermiş.” Abdülhak Şinasi Hisar’ın 25 Aralık 1949 tarihli Yeni İstanbul gazetesinde yayınlanan “Ahmet Haşim” başlıklı yazısında onun bu duygularını farklı cümlelerle şöyle anlatmıştır: “akşam saatlerine doğru, üstünün başının, gönlünün ve ellerinin tozlandığını, bulaşıp kirlendiğini duymaya başlarmış. Fakat vapur, arkasında bembeyaz köpüklerden bir yol bırakarak denizi yararken sulara bakarmış ve  “Bir sırma kemerdir suya baksam!” Bu yarılan suların beyaz köpüklerini gördükçe ellerinin, vücudunun, üstünün, başının ve gönlünün bütün kirlerinden yıkandığını, bütün paslarından temizlendiğini duyarmış.”

 

TEVFİK FİKRET’İN REÇETESİ VAPURLA KAVAKLARLA YOLCULUK

Edebiyatımızın önemli kalemlerinden biri olan Tevfik Fikret memuriyete yeni girdiği yıllarda Mirsad dergisinin açtığı yarışmalara “Tevhid yahut Münacaat” ve “Sitâyiş-i Hazret-i Padişahî” başlıklı iki ayrı şiiri ile katılmıştır. Önceleri “Mekteb-i Sultanî mezunlarından şair-i güzide-sühan Mehmed Tevfik Beyefendi” iken yarışma sonrasında kendisine nazireler yazılan “Şair-i güzide-sühan Mehmed Tevfik Birader”liğe ardından “Mehmed Tevfik Beyefendi”liğe terfi etmiştir. Fikret’in son yıllarında yakalandığı şeker hastalığı onun hayatını çekilmez kılmıştır. Bu hâlet-i ruhiyeyle Fikret buhranlar içindeki hayatında gelgitler olmuştur. Hürriyetçi burjuvazinin şairi olan Fikret ömrünün son yıllarında asabî, hırçın ve kırgın tavrıyla çevresindekileri kırdığı kaynaklarca nakledilmiştir. Senelerden beri hiç tedavisi yapılmayan, vücudunu istilâ edip dişleri çürüten şeker hastalığı çok sonraları teşhis edilmiştir. Abdülhak Şinasi Hisar’ın Vatan gazetesinin 23 Ağustos 1953 tarihli sayısındaki “Tevfik Fikret’in Hâtırası” başlıklı yazıda kendisinin müracaat ettiği doktorlar, onun sinirlerinin bozuk olduğunu bildiklerinden hastalık teşhisini koysalar da “çoktan beri sıkı bir perhize tâbi tutulması lâzım geldiği halde, hava tebdili olsun diye, Şirket-i Hayriye vapurlarının güvertelerinde Kavaklara kadar gezintiler yaptırmışlar, o da bol bol hava alıp sevdiği yemekleri ve börekleri yemeye devam etmiş.” Abdülhak Şinasi Hisar’ın 3 Eylül 1931 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde neşredilen “Tevfik Fikret II” yazısında vapurla k avaklara kadar gidip gelmesi reçetesine dair şu bilgileri vermiştir: “Şeker veremi tevlit ettikten sonra hastalığını tedaviye başladılar ama tedavi artık imkânsız olmuştu. Zavallı sonuncu gün ölümünü duymuş ve ‘Yıkılıyorum’ diye bağırmış!” ve son anları hastalığın acısıyla geçmiştir. 

 

VAPUR KAÇIRMA OYUNU

Türk edebiyatına kazandırdığı romanları, hikâyeleri ile adını unutulmaz kılan Yakup Kadri Karaosmanoğlu Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’yla da hâlâkendini okutmaktadır. Bu kitapta yakın dostlarından ince yapılı tığ gibi delikanlılar oldukları dönemden tanıdığı Abdülhak Şinasi Hisar ve Refik Halit Karay’a yer vermiştir. Sık sık bir araya gelen bu üç arkadaş aylaklıklar, gezmeler arasında günün ve saatin nasıl geçtiğinin farkında olmadan doyumsuz sohbetler yapmıştır. Bu sohbetler esnasında vaktin daraldığı fark edilince eve yetişmek gayretini gösteren yapmacık bir telaşla kalkıp yola revan olunmuştur. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’nda o saatleri şöyle anlatmıştır: “Edebiyatımızın bu ünlü şahsiyetlerine dalıp giderken bir de bakardık ki, saat altıyı geçmiş yediye gelmek üzeredir. Eyvah! Ne yapmalı? Bütün seyrine doyum olmaz âlemi bırakıp Abdülhak Şinasi’yi Rumelihisarı’na, Refik Halit’le beni Haydarpaşa ve Kadıköyü’ne iletecek son vapura yetişmemiz için beş on dakikamız kalmıştır. Acele etmemiz, hatta koşarak gitmemiz lâzım gelmektedir. Fakat, bu lüzuma ne irademiz ne ayaklarımız uyardı. Her üçümüz de ince yapılı, tığ gibi delikanlılar olduğumuz halde üstümüze öyle bir ağırlık ve hantallık çökerdi ki, vapur iskelelerine varıncaya kadar vapurlarımız yarı yolu boylamış olurdu. Bunun üzerine hemen telgrafhaneye koşar, evlerimize şu telgırafı çekerdik ‘Vapuru kaçırdık, bu akşam gelemiyoruz’ ve bu suretle bizi merak içinde beklediklerini bildiğimiz annelerimize karşı duyduğumuz vicdan azabını da giderirdik. Daha doğrusu bu vapur kaçırma oyunuyla hem annelerimizi hem kendimizi aldatmış olurduk.

Her neyse, bu, işin komedya tarafı idi. Asıl macera bundan sonra başlardı: Biz gidip gelinceye kadar saat sekizi bulmuş; Tünel de seferlerini tatil etmiştir. Bu ne demekti bilir misiniz? O vasıtasızlık devrinde Beyoğlu’na Yüksekkaldırım’dan çıkmak, ondan sonra da soluğumuz kesilmiş bir halde Doğruyol’da (bugünkü İstiklâl Caddesi) bir aşağı beş yukarı dolaşarak kendimize bir otel aramak ve gecenin programını münakaşa etmek demekti.” Vapuru kaçırınca bir sığınak olarak otel arayışına giren arkadaşlardan Abdülhak Şinasi, öyle olur olmaz otelleri beğenmez ve herhangi bir lokantaya gitmek istemeyen titizliğiyle maruftur. Bundan dolayı onun nazını çekip, ikna edip uygun fiyatlı bir otelde geceyi geçirince bir sonraki vapuru kaçırma oyununa kadar vedalaşıp evlerine revan olmuşlardır.

Start typing and press Enter to search