FATİH’TE GEÇEN YILLAR


Prof. Dr. Abdullah Uçman / Edebiyat Tarihçisi

Yıl 1968… Ekim ayının son günleri, çünkü 1 Kasım’da üniversiteler açılıyor. Edirne’de Ekrem Aktaş ağabeyimiz vasıtasıyla tanıştığımız tuhafiyeci Ahmet Turan’ın ön ayak olmasıyla Kıztaşı’nda, eski Komünizmle Mücadele Derneği binasında bir nevi pansiyoner olarak kalıyorum. Burada benimle beraber kalan başka kimler var: İstanbul Üniversitesi Arap-Fars Bölümü talebesi İzmirli Abdülkadir Özcan, Hukuk Fakültesi talebesi Urfalı Davut Doğan, Tıp Fakültesi talebesi Manisalı Mehmet Özdemir, Galatasaray Kimya Mühendisliği talebesi Adıyamanlı Celâl Demir ve yine Hukuk talebesi Edirneli hemşehrim Fahri Babalı.

İstanbul’u, hatta Fatih’i bile tam olarak tanımadığım için derslerimin olduğu günler Kıztaşı’ndan Saraçhane-Şehzadebaşı-Vezneciler üzerinden Edebiyat Fakültesi’ne gidip geliyorum. Hafta sonu arkadaşlarımla beraber birkaç defa Fatih Camii’ne gidip geldiğimizi hatırlıyorum, fakat Fevzipaşa Caddesi’nin Edirnekapı’ya doğru uzanan bölümü henüz bizim için meçhul, meçhul olduğu kadar da muamma…

Şimdi giriş katı bir eczane olan ikametgâhımızın pencerelerinden Kıztaşı bütün haşmetiyle görünüyordu, ama o günlerde nedense hiç ilgimizi çekmediği gibi, kimse de bize bu taşın Bizans döneminden kalma önemli bir anıt olduğundan hiç söz etmemişti.

Çok iyi hatırlıyorum, bir hafta sonu bizimle tanışmak için o sırada Dişçilik Fakültesi’nde asistan olan Erman Tuncer geldi, galiba yanında o sırada Vefa Lisesi son sınıf talebesi rahmetli Sedat Yenigün de vardı. Sedat Yenigün vasıtasıyla Millî Türk Talebe Birliği’ndeki hafta sonu konferanslarıyla Kitap Kulübü’ne gidip gelmeye başladım. Galiba kışa rastlayan bir Ramazan gecesi bütün arkadaşlar Millet Kütüphanesi’nin yan sokağındaki bir lokantaya iftara davet edildik. İftardan sonra da hayatı boyunca topladığı nadide yazma kitapları kütüphaneye bağışlayan Ali Emirî Efendi’den, hatta onun, adını kütüphaneye verme teklifine karşı: “Ben bunları milletimden topladım, dolayısıyla benim değil milletin adı verilsin!” dediğinin nakledildiğini hatırlıyorum.

O günlerin mutî talebeleri olan bizler fakültedeki dersleri hiç kaçırmadan muntazaman takip ediyoruz. Derslerimize de, bizim o günlerde pek farkında olmadığımız, Türkoloji’nin çoğu rahmetli olan duayen hocaları giriyor: Başta Ali Nihat Tarlan, Ahmet Caferoğlu ve Sadettin Buluç olmak üzere Fahir İz, Mehmet Kaplan, Abdülkadir Karahan, Muharrem Ergin, Faruk Kadri Timurtaş, Ömer Faruk Akün, Ali Fehmi Karamanlıoğlu, Ali Alparslan, Necmettin Hacıeminoğlu, Kemal Eraslan, Birol Emil, İnci Enginün, Mehmed Çavuşoğlu, Günay Alpay (Kut) ve Âmil Çelebioğlu…

Mevcudu 100 kişi olan sınıfımız Yeni Türk Edebiyatı ile ilgili bir ders için, tek numaralar İnci Hanım’ın, çift numaralar Birol Bey’in derslerine girmek üzere ikiye ayrıldı. Benim numaram çift olduğu için ben Birol Bey’in derslerine giriyorum. Hoca daha ilk derste bize Yahya Kemal’in, klasik tarzdaki şiirlerinin bir araya getirildiği Eski Şiirin Rüzgârıyla’yı satın aldırdı ve “Selimnâme”den başlayarak her ders enine boyuna bir şiiri tahlil etmeye başladı. Elimizin altındaki Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca Lügatı’ndan dersten önce şiirlerdeki Osmanlıca kelimelerin Türkçe karşılıklarını buluyorduk ama yine de:

Devr-i Sultan Selîm’i yazmak için
Seyf-i meslûl kıldı hâmesini
Halk Yahya Kemal’e rahmet okur
Gûş ederken Selimnâmesi’ni

kıt’asındaki “seyf-i meslûl”, “hâme”, “rahmet okumak” ve  “gûş etmek” ne demekti, tam olarak anlayamıyorduk. Galiba üç beş hafta sonra sıra “Ali Emîrî’ye Gazel”e geldi. Hoca, her zamanki gibi o müstesna talâkat ve belâgatıyla:

Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin
Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin

beytiyle başlayan şiiri bütün ayrıntılarıyla enine boyuna tahlil etti; biz de tutabildiğimiz kadar not tuttuk. Hoca, dersin sonunda: “Çocuklar, dedi, bu müstesna şahsiyet ömrü boyunca yemeyip içmeyip memleketin dört bir köşesinden topladığı paha biçilmez kitaplarını bir kütüphaneye bağışlamıştır; bu kütüphanenin nerede olduğunu içinizde bilen var mı?” diye sorunca, esasen çekingen tabiatlı olduğum halde, elimi kaldırıp: “Fatih’te Millet Kütüphanesi!” diye cevap verince, sonraki yıllarda aynı kürsüye intisap ettiğim, birlikte müşterek kitaplar üstünde yan yana adımın yer aldığı, jürilerde beraber bulunduğum Birol hocadan bir âferin aldığımı unutmuyorum.

Lise 2 veya 3’te iken yaz tatilinde annem ve kardeşlerimle beraber ilk defa İstanbul’a gelmiştim; Bakırköy’de teyzemlerde kalıyorduk, arada bir de Mecidiyeköy’de dedemin akrabalarına gidip geliyorduk. İşte bu sırada ilk defa otobüsle Bozdoğan Kemeri’nin altından geçerken, suların bu kemerin üstünden nasıl aktığını, taşıp da aşağıya dökülmediğine hayret ettiğimi de dünkü gibi hatırlıyorum. Tabii sonraki yıllarda, Bizans döneminde Valensiya adını taşıyan ve şehre su taşıyan kemerin Kanuni Süleyman zamanındaki “Kıyamet-i sugrâ” denilen 1509 depreminde büyük ölçüde hasar görüp yıkıldığını, yani bozulduğunu; bu yüzden de halkın bir süre Bozulgan dediğini, daha sonra bunun Bozdoğan’a dönüştüğünü ve üzerinde de künk veya suyu nakleden suyolunun bulunduğunu öğrenecektim.

Kıztaşı’nda iken, ay başlarında Edirne’den babamın gönderdiği havaleyi almak üzere Fatih Postanesine gidip gelirken bir gün, “Macar Kardeşler Caddesi” tabelası dikkatimi çekmişti. Bugün de Saraçhane geçidinden başlayarak Fatih Postanesine kadar olan caddenin adı Macar Kardeşler Caddesi adını taşımaktadır. Sanıyorum bugün bile Fatih’te yaşayan çoğu kimsenin bilmediği bu Macar Kardeşler kimdi? Bunların Fatih’te ne işleri vardı? Bir kısım Fatih’te doğup büyümüş semtin yerlileri dahil, yıllarca kime sordumsa bu hususta doğru dürüst bir cevap alamadım. Nihayet İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olduğu 2010 yılında, “40 Semt 40 Yazar” projesinde Fatih semtini hazırlama işi bana havale edilince, doğruca rahmetli Semavi Eyice hocaya gittim ve hocadan adı geçen ismin aslının ne olduğunu öğrendim. Hocanın verdiği bilgiye göre, caddeye “Macar Kardeşler” adı, Rusların ta Yeşilköy’e kadar geldiği 93 Harbi’nden sonra, Ruslar’a karşı Macaristan’la yapılan bir anlaşma dolayısıyla Türk-Macar dostluğuna dair bir nişane olarak verilmiş, hatta bu isimle bir kitap bile yayımlanmış.

Yine adı geçen Fatih kitabını hazırlarken aklıma takılan ve o sırada çözemediğim meselelerden biri de Saraçhane ismi idi. İstanbul Belediyesi’nin yanındaki, galiba İstanbul’un ilk alt geçitlerinden biri olan ve o zamanki Belediye Başkanı Haşim İşcan’ın adı verilen, fakat zamanla bu ad yerine Saraçhane Geçidi adını alan geçit ile Fatih parkının bulunduğu bölge Saraçhane adını taşıyordu. Doğup büyüdüğüm Edirne’de de çarşıdaki ana caddenin adı Saraçlar Caddesi adını taşıyordu, ama orada deri işleriyle meşgul para cüzdanı ve çantacılardan kayış ve kemer ustalarına, at koşumları, at eyerleri,  kırbaçlarla çizmeler yapan kunduracılara kadar saraciye esnafının dükkânları mevcuttu. Halbuki Fatih’te adı geçen yerde ne bir saraç dükkânı ne de bunu çağrıştıracak bir alâmet vardı. Ayrıca Kanuni devrinin “Sultânü’ş-şuarâ”sı Bâkî’nin çocukluğunda, şimdiki Tayyare Anıtı ile Fatih İtfaiyesi ve Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi rektörlük binasının bulunduğu mahaldeki çarşıda saraç çıraklığı yaptığını; Tanzimat devrinde ise Muallim Nâci’nin sekiz yaşına kadarki çocukluk hâtıralarını anlattığı Ömer’in Çocukluğu’nda, babası Ali Efendi’nin adı geçen yerde bir saraç dükkânı bulunduğunu okumuştum. Fakat bu çarşı ne zamana kadar varlığını sürdürdü, ne zaman ve niçin ortadan kalktı, uzun süre peşine düştüğüm halde bir türlü öğrenemedim. Ama birkaç yıl önce bir gün tesadüfen, yazlıkta eski kitaplarımı karıştırırken, konuyla hiç alâkası olmayan bir yerde, Murat Yahya Dağlı’nın İstanbul Mahalle Bekçilerinin Destan ve Mâni Katarları (1948) adlı kitabındaki bir dipnotunda meseleyi çözen kısa ama önemli bir bilgiyle karşılaştım: 1918 yılındaki meşhur Çırçır yangını sırasında ta Yedikule’ye kadar bütün Fatih’i kasıp kavuran yangın sırasında Saraçlar Çarşısı da baştanbaşa yanıp kül olmuş, daha sonra İstanbul Şehremaneti çarşıyı yeniden ihya etmeğe teşebbüs etmişse de, düzeni bozulan esnaf istememiş ve böylece çarşısın cismi ortadan kalkmış, sadece ismi kalmış.

“Fatih, İstanbul’un Medinesi’dir!” diyen Fatih türbedarı Amiş Efendi gibi, bir zamanlar bu semt için: “İlim, Fatih’ten Aksaray’a inmez!” denirmiş. Yani İstanbul’un fethinden sonra ilk yerleşim mahalli olan Fatih, Osmanlı döneminde, ta XIX. yüzyılın sonuna kadar bir ulema, ümerâ, şuarâ ve bürokratların ikamet ettiği bir semt olma özelliğini korumuş. Tanzimat devrinin büyük hukuk bilgini Ahmet Cevdet Paşa, Tezâkir’de, Tanzimat’ın ilân edildiği 1839 yılında Bulgaristan’nın Lofça kazasından İstanbul’a geldiği zaman bir yandan Çarşamba’da Papasoğlu Medresesi’de tahsilini tamamlarken bir yandan da Fatih’teki Sahn-ı Seman Medreseleri’nden Baş Kurşunlu’nun bir odasında kaldığını; Nişanca ve Dülgerzâde camilerinde derslere devam ettiğini; yine Çarşamba’daki Murat Molla Dergâhı’nda Murat Molla’dan Mesnevî okuduğunu anlatır.

Merkezinde caminin yer aldığı Fatih külliyesini meydana getiren yapılardan bugün medreselerle Fatih türbesi ile kütüphane ve hazîre kalmış durumdadır. Fatih türbesinin içinde girişteki sağ duvarda Reisü’l-hattatîn Kâmil Efendi’nin (Akdik) sülüs hattıyla, Şâir-i Âzam Abdülhak Hâmid’in meşhur “Merkad-i Fâtih’i Ziyaret” manzumesinin yer aldığı 3×1.25 metre ebadında camlı çerçeve içindeki tezhipli panonun görülmeye değer olduğunu belirtmeliyim.

Fâtih’in hanımlarından Gülbahar Hatun’dan başlayarak baba oğul Yesarîler, Ahmet Cevdet Paşa, Ali Emirî Efendi, Gazi Osman Paşa, Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Rasathane Müdürü Salih Zeki Bey, Filibeli Şehbenderzâde Ahmet Hilmi, Ahmet Midhat Efendi, Emrullah Efendi, Mesnevî şârihi Âbidin Paşa, Amiş Efendi, Maraşlı Ahmed Tahir Efendi, hattat Sâmi Efendi ve Seyyid Mustafa Hâkî Efendi, yakın tarihlerde de Halil İnalcık ile Semavi Eyice’nin kabirlerinin Fatih Camii hazîresinde olduğunu da zikretmem gerekir.

Hâlen Fatih’te, galiba bir zamanlar Mehmed Âkif ile Hüseyin Sebilci ve Memduh Cumhur’un da oturduğu Sarı Nasuh Sokağı’nda ikamet ediyorum.

 

Start typing and press Enter to search