KUDÜS’TE İNGİLİZ KONSOLOSLUĞU’NDANAMERİKAN BÜYÜKELÇİLİĞİ’NE

KUDÜS’TE İNGİLİZ KONSOLOSLUĞU’NDAN

AMERİKAN BÜYÜKELÇİLİĞİ’NE

Nurcan Özkaplan Yurdakul

Bundan yaklaşık on küsur sene önce Basra ve Bağdat’taki İngiliz Konsolosları hakkında doktora tezim için araştırma yaparken Meir Verete’nin Oxford Journals’da yer alan 1970 tarihli ve “Kudüs’te Neden Bir İngiliz Konsolosluğu Vardı?” adlı makalesi ile karşılaşmıştım. Başlığın sorusu belli bir ifadeyi ima ediyordu. Çünkü Kudüs’te İngiliz Konsolosluğu kurulmasına gerek yoktu. Zira Kudüs’te yaşayan İngiliz vatandaşları ya da orada faaliyet gösteren İngiliz şirketleri ya hiç yoktu ya da yok denecek kadar azdı. Peki, İngiliz ticaretine ve vatandaşlarına hizmet etmeyecekse, Kudüs’te bir İngiliz konsolosuna ne gerek vardı? Üstelik Dışişleri Bakanı Palmerstone böyle bir atama yapmaya nasıl yönlendirildi?

Britanya Hükümeti’nin Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Filistin’de “Yahudi halkı için bir yuva” kurulmasına destek verdiğini duyuran Balfour Deklarasyonu’ndan sonra, Filistin’deki Yahudi yerleşimi üzerine yayınlanan kitaplar, Büyük Britanya’nın bir konsolos atamasının ardındaki gerçek motivasyonların revizyonist bir tarihini sunarlar.  A.M. Hyamson ve J. Parkes gibi büyük ve itibarlı tarihçiler bile bu atamayı İngiliz Hükümeti’nin Yahudilerin Filistin’e dönüşüne verdiği destek ve Yahudi kavmine duyduğu sempatiyle ilişkilendirmeye başlarlar. Ancak Vereté, araştırması aracılığıyla böyle bir kararın arkasında iki temel motivasyon olduğunu çok net ortaya koyarak sempati meselesinin neredeyse bir uydurmadan ibaret olduğunu iddia eder. Ona göre bu atamanın arkasındaki İngiliz motivasyonu öncelikli olarak Hindistan ticaretini korumaktır. İngiliz otoritelerine göre Kudüs üzerinden oluşabilecek ve Hindistan yolunu tehdit edebilecek her türlü gelişmeye karşı tedbirli davranmak gerekir. İngilizlerin Filistin’e Yahudi göçünü teşvik ettikleri inkâr edilemez bir gerçekliktir ancak buradaki amaç Yahudilere bir yurt vermek kesinlikle değildir. Amaç bölgede İngiliz nüfuzunu mümkün kılacak bir nüfus oluşturmaktır. Bu nüfus nasıl oluşturulabilirdi? Dönemin İngiliz politikacılarının gündemini meşgul eden konulardan birisidir.

Konsoloslukların geleneksel amacı bir ülkenin ticari çıkarlarını desteklemek ve o ülkedeki vatandaşlarının hukuki işlemlerini kolaylaştırmaktır. Büyük Britanya için Osmanlı topraklarına konsolos atama noktasında izlenmesi gereken bir prosedür bellidir. 1830’lardaki yazışmaların analizi, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın Kudüs vakasında ilgili prosedürü izlemediğini gösteriyor. O zamanlar Kudüs’te yalnızca bir veya iki İngiliz misyoner ailesinin yaşadığı ve ticari kaygıların asgari düzeyde olduğu göz önüne alındığında, Palmerstone’ı Kudüs’te bir konsolosluğun yararlı ve gerekli olduğunu önermeye ve tam da bu dönemde hangi etmenler yöneltir?

  1. yüzyılın başlarında oldukça küçük bir kasaba olan Kudüs, Şam’da görev yapan İngiliz Konsolosunun görev alanı içinde sayılıyordu. Daha sonra Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın nüfuz alanını Suriye’ye kadar genişletmesi üzerine Kahire Konsolosu, İngiliz vatandaşları için Kudüs bölgesini kapsayacak şekilde görevlendirilmişti.

1834’te Şam’daki İngiliz Konsolosu J.W.P. Farren, Palmerstone’a Osmanlı İmparatorluğu’nun Roma Katolik tebaası ve Fransız Kilisesi’nin onlar üzerindeki etkisi hakkında yazan ilk kişi olur. Anglikan misyonerlerin 1820’li yıllardan bu yana Ermenilerle olan iyi ilişkileri ve bağlantılarına değinen Farren, göreve aday olarak Osmanlı İmparatorluğu tebaasından bir Ermeni olan Merad Efendi’yi önerir. O sırada Palmerstone, Farren’ın teklifini neredeyse görmezden gelir. Benzer şekilde Amerikan Misyonerlik faaliyetlerine yönelik mektupları da kulak ardı eder.

Ancak 1836 baharında Kahire’deki İngiliz Konsolosu, Kutsal Kamame/Aziz Puşheri Kilisesi için Rus Hükümeti’nden bölgeye değerli hediyeler geldiğini bildirmesi başka bir etki yaratır. Bu haber Palmerstone’un dikkatini Rusya’nın bölgedeki faaliyetlerine yöneltir ve Kudüs’te bir İngiliz Konsolosluğu bulunmasının aciliyeti belirginlik kazanır. Dışişleri Bakanı önündeki mektubun üzerine “tez Kudüs’te bir konsolosluk kurula!” mealinde not düşer.

Tarihin bu döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun Asya toprakları üzerinde nüfuz yaratma konusunda büyük bir İngiliz-Rus rekabetine tanık olunur. Asi Kavalalı Paşa düvel-i muazzama nezdinde meşruiyet arama ve müttefik edinme derdindedir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’nden beri özenle tesis edilen ve yabancıların bölgedeki ticaretini çeşitli şartlara bağlayan, adına kapitülasyonalar da denilen Amanname sistemini yerle bir eder. Tevaif-i Efrenciyeyi bölgeye bonkörce buyur eder. Selahaddin Eyyubi’nin, Sultan Selim’in kemikleri sızlar mı sızlamaz mı aklına bile gelmez. Bu cömert davete cümle Frenk taifesi icabet etse de aslan payını alan ülke Rusya olur. Temmuz 1833 tarihli Hünkâr İskelesi Antlaşması ile Sultan II. Mahmut Rusya’nın imparatorluğun Ortodoks tebaasının himaye hakkını tanınmak zorunda kalır. Kavalalı’nın bonkör davetinin tadını çıkaran İngiliz tüccar tebaası İngiliz Avam Kamarasında ülkelerini Osmanlının toprak bütünlüğünü koruma siyasetinin bir kenara itilmesini güderler. 1826 Yunan Bağımsızlık Savaşı’nda Yunan işgalcileri ile birlikte davranma siyaseti de benzer şekilde İngiliz tüccar taifesinin güttüğü bir siyaset olur. Seçim kazanma derdinde olan Büyük Britanya hükumetleri milli politikaları seçim kazanma uğruna bir tarafa bırakırlar.  Palmerstone daha sonra Sultan’ın yanında durmamayı ve Rusya’nın bu yürüyüşe çıkmasına göz yummayı ‘İngiliz Hükümeti politikasının ciddi bir başarısızlığı’ olarak tanımlasa da Rusya’ya Kudüs yolu açılmış olur. 

Kudüs’te bir İngiliz Konsolosluğu’nun açılması şüphesiz İsrail Devleti’nin kurulmasına giden yolu açar. Dönemin arşiv kayıtları, Yahudi sorununa, Yahudilerin Filistin’e dönüşüne veya 20. yüzyıl tarihçilerinin iddia ettiği gibi genel olarak Filistin’deki Yahudilere sağlanacak korumaya ilişkin herhangi bir kanıt sunmaz. Britanya kamuoyunun Yahudilere yönelik sempatisinden de söz edilemez. Tam tersine, 19. yüzyıl İngiltere’sinin edebiyat ve basınında Yahudilere karşı yaygın bir hoşnutsuzluk olduğu açıkça görülmektedir. Bu hoşnutsuzluk, Charles Dickens’ın Müşterek Dostumuz/ Our Mutual Friendadlı eserinde bir şekilde eleştirilir.

Şimdi yaklaşık iki yüz yıl sonra İngiliz-Rus rekabeti Amerikan-Rus versiyonuyla yeniden canlanıyor. Dünya, ABD’nin büyükelçiliğini Kudüs’e taşımasını ve tüm Semavi dinlerin Kutsal Şehrinin İsrail’in başkenti olarak tanımasını izliyor. Zamanının bilge adamlarından biri olan Palmerstone ve Londra Misyoner Cemiyeti gibi diğer katkıda bulunanlar, 1830’larda Anglikan bir Filistin hayali kurmuş olsalar da sonuçta 1947’de Yahudi bir İsrail Devleti ortaya çıkar. Geleceğin tarihçilerinin bulgularını çok merak ediyorum. Trump yönetiminin bu Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanınması hakkında ne yazacaklar? Hangi tüccar taifesi ya da hangi seçim kazanma gayesi bu kararı aldırmıştır? Aslan Yürekli Richard’dan beri gösterdiği çabalar neticesinde Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Filistin İngiliz Mandası’nı elinde sadece 25 sene tutabilen, üstelik hem Araplara hem Yahudilere karşı savaşarak bırakmak zorunda kalan İngiltere’ye kalmayan Filistin Amerika’nın başına kim bilir ne gaileler açacaktır? 

 

 

Start typing and press Enter to search