Gökten Emanet Bir Şehir: Kudüs ve Osmanlı Vakıfları

Gökten Emanet Bir Şehir: Kudüs ve Osmanlı Vakıfları

Zekeriya Kurşun

Kudüs bütün Semavi inançların kutsal toprağı, yeryüzünün en bereketli ama aynı zamanda da tartışmalı mekânıdır. Osmanlı Devleti’nin son mutasarrıflarından Macid Bey Kudüs’ü “cevelângâh-i Musa, mehdi İsa ve mahall-i miraç” olarak tanımlarken asırlardan beri insanların zihinlerinde biriken kutsiyete ve bunun doğurduğu rekabete vurgu yapar.  Kim bilir, belki de Kudüs gökten yere indirilmiş ve insanlara emanet edilmiş bir şehirdir. Bu yüzden Kudüs aynı zamanda insanlık tarihini de yazdıran bir şehirdir. Böyle olmasa, stratejik önemi olmayan coğrafyasının bu kadar önem arz etmesi nasıl açıklanabilir? Kutsiyetinin ve onu bütünleyen mekânlarının dışında hiçbir şeye malik olmayan bu şehir için estetiğin ve anlatımın zirvesine ulaşan bunca edebî ürünler nasıl izah edilebilir? 

Kudüs’te Osmanlılar

Daha kuruluş yıllarında Osmanlıların gönlündeydi Kudüs. Başkaları idare etse de Osmanlı Sultanları nezdinde ayrı bir yeri vardı bu kutsal şehrin. Hacca giden ve dönen herkes uğrayıp bir selam götürüyor veya getiriyordu. Hz. Peygamber’in ziyaret edilmesi gereken üç mescitten birinin Kudüs olduğuna işaret etmesinden sonra asırlar geçmişti. Ama bu ziyaretlerin çoğalması Osmanlı asırlarına nasip olmuştu. Daha Kudüs Memluklerin idaresinde iken Dedebâli veya kim bilir belki “insanı yaşat ki devlet yaşasın” diyen Edebâli’nin soyundan, Çandarlıların gelini İsfahan Şah Hatun Kudüs’e uğrayıp bir medrese vakfetti. Sultan II. Murad Kudüs’ü vasiyetnamesine koymayı ihmal etmedi. Fatih İstanbul’u fethettiğinde Kudüs gönlündeydi. Müslümanlara zafernâmesi giderken, Kudüs’teki Rum Ortodokslara da teminat veren fermanı ulaşmıştı.

Bu geleneğin varisi Yavuz Sultan Selim, Kudüs’e hürmetle girdi, tıpkı Hz. Ömer gibi, Selahaddin Eyyubî gibi halka güvence verdi, kutsal yerleri ve Gayrimüslimlerin mabetlerini bir bir gezdi, Mescid-i Aksa’da ibadet etti. Kudüs’e hizmet etmek için ömrü vefa etmedi ama duası kabul olmuş ki oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ın hizmetleri hem babasının hem kendisini ve hem de kendisinden sonra gelenlerin hasenatına yetti. Devraldığı büyük mirasın farkında olan Sultan, Kudüs’ü kutsiyetine yaraşır bir şekilde imar ve ihya ederek, Süleyman peygamberden sonra II. Süleyman olmaya hak kazandı. 

Devşirme şehir, herkesin eman içinde yaşadığı tam bir Müslüman şehrine dönüştü. Şehre azamet ve güven veren surlar yükseldi, her şeye hayat kaynağı olan sular akıtıldı, çeşmeler şenlendi. Müslümanların ilk kıblesi ve Emevî halifesi Mervan’ın mirası olan Mescid-i Aksa tamir ve tezyîn edildi. Şehrin geleni-gideni, yolcusu arttı; dervişi, fodulası, fukarası çoğaldı. Eski vakıflar himaye edildi, yenileri kuruldu. Kudüs’e yolu düşen Müslim-Gayrimüslim herkesin yüzü güldü. 

Osmanlı Devleti’nin üç kıtada farklı dinî ve etnik kökene dayalı toplumlarının bir arada yaşatabilmesinin gizli kalan sırrı Kudüs idi. Dünyada etnik ve dinî çeşitliliği en fazla olan kentler, Osmanlı Devleti’nin hakimiyetindeydi. Bereketli Kudüs bu kentlerin başındaydı ve hâliyle dersler veriyordu. Osmanlı Kudüs’ünde dört yüz yıl boyunca farklı din ve sosyal gruplardan insanlar bir arada yaşayabildi. Dünyanın dört bir tarafından farklı din ve mezheplere sahip gruplar bir düzen içinde Kudüs’ü ziyaret etti ve buradan memnuniyetle ayrıldı. Diğer şehirlere de misal olan Kudüs’te, Müslüman, Rum, Ermeni, Kıpti, Süryani, sınırlı da olsa Yahudi ve daha birçok toplumlar, dört yüz yıl boyunca huzur ve refahlarını sürdürdü. Kimsenin dinine, kültürüne ve hayatına karışılmadı. Batı’dan yeni rüzgarlar esmeye, Katolik dünyası burayı karıştırmaya, Siyonistler yeni hesaplar yapıncaya kadar herkes Osmanlı Kudüs’ünde mutlu yaşamaya devam etti. Kimse Hz. Ömer’in, Selahaddin’in, Fatih’in, Yavuz’un, Kanunî’nin koyduğu kanunları bozmaya kalkmadı. Kimse Allah’ın kutsal kıldığı bir beldeyi alçak arzularına kurban etmedi. İslam tarihi boyunca Kudüs’e hizmet eden bütün Müslüman devlet ve hükümdarlar şehrin mamur ve bir barış şehri olması için önemli hizmetler yaptılar, birbiriyle yarıştılar. Ancak Osmanlı Devleti bu hizmetleri zirveye taşıyacak ve şehrin kutsiyetine uygun hale getirecektir.

Kudüs’te Osmanlı İmarı ve Vakıfları

Bugün Kudüs’ü ziyaret eden hemen herkes ister şehrin genel görünümünde ister Müslüman veya Hristiyanların mabetlerinin bulunduğu yerlerde mutlaka Osmanlı izlerini müşahede etmektedirler. 

Yavuz Sultan Selim 1516 yılında Mısır yolunda iken Kudüs’ü büyük bir saygıyla ziyaret ederek, oradaki mabetleri gezdi. Kendisinden önceki hükümdarların ve dedesi Fatih Sultan Mehmet’in gayrimüslimlere verdiği hak ve imtiyazları yeniden ilan ederek onlara Müslümanlar ile barış içinde yaşayabileceklerinin güvencesini verdi. Ayrıca Hristiyanlar için kutsal ve Hz. İsa’nın kabri olduğu kabul edilen Kamame Kilisesi’nin etrafında bulunan engelleme duvarlarını kaldırarak hacıların ziyaretlerini kolaylaştırdı. Yavuz’un ömrü yapmaya niyetlendikleri için yetmediyse de ve mirasını devralan Kanuni Sultan Süleyman şehre damgasını vurdu. Zira o şehri ziyaret etmese de devraldığı mirasın ne denli önemli olduğunun farkındaydı. Bu yüzden şehir daha önce hiçbir hükümdar zamanında görülmemiş imar faaliyetlerine sahne oldu. Eyyübiler zamanında Haçlılar ile yapılan anlaşma gereği yıkılan surlar Kanuninin emri ve desteğiyle yeniden inşa edildi. Zira onun yaptığı sadece bir inşa faaliyeti değil, Kudüs emanetini üstlendiğini gösteren iddialı bir meydan okumaydı. Nitekim günümüze kadar gelen bu surlar hem şehrin hem de bu kutsal emanetin sembolü, aynı zamanda hamisi oldu. Bu sayede Mescid-i Aksa ve çevresi bütün saldırılara rağmen ayakta kalabildi. Kanuni bununla kalmayıp, halkın ve ziyaretçilerin müreffeh bir şekilde yaşamaları için uzaklardan sular akıtıp, çeşmeler ve sebiller inşa ederken; eşine temlik ettiği bazı arazı ve gelir kaynakları ile Kudüs’te Haseki Hürrem Sultan İmareti’nin kurulmasına öncülük edip gelip geçenlerin, şehrin fakir fukarasının, kimsesizlerin kimsesi oldu. 

Aslında Kudüs ilk defa Türklerin idaresine girmiyordu. Selçuklulardan itibaren Kudüs’ün Türklerin zihninde ayrı bir yeri vardı. Nitekim Haseki Hürrem Sultan Vakfı burada kurulan ilk Osmanlı vakfı da değildi. Daha Kudüs Osmanlı idaresine girmeden önce hacdan dönerken buradan geçen Çandarlı ailesinin gelini İsfahanşah Hatun’un inşa ettiği medrese, Osmanlı medresesi olarak anılıyordu.

Sultan II. Murad, Kudüs henüz bir Osmanlı toprağı değilken, 1446 yılında kendi mülkünden bazı gelirleri Mescid-i Aksa ve Sahratullah vakıflarını takviye etmek amacıyla vakfedip büyük bir gelenek başlattı. Bu miras daha doğrusu kutsal ödev kendisinden sonraki sultanlara da intikal etti. Bu yüzden Kanunî Sultan Süleyman, II. Selim, II. Murad, I. Ahmed, II. Mehmed, II. Osman, IV. Murad, Sultan İbrahim ve IV. Mehmed gibi Osmanlının kudretli sultanları Kudüs için doğrudan vakıflar kurarken pek çok Sultan da bu vakıflara takviye eden akarlar tahsis etmişlerdir. Her yıl diğer vakıflardan ayrılan nakit paralar Kudüs ahalisi sürresi veya oradaki vakıfları desteklemek için İstanbul’dan gönderildiği gibi Sultan II. Mahmud ve II. Abdülhamid’in Mescid-i Aksa ve Sahratullah’ta yaptıkları onarımlar da geleneğin saltanatın sonuna kadar devam ettiğini göstermektedir.

Kudüs’te sadece Padişahlar vakıf kurup hizmet üretmemişlerdir. Kudüs halkının ve ziyaretçilerin refahı, oraya yerleşen ilim erbabı ve talebelerin rahatı ve Mescid-i Aksa etrafında yaşamayı tercih edenlerin huzuru için Padişah anaları ve Kızları Valide/Hanım Sultanlar da vakıflar kurmuşlardır. Mesela Kanunî’nin eşi Haseki Hürrem Sultan’ın erken devirlerde kurmuş olduğu vakfı bugün hâlâ hizmet vermeye devam etmektedir. O, 1557 yılında Filistin coğrafyasının en büyük külliyesini inşa ederek imaretiyle fakir fukaraya kucak açarken, medresesi ile de ilim erbabı ve talebelerine hizmet sunmaktaydı. Daha da önemlisi bu vakıflar Osmanlı’nın Kudüs’teki görünürlülüğünü sağlamakta, şehre Osmanlı Kudüs’ü damgası vurmaktaydılar. 

Padişah vakıflarının dışında, yukarıda zikredilen Haseki Hürrem Sultan ile başlayarak, 19. yüzyılda Pertevniyal Sultan’a kadar pek çok sultan da ya doğrudan vakıf kurmuş veya mevcut vakıfları takviye etmişlerdir. Yaptığımız araştırmalarda İslam tarihi boyunca Filistin’de 2000’den fazla vakıf kurulmuş bunların 600’ü sadece Kudüs’e, Mescid-i Aksa ve Sahratullah’a tahsis edilerek şehrin daha canlı ve yaşanabilir olmasını sağlanmıştır. Aynı şekilde Osmanlı himayesindeki zimmîler de bu yarışa girerek gayrimüslim vakıfları kurarak kendi mabetlerinin yaşamalarını sağlamışlardır. Söz gelimi Osmanlı’da bölge adına 1904 yılında tescil edilen en son gayrimüslim vakfı Mar Yakup Manastırı için Piskopos Keyfork (Kevork) Vakfıdır. Osmanlı kayıtlarında geçen son Osmanlı Müslüman vakfı ise 1922 tarihli olup, Sahratullah, Mescid-i Aksa ve Halilürrahman Vakıflarına yapılan katkılardır. Vakıflar sadece cami, mescid, tekke, dergâh ve zaviye gibi dinî; medrese, darulhadis gibi eğitim kurumlarına ait olmayıp aynı zamanda sosyal hizmetler veren pek çok başka alanlar için de kurularak çevresi, kutsanmış ve gökten emanet alınan şehri yaşatmışlardır.

Bugün Kudüs şehri hala ayaktaysa Mescid-i Aksa hâlâ kirletilmediyse bunda Osmanlı asırlarının büyük katkısı vardır. Müslüman hükümdarların ve Osmanlıların tarih boyunca yaptırdıkları vakıfların gölgesinde yaşayan ve kendilerine Makdisi, yani Kudüslüler diyen şehrin ve Mescid-i Aksa’nın muhafızları kimliklerini ve güçlerini bu emanet eserlerden almaktadırlar. Bu emanetler nesilden nesile aktarıldıkça ne olursa olsun Kudüs de var olmaya devam edecektir.

 

Start typing and press Enter to search