“OSMANLI MECLİSLERİ BİRER KÜLTÜR MUHİTİ”

ZEYNEP TARIM

OSMANLI MECLİSLERİ BİRER KÜLTÜR MUHİTİYDİ”

Pelin Avcı

Bir şehrin kimliği onun sakinlerinden bitki örtüsüne, eğlence biçimlerinden mimarisine pek çok unsur etrafında şekillenir. İstanbul Üniversitesi Tarih bölümünde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Zeynep Tarım’ın da değindiği gibi, “İstanbullu bir mimoza da şehirdeki bir eşik taşı kadar değerli”. Kendisiyle gerçekleştirdiğimiz söyleşide onun farklı disiplinlerden beslenerek günümüze uzanan şehir kültürü çalışmalarını, çocuk yaşta başlayan edebiyat tutkusunu, seksenler ve doksanlar Fatih’inde öğrenci olmayı ve İstanbul’un dönüşen semtlerini konuştuk.

Nasıl bir ailede büyüdünüz?

Ben bir memur ailesinin çocuğuyum. Babam memurdu, çocukluğumda İskenderun’daydık. O yıllarda İskenderun çok temiz, küçük, keyifli deniz kenarında güzel bir sahil şehriydi. İlkokul ve ortaokulu orada okudum. Sonrasında kız meslek lisesinin resim bölümüne kaydoldum. Bu bölümler sınavla öğrenci alırlardı. Kendi okulumun tek resim öğrencisi olarak mezun oldum. Zaten tek öğrenci olarak girmiştim. Liseyi bitirirken Ankara’ya taşındık.

İstanbul’un hangi semtlerinde yaşadınız?

Bir semti tanımak için orada yaşamak, uyuyup uyanmak, esnafından alışveriş yapmak, sokaklarını isimleriyle birlikte bilmek, tarihî ve güncel dokuyu seyretmiş olmak gerekir. Üsküdar, Ayazma, Kuyubaşı, Laleli, Fatih, Beyazıt, Kanlıca ve Kandilli benim yaşayarak tanıdığım yerlerdir. Öğrencilik yılarımda seksenlerdeki Fatih’i tanımanın şimdi değişen dokuyu gördükçe ne kadar değerli olduğunu fark ediyorum. İstanbul Üniversitesi’nden pek çok hoca Fatih’te otururdu, ana caddede yürürken hocalardan birsiyle veya arkadaşlarımızla karşılaşırdık. Fevzi Paşa Caddesi’nden iki sokak içeri girince iki katlı ahşap pek çok eski ev vardı, mesela özellikle Beyceğiz Mahallesi’ndeki eski evleri hatırlıyorum. Hepsi kalabalıklar için yapılmış, sıkışık çok katlı binalara dönüştü. İstanbul’un büyük ve tarihî semtleri birer küçük şehir gibidir. Fatih’in Kıztaşı, Sultan Selim durağına yakın çevresi güzel bakımlı yerleriydi. Karagümrük, Çarşamba daima kalabalık ve daha çok göç alan bölgelerdi, Küçük Mustafa Paşa’ya doğru indikçe aynı doku tekrar etse de birbirinden farklı mahallelerden oluşurdu. Koca Mustafa Paşa’ya, Sünbül Sinan’a veya Eminönü’ne kimse Fatih demezdi. Fatih kendi külliyesinin etrafında genişlemiş, Osmanlı döneminde Edirnekapı’ya kadar uzanan tarihî yolun iki tarafına yayılmış, bir taraftan Kıztaşı, Sarıgüzel, Bali Paşa diğer taraftan Fatih, Sultan Selim Külliyesi’ni içine alıp, solda Hırka-i Şerif, Mesih Paşa’yı, sağda Atik Ali Paşa’yı, Nureddin Dergâhı’nı geçip Kariye’den sur dibine kadar uzanırdı. Osmanlı şehrine has özelliklerin izleri görünürdü. Geniş imkânlarla yapılmış evlerin apartmanların yanında küçük binalar, az katlı basit yapılar vardı. Şehir çalışmalarında konu olan bölgenin mimarisini sakinleriyle birlikte tanımak çok değerli. Küçük sokaklar, meydanlar, küçük mahalleler bu bağlamda öne çıkarılmalı ki asıl olan dokuyu anlayabilmemiz mümkün olsun. Ben İstanbul’da hep çok eski evlerde oturdum. Laleli’nin ilk apartmanlardan birsinin Kumkapı üzerinden deniz gören bir çatı katında, Soğanağa’da, Fatih Caddesi’nin ilk apartmanlarından birisinde; oldukça yüksek tavanlı, bütün evin kokusunu çeken davlumbazlı mutfağı olan bir evde yaşadım. Öğrencilik bittikten sonra Boğaziçi’ne geçtim. Fakat hâlâ şehre Edirnekapı’dan girer, mutlaka Fatih’ten geçerek üniversiteye ulaşırım. Böylece Fatih’in zaman içindeki değişimini adım adım takip ettiğimi söyleyebilirim. Ayrıca da şehir derslerini hep dışarda ilgili bina ve sokaklarda yaptığım için Fatih’i defalarca sokak sokak dolaşırız. Bütün Fatihliler gibi Malta Çarşısı, Barbaros Yoğurtçusu, Baltepe Pastanesi, Fatih Sarmacısı da uğrak yerlerimizdendir.

Boğaziçi’nin Suriçi İstanbul’dan en belirgin farkı nedir?

Boğaziçi’nin semtleri eski İstanbul’un köyleridir. Bir kısmı nispeten tenha bir kısmı Beykoz, Paşabahçe Çengelköy gibi hep kalabalıktır. Bazı mahalleler ise özellikle seksenlerde hâlâ oldukça sakindi. Mesela Kanlıca’da iki fırın bir manav bir kasap, iki bakkal vardı. Akşam olunca hepsi kapatır, acil bir şey lazım olsa ya Kavacık veya Beykoz’a doğru gitmek mecburiyetinde kalırdınız. Mahalle halkının yaşlıları sabahları, gençleri ise akşamları iskelede otururlar, herkes birbirini tanırdı. Her yerinden Emirgan’ı seyredebilirdiniz. Miharabat Korusu da sadece Kanlıcalıların akşamüstleri çaylarını alıp oturdukları, kuş seslerinin duyulduğu bir koruydu. Hidiv Kasrı ve Çubuklu’ya kadar inen koruda ağaçların yoğunluğunda güneş düşmezdi yollarına. Daha sonra Kandilli’ye naklettik, orası da aynı sükûnete sahipti, hatta daha sakin daha küçüktür. Bir iskele, bir cami, iki kilise, iki korusu olan bir vadiye yerleşmiş. Bir tarafında Adile Sultan, bir tarafında Cemile Sultan’ın bahçeleriyle kuşatılmıştır.

İstanbul’da yaşayan insanlar kendilerine ne kadar şehre ait hissediyorlar?

Elbette herkes kendi çevresinde tanıdığı İstanbul’a ait hissediyor olmalı. Fakat tarihsel doku yani yüzyıllar içinde oluşmuş zemine göre şekillenen muhitler daha fazla, bir bakıma daha özgün bir İstanbul’u temsil ediyorlar. Bu bağlamda Mesela Sultan Selim Külliyesi veya Eyüp Nişanca’da, Üsküdar Salacak’ta tarihî dokuda yaşayan birsiyle, Avcılar’daki yeni bir mahalledeki insan aynı dünyayı yaşamıyorlar. Şehrin hep kendine ait hususiyetini korumak için değişmeyen sokak ve mahalle isimleriyle geleceğe bırakmak da bugünkü insanın sorumluluğunda. Kanlıca idari olarak Beykoz’a bağlı olsa da kendine özgü bir mahalledir, Kanlıca’ya Beykoz demek şehri zenginleştirmez, bilakis fakirleştirir. Keza Anadoluhisarı, Çubuklu da öyle. Çengelköy’e Üsküdar demek de böyle… Şehri düzleştirip indirgeyebilir ve gelecek kuşaklar artık bu semtlerin özgünlüğünü gözden kaçırabilir. Kendini şehre ait hissedebilmek için yaşadığı mahallenin kahvehanesinden, sokaktaki ağacına bitki örtüsüne kadar tanımak sevmek gerekir. Süleymaniye’de ders yaptığımız sırada öğrencilerin çınarı, sardunyayı menekşeyi tanımadıklarını fark ettim, çevredeki herhangi bir estetik unsura dikkat etmezse insan Süleymaniye’deki estetiği anlayabilir mi? Veya bu güzellik sadece öğrenilmiş ama duyulmamış içselleşmemiş bir bilgi olarak anlamsızlaşmaz mı? Sokağındaki, kapısının önündeki ağacın (ne/kim) olduğunu bilmeyen birisi mahallesindeki bir çeşmenin estetiğini ne kadar algılayabilir ki?

Sizin çalışmalarınız kültür tarihi çerçevesinde nasıl bir bakış açısı sağlıyor? Sizi bu şekilde çalışmaya götüren şey nedir?

Kültür tarihi insanın içinde yaşadığı toplumun değerleriyle olan ilişkisini yansıtmalıdır, bunun için birkaç disiplin çerçevesinde konuları ele almak yararlı olabilir. Felsefe, Sosyoloji ve Tarih birlikte kavramsal konuları ele alabilir. Ben Edebiyat, Sanat Tarihi ve Tarihin verilerini birlikte kullanarak bir bakış açısı oluşturmaya çalıştım. Mesela bir şehir çalışmasında şehirleşme süreci ile mimari doku arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışıyoruz, tez öğrencilerim de çoğunlukla bu detayları yakalama çalışıyorlar. Şehir tarihi şehir estetiği çalışmaları sağlam bir zemine oturmazsa gelip geçici söylemler sadece bilgi kirliliğine sebep olabilir. Meydana gelen her eserin bir zanaat süreci, onu üretenlerin zevk anlayışı, duygu birikimi var. Hepsini göz önüne alarak bakabilirsek daha sağlıklı yorumlar yapabiliriz. Bir yapının kullanımı, içende yer aldığı mahalleyle ilişkisi, katkısı, O sokakta büyüyen bir çocuğun hafızasında nasıl yer aldığı hepsi değerlidir.

 

FATİH KENDİNE ÖZGÜ ZENLİKLERİ OLAN BİR YER

O zamanlar Fatih’te öğrenci olmak nasıldı?

Benim öğrenciliğim Lalelide geçti bir sürede Fatih’te yaşadım. Bu bölgede öğrenci olmak çok güzeldi. Yürüyerek gidebileceğimiz pek çok kütüphane vardı. Ayrıca tiyatro ve konserleri takip ettiğimiz Taksim bölgesine de oldukça yakındı. Çalışırken eve kapanırsınız, kimseyi görmezsiniz, ama bir çıkarsınız ki herkes sokakta… Her zaman kalabalık bir semtti. O zamanlar ana caddede üniversiteden hocalarımızı, arkadaşlarımızı görürdük. Malta Çarşısı’ndan alışveriş yapardık. Barbaros yoğurtçusu Fatih sarmacısı, tulumba tatlıcısı, Baltepe pastahanesi herkesin bildiği yerlerdi. Özellikle Ramazan geceleri Fatih ana cadde ve civarı geceleri çok hareketli ve güvenli olurdu. Mesela rahatlıkla gece çıkıp ekmek, çerez alıp yürüyerek evinize dönebilirdiniz. Fatih böyle kendine özgü zenginlikleri olan bir bölge. Mesela Sultan Selim Camii’nin oraya kadar olan bölgede dinî hassasiyetler yüksektir. Oradan aşağı indiğinizde Osmanlı’nın Balat Yahudi mahallesi karşınıza çıkıyor. Başka dinler ama benzer hassasiyetlere sahip insanların olduğu bir dokuyla karşılaşıyorsunuz. Fatih, Üsküdar, Eyüp Galata gibi sadece sokak isimleriyle bile tarihî süreci izlemek mümkündür, adım başında karşınıza ya eski bir mescid, çeşme veya bir hazire çıkar, geçmişin farklı renklerini gösterirdi.

Fatih’te hocaların gittiği belli mekânlar var mıydı?

Beyazıt meydanındaki Çınaraltı Çay Bahçesi hem sahafların hem kütüphanenin girişinde hem üniversiteye çok yakın olduğundan en kolay buluşma yeriydi. Daha önceki meşhur kahvelere yetişmedim, onları bilmiyorum. Fatih’te belli eğitim seviyesinin üstünde insanların olduğu yerler vardı. Kıztaşı, Fevzi Paşa Caddesi’nin her iki tarafı, Sultan Selim tercih edilen muhitlerdi. Mesela Ekrem Hakkı Ayverdi, Samiha Ayverdi, Necmettin Hacıeminoğlu, Kadri Timurtaş, Günay Karaağaç, Halil Açıkgöz Fatih’te otururdu. Bir Farsça hocamız vardı, Okumuş Adam Sokak’ta otururdu. Fatih’in yerlileri doku değiştikçe bir kısmı Kemerburgaz’a, bir kısmı Erenköy’e, bir kısmı da şehrin daha yeni, daha modern düzenlenmiş yerlerine taşındılar. Fatih onun için biraz kendine yabancılaştı denebilir ama hâlâ ana dokuyu koruyan Fatihliler de yaşıyor olmalıdır.

Marmara Üniversitesi’nde tarih lisansınızın ardından İstanbul Üniversitesi’nin Sanat Tarihi bölümüne yöneldiniz. Bu seçimleri nasıl yaptınız?

Ben Marmara Üniversitesi Tarih bölümünün ilk öğrencilerinden biriyim. Orası 80 İhtilali’nden sonra kapatılmış. Biz bir sene sonra üniversiteye başladık. İlk meraklarımız, hayatta kimlerle yürüdüğümüz, dostluklarımız çok önemli. Üniversitenin üçüncü sınıfında Faruk Sümer hocayla tanıştım. O zaman hoca Dil-Tarih Coğrafya’dan yeni emekli olmuş, İstanbul’a yerleşmişti. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’na çalışmaya gelirdi. Turan Yazgan Hoca Ankaravî Mehmed Efendi Medresesi’nde ona bir oda vermişti. Bir konferansında yazdıklarıyla ilgili sorduğum sorular ilgisini çekti. Lise öğrencisiyken alıp okuduğum kitabına dair dikkatim hocanın hoşuna gitmiş olmalı. Bir arkadaşımla birlikte çalışmalarında ona asistanlık yapmaya başladık. Bizi Bayezit Devlet Kütüphanesi’ne gönderirdi. Orada kaynaklardan istediği bahisleri bulurduk. O’ndan çok şey öğrendik. Lisansın ardından yüksek lisans programına başladım. Tezimi Gülhane Parkı’nın karşısındaki Başbakanlık Arşivi’ne gidip oradaki Topkapı Sarayı mutfak defterlerinden yararlanarak yazdım. Bu çalışma benim için bir başlangıç oldu. 1987 senesinde 5 ay kadar arşivde çalıştıktan sonra İstanbul Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü’nde göreve başladım. O zamanlar Nurhan Atasoy Hoca Güzel Sanatlar Bölümü’nü yeni kurmuş, asistanlarıyla bütün derslerin içeriklerini hem sesli kayıtlar hem slaytlarla hazırlamıştı. Çok değerli bir projeydi. Bu proje sayesinde bütün üniversitede güzel sanatlar dersleri birinci sınıflara zorunlu, 2. sınıflara seçmeli olarak verilmeye başlanmıştı. Çoğu sanat tarihi mezunu olan okutman hocalar hem hazır programları kullanıyor hem kendi hazırladıklarını anlatıyorlardı. Farklı disiplinlerdeki öğrencinin hem batı hem yerli sanatın tarihini öğrenmeleri kültürlü insan yetişmesine değerli bir katkıydı. Nurhan Hoca ile 10 sene boyunca yoğun bir tempoda birlikte çalıştık. Hem güzel sanatlarda ders veriyor hem hocaya çalışmalarında asistanlık yapıyordum. Sanat Tarihi Araştırma Merkezi’ne geçtikten sonra Harvard Üniversitesi’yle ortak projemize başladık. Bu, İstanbul’un mahalle dokusunu, sosyal yapısını incelemek için kadı sicil defterlerinin yayınlanması sonrasında haritasını çıkarmakla ilgili müthiş bir projeydi. Müftülük arşivinde muhafaza edilen on bin defterlik koleksiyon İstanbul’un evleri sokakları, hayat tarzı, problemleriyle ilgili fevkalade değerli bir hazineydi. Projeye başlarken Nurhan Atasoy, Halil İnalcık, Cemal Kafadar, Gülru Necipoğlu, Doğan Yavaş, Nejdet Ertuğ vardı. Sonra Edebiyat fakültesinden hocalar da bu projenin çeviri programına dahil oldular. Seçilen defterleri çevirmekle işe başladık. Proje kapsamında Cemal Kafadar’ın programlamasıyla iki sene Harvard Üniversitesi bünyesinde çalıştık. Sonuçta on beş defter-cilt yayına hazırlandıysa da henüz bir cildi yayınlanabildi. Doktoramı da sanat tarihinde tamamlamıştım, sonra Mübahat Kütükoğlu Hoca’nın teşvik ve isteğiyle onun bölümüne geçtim. Fakat çalışmalarımda hep sanat tarihinin konuları devam etti.

KİTAPLAR SİZE BAŞKA BİR DÜNYA AÇIYOR

Peki edebiyat merakınız nasıl oluştu?

Edebiyat hayatımda hep vardı. Küçük yaşlardan beri hep okudum. Babam hatırladığımdan beri daima okuyan birisiydi ve iyi bir kütüphanesi vardı. Amcam Dil-Tarih Edebiyat mezunuydu, ve Edebiyat bölümünde hocalık yapıyordu. O’nun da çoğunluğu yeni edebiyattan oluşan bir kütüphanesi vardı. Babam kitaplara olan merakımı görünce kendi kitaplığının alt raflarını boşaltıp bana ayırdı, “burası artık senin kütüphanen” dedi. O sırada henüz ilkokul 2 veya 3. sınıftaydım, kendi kendime söz verdim: Okumadığım kitabı koymayacaktım oraya. Böylece kitaplarımı saklar, okudukça raflara yerleştirirdim. Sonrasında kitaplığım kontrolden çıkacak kadar büyüdü. Şimdiki kütüphaneme okuyacaklarımı da yerleştiriyorum elbette. Ama bu alışkanlık da uzun süre devam etmişti. Kitap bir başka dünya açıyor size, her şeyden önce farklı coğrafyadaki veya kendi ülkenizdeki insanı tanımak ve seyretmek imkânı veriyor. İnsanı, evreni ve hikâyesini merak edenler için kitaplar çok değerli. Ben hâlâ edebiyatı çok yakından takip etmeye gayret ederim.

Edebiyata ilginiz bir sanat tarihçisi olarak çalışmalarınızı nasıl etkiledi?

Edebiyata ilgim aslında beni kültür tarihçiliğine hazırladı. Merakım Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk yıllarına denk gelen Yeni Edebiyat ile başladı. Sonrasında Eski Edebiyat ile ilgilenmeye başladım. Divan Edebiyatı başka bir şekilde ufkumu açtı. Osmanlı’yı, Osmanlı insanını ve onun kültürel kimliğini anlamamı sağladı. “Bu insan nasıl bir müzik dinler? Sokakta nasıl yürür? Hangi şiirlerden hikayelerden zevk alır?” gibi soruları sorarak kültürel kimliği keşfetmeme yardımcı oldu. Edebiyat gibi müzik de böyledir. Benim 14-15 yaşlarında dinlediğim Münir Nurettin kasetleriyle başlayan musiki dinleme yolculuğu da Osmanlı kültürel kimliğini anlamamda çok yardımcı oldu. Öğrenciyken de hep        Eski Edebiyat derslerine gönüllü olarak girerdim. Her gece edebiyatçı olarak yatıp, tarihle kalkıp, sanat tarihinden devam ediyorum. Böyle, iki üç disiplin arasında gidip gelen biriyim. Çalışmalarım da öğrencilerimin yaptığı çalışmalar da öyledir. Edebiyat sizi her zaman besliyor, yazdığınız metinden düşünce biçiminize kadar hepsini etkiliyor. Onun için edebiyatı merakla takip etmeyi hiç bırakamadım. Mesela Stendhal’ı bir de şehir kültürü ve estetiğindeki yaklaşımları için okumak yeniden bir ufuk açabiliyor. Tam çevre ile iletişimin probleme dönüştüğü yerde belki Emil Cioran’ı yeniden okumak lazım.

Şehir tarihi çalışmalarında sizi zorlayan bir şey var mıydı?

Eğer bahsettiğim kadı sicil defterlerinin tamamı okunabilirse 50 sene sonra İstanbul’un tarihi yeniden yazılabilir. Fakat şehrin haritasını çıkarırken sokak ve mahalle isimlerinin değiştirilmiş olması bizi zorluyor. Biz bu şehrin tarihini muhafaza etmek istiyorsak en ufak bir değişikliğe gidilmemesi gerekiyor. Mesela Victor Hugo 19. yüzyıl başındaki Paris’i sokak sokak tarif eder, o izlere kısmen ulaşabilirsiniz. Fakat İstanbul, şimdi onlarca şahane taş mabete rağmen II. Mahmud döneminin dokusundan çok şey kaybetmiştir.

MUSİKİ MECLİSLERİNİ DEVAM ETTİRİYORUZ

Osmanlı zamanının mûsiki meclisleri zamanla şekil değiştirmiş. Günümüze gelindiğinde bu meclislerle ilgili ne söylenebilir?

Osmanlı döneminde çeşitli meclisler var. Bu meclisler aslında birer kültür muhiti. Bizim gibi sözlü kültürden beslenen toplumlarda insanlar bu kültür muhitlerinde yetişiyor. Şiir veya müzik sevenler bir araya toplanıp meclisler yaparak mûsiki icra etmekte, şiir söylemekte hem ortak bir zevki paylaşmakta hem öğrenmekteydiler. Buralara dönemin en iyi müzisyenleri davet ediliyor. Düşünün ki televizyon, cep telefonu, bilgisayar, sinema, hatta tiyatrolar bile sınırlı. İnsanlar geçirecekleri nitelikli zamanı kendileri organize etmek durumunda kalıyor. Aslında bugün de aynı değil mi? Biz müzisyen arkadaşım sanatkâr Fikret Karakaya ile “Biz de kendi meclisimizi kuralım” diye başladık, çok değerli müzisyen arkadaşlarımızın da katılımıyla yıllardır bazen Fikret Bey’in atölyesinde, bazen benim evimde veya bir arkadaşımızın evinde musiki meclisleri yapıyoruz. Ama tabii günümüzde bu toplanmalar çok şekil değiştirdi. Evlerdeki sakin, özgür ve her şeyini kendi tarzınıza göre düzenlediğiniz meclisler yerine otel veya kafelerde sınırlı zamanlarda başkasının sesini, kokusunu, yiyeceklerini ve dekorunu düzenlediği mekânlardaki bir araya gelmeler aynı olmasa gerek diye düşünüyorum.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Her bir şehir sadece binalarıyla değil aynı zamanda bitkileri, hayvanları, bizim dışımızda yaşayan bütün varlıklarıyla bir bütündür. Ancak bütün unsurlarıyla hayat kazanır, sadece insanın çevresindeki hayvanı ve doğayı yok sayarak yaşaması şehirli insanı meydana getiremez. Onu bir bütün hâlde idrak etmek, korumak, algılamak lazım. İstanbullu bir sokak kedisi de köpeği de buradaki bir eşik taşı kadar değerlidir. İstanbullu bir çınar, akasya, manolya, mimosa, şakayık da öyle… İstanbullu olmayı lisanı, musikisi ve tabiatıyla birlikte düşünmek bir zenginliktir. Yol üstündeki çınarın, Boğaz’da artık sayıları azalan fıstık çamlarının onlarla birlikte göçüp giden bülbülün, sokaktaki kedinin şehrin insanından muhabbet görmeye hakkı vardır. Bu şefkati esirgemezsek daha insani bir şehrimiz olur.

 

 

 

Start typing and press Enter to search